İnci Hekimoğlu
Neden Demirtaş? Neden Kavala?
Bu hafta önemli gelişmelerle hop oturup hop kalktık adeta.
Bu ruh halinin ülke vatandaşları açısından pek istisna olduğu söylenemezse de, Avrupa kıtasından gelen iki karar, özellikle ‘milli-yerli’ yargımızı evrensel hukukun gözüyle tarif etmesi bakımından çok önemliydi.
AİHM, iki yılı aşkın bir süredir tutuklu olan HDP eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın hemen tahliye edilmesi gerektiğine karar verdi. Sayılan gerekçelerden en önemlisi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) 18. Maddesi'ne atıfla Demirtaş'ın 'hukuki' değil 'siyasi' nedenlerle tutuklandığına ilişkin karardı.
Peş peşe gelen ikinci karar da Avrupa Konseyi’nin iddianamesiz olarak bir yılı aşkındır tutuklu bulunan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala'nın AİHM'deki davasına müdahil olacağını açıklamasıydı.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Dunja Mijatovic’in Twitter'daki hesabından yapılan açıklamanın hemen öncesinde Kavala’nın başkanlığını yaptığı Anadolu Kültür’e yapılan operasyonla 13 kişi gözaltına alınmış, Yiğit Aksakoğlu tutuklanırken diğerleri adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı.
Her iki davanın da hukuksal ve siyasal nedenleri ve sonuçlarına ilişkin kapsamlı değerlendirmeler yapıldı, yapılmaya da devam edecektir.
Hukuki ve siyasal nedenlerle sıkı sıkıya bağlantılı ama ihmal edildiğini düşündüğüm bir başka boyut üzerinde de egzersiz yapmak gerektiğine inanıyorum.
Demirtaş öncelikle Kürt siyasetinin önemli bir temsilcisi. Ama aynı zamanda, bugüne kadar ki Kürt siyasetçilerden farklı olarak kentlileşmiş, ‘orta sınıf’ olarak tanımlanabilecek yeni sosyal sınıflara ulaşabilmesinin yanı sıra, beyaz, laik Türklerin de sempatisini kazanmış, bu birbirinden alabildiğine uzak duran iki kesim arasında iletişim kapısı aralamayı başarmış bir siyasetçi.
Nitekim 2015 seçimlerindeki kampanya boyunca Demirtaş’ın, Gezi’de oluşan iletişim zeminini güçlendirdiğine, Batı’daki kitlelere de sözünü dinletebildiğine tanık olduk.
Osman Kavala ise beyaz Türkler cenahında TÜSİAD üyesi iş insanı ama onun ötesinde bir sivil toplum aktivisti. "Demokratik vatandaşlık" talebinde ortaklaşan itibarlı isimleri, akademisyenleri buluşturabilen Türk entelijansiyası içinde önemli bir isim.
Açmak gerekirse, Kavala kitleleri harekete geçirebilecek bir isim değil ama içinde bulunduğu çevreler açısından üzerinden mesaj verilmeye uygun bir isim.
Gezi direnişini kriminalize edebilmek için Kavala’yı ve dünyaca tanınmış akademisyenlerle aktivistleri örgüt üyesi gibi göstermeye çalışmak bir taşla pek çok kuş vurmak gibi.
İki il dışında bütün Türkiye’ye yayılan, milyonlarca insanın sosyal medya aracılığı ile hareketlenip, sokaklara aktığı ve günlerce süren bir eylemi Kavala’nın örgütlediğini iddia etmek akıl dışı olabilir ama iktidar bakımından ‘siyaset dışı’ olmadığı kesin.
Gezi direnişinin en önemli karakteristiklerinden biri farklı etnik, inanç, cinsel yönelim, mezhep gruplarının bir araya gelmesi ve belki de ilk kez temas etmesiydi. Anımsanacağı gibi kutuplaşmış sosyal gruplar arasında buzlar kırılmış, sürecin doğallığı içinde dayanışma ve empati duygusu mesafe almıştı.
Yıllar sonra Gezi’nin tekrar gündeme getirilmesinin ve Kavala liderliğinde illegal örgüt kıvamında sunulmasının, onun şahsında sermaye kesimine gözdağı olduğu kadar yeni bir Gezi patlamasına karşı ön almaktan başka açıklaması yok gibi görünüyor.
Gezi eylemcileri yaşam biçimlerine, kültürlerine, değerlerine sahip çıkmak için direnişe geçmişti. Buna karşın talepleri arasında ne ücret artışı, ne zamların geri alınması, ne işsizlik ne yoksulluk vardı.
Gezi’den bu yana köprünün altından çok su aktı. Artık geniş kitleler için, yaşam biçimine müdahaleden çok ekonomik sorunlar öncelik oluşturuyor. AKP’nin oylarının eridiğini gösteren araştırmalar bu açıdan önemli bir gösterge.
Kaldı ki, ekonomik krize eklenen KHK’lı işsizler, cezaevindeki öğrenciler ve siyasetçiler derken mağdur kitlesi çeşitlendi ve genişledi. Krizin henüz tüm ağırlığı ile üzerimize çökmediği düşünülürse, önümüzdeki aylarda bu kitlenin çok daha büyüyeceğini var sayabiliriz.
İktidarın o çok korktuğu Gezi isyanı benzeri bir hareketin ne zaman nasıl başlayacağını kestirmek de güç.
Örneğin Fransa’yı sallayan "Sarı Yelekliler" hareketinde, Priscillia Ludosky adlı kadının benzin zammına karşı başlattığı imza kampanyası beklenmedik biçimde işaret fişeği oldu.
Sosyal medya üzerinden hızla yayılan protesto, akaryakıt zammıyla sınırlı değildi. Hayat pahalılığına tepki veren ve çoğunluğu orta yaş ve orta sınıftan oluşan eylemciler, araçlarda bulunması zorunlu sarı yelekleri, kısa sürede eylemin sembolü haline getirdi.
Fransız İçişleri Bakanlığı’na göre 287 bin kişinin katıldığı eylemlerde 409 kişi yaralandı, 157 kişi gözaltına alındı.
Sarı Yelekliler hareketi, sosyal medya üzerinden başlaması, eylem deneyimi olmayan, her yaştan ve her siyasi görüşten insanın katılması nedeniyle Gezi isyanına çok benziyor.
SAMER’in araştırmasına bakılınca, Gezi’de de orta sınıf ve altının ağırlıkta olduğu görülüyor.
"İstanbul’da Gezi’ye katılanların % 9,48’inin aylık toplam hane geliri 1000 TL’nin altında, % 28,68’inin 1500 TL’nin altında, % 57,61’inin 2500 TL’nin altındadır. Gezi protestocularının yalnızca % 16,46’sının aylık hane geliri 5000 TL’nin üzerindedir. Gezi protestocularının yüzde 35,5’i sanayi, inşaat, tekstil, kâğıt toplayıcılığı, lokantacılık ve ulaşım ve başka düzensiz faaliyetlerde çalışmaktadır ve bu kesimdekilerin yüzde 60’ının aylık maaşı 1600 TL’nin altındadır. Protestocuların % 31,2’si reklamcılık, finans, akademi, sigorta, eğitim, kamu sektörü, kültür, edebiyat, sağlık, STK, emlak gibi alanlarda çalışmaktadır. Bu ikinci gruptakilerin ortalama maaşları 2421 TL’dir ve % 50’sinin aylık maaşı ise 2000 TL’nin altındadır."
Konda verilerine göreyse, çalışanların oranı Türkiye genelinde yüzde 40,8, İstanbul’da yüzde 40.3.
Bu rakamlar şunu gösteriyor ki Gezi eylemcilerinin büyük çoğunluğu ücretli, yani emeğini satarak hayatını sürdüren kesimden. Daha doğrusu yeni "işçi sınıfı". Ve şimdi bu kesimin ne kadarının işsiz kaldığını ya da cezaevinde olduğunu bilemiyoruz.
Bir başka önemli gerçek de, SAMER’in araştırmasında var. İstanbul ve İzmir’de nüfusa oranı yüzde 15.04 olan Kürtlerin yüzde 13.68’i Gezi eylemleri içinde yer almış.
İktidar görünen o ki, bu rakamları muhalefetten daha iyi okuyor. Büyüyerek gelen ekonomik krizin nerede, ne zaman patlayacağını, farklı sosyal gruplar arasındaki etkileşimin sonuçlarını kestirememenin korkusuyla aklına gelebilecek en baskıcı tedbirleri almaya çalışıyor.
Fransa ile Türkiye arasındaki en büyük fark da bu.
Sarı Yelekliler eylemleri başladığında sert polis müdahalesi ola da hiçbir devlet yetkilisi şu ana dek eylemleri "dış güç"e bağlamadı, kimseyi "vatan haini" ya da "terörist" ilan etmedi. Cumhurbaşkanı ya da başbakan eylemcilere "çapulcu sürüsü", "kemirgenler" falan demedi.
Tersine hükümet geri adım atmayı seçti. Maliye Bakanı "halkın tepkisini duyduğunu ve vatandaşın sabrının taştığını anladığını" ifade eden bir açıklama yaptı.
Macron'un partisi LREM milletvekili Florian Bachelier ise, Sarı Yelekliler eyleminin "anlaşılması gereken bir öfke" olduğunu söyledi. Hatta "Protestoları sadece akaryakıt zammına bağlamamak gerektiğini" de ekledi.
Liberal ekonominin erittiği orta sınıflar, işsiz bıraktığı ve yoksullaştırdığı kesimlerin isyanı örgütsüz ve kendiliğinden patlamalar şeklinde gelişiyor olsa da önemini ve yarattığı umudu azaltmıyor.
Ne var ki iktidarlarca büyük dikkatle izlenen bu halk hareketlerinin niteliği, nereye evrilebileceği ve nasıl örgütlenebileceği henüz Türkiye’de solun ilk gündem maddesi değil.