Aytül Hasaltun Bozkurt
'Nefret söylemi bir şiddet pratiği aslında'
Benim kuşağım annelerin terlikli, öğretmenlerin cetvelli terbiyesinden geçmiş bir kuşak. O terliği hiç havada görmeyenler ya da cetvelin amacı dışında kullanıldığına hiç şahit olmayanlar, aramızdaki en şanslılardı. Aile içindeki ya da okuldaki fiziksel şiddet bitmedi elbette, ağır işkenceye maruz kalan kadınlar ve çocuklar gerçeğimiz, kanayan yaralarımız. Onun içindir ki her yeni 8 Mart bir öncekinden daha büyük kalabalıklarca kutlayabiliyoruz. Ama diğer taraftan duygusal şiddetin de, fiziksel şiddet kadar zarar verdiğini hatta yıllara yayılan haliyle, maruz kalanı nasıl da güçsüz, kuvvetsiz, dermansız bırakabildiğini de fark ettik. Öfkelenmeye hakkımız olduğunu, öfkenin büyük bir güç olduğunu da fark ettik. Öfkemizi yıkmaya değil yapmaya yönlendirebileceğimizi de fark ettik. Belki ahir ömrümüz şiddetsiz bir toplum yaratmaya yetmeyecek ama bunun tohumlarını ekmek ve çocuklarımızı, gelecek nesilleri korumak bugünde mevcut.
Kafamızı karıştıran tüm soruları, bende yeri ayrı olan Klinik Psikolog Sevgili Zeynep Polat’a sordum. Şimdiden 8 Mart Kadınlar Günü’nüzü kutlarım. İyi okumalar dilerim.
Hayatımıza yeni giren şiddet tanımları var, oradan başlamak isterim. Özellikle sözel, psikolojik şiddeti bizim için biraz açabilir misin ve türlerini kısaca tanımlayabilir misin? Hangisi ne bazen kafamız karışabiliyor çünkü.
Psikolojik şiddet sözel ve duygusal istismar davranışlarını içeren bir şiddet türü. Şiddetin duygusal bütünlüğümüzü hedef almış hali bir nevi. Şiddet fiziksel değil duygusal bir temas üzerinden yaratılıyor. Duyguları kullanarak ilişkide güç kazanma ve kontrol kurmaya dayalı bir sistemden söz ediyoruz burada. Peki nelere duygusal şiddet diyeceğiz? Aşağılama, eleştiri, alay etme, hakaret, tehdit, suçlama, ihmal, iletişimi kesme, utandırma, küçümseme ilk akla gelenler. Tüm bunları kişinin kendilik algısına yönelik saldırılar olarak düşünebiliriz. Karşı tarafın davranışları bize kendimizi değersiz, güçsüz, çaresiz hissettiriyorsa, iyi gelmiyorsa, kafa karıştırıyorsa bilmemiz gereken şey orada gözardı edilemeyecek bir sorun olduğu.
Duygusal şiddetin belli belirsiz, alt alta bir hali olduğuna inanılır, bu yüzden fark edilmesi karmaşık bir süreçle ilişkilendirilir. Halbuki bu tanımlar yeni yeni kullanılıyor olsa da, aslında bize hissettirdikleri duygusal dünyalarımızda çok tanıdık, bilindik, eski. Çünkü hepimiz buna maruz kaldık-kalıyoruz. Psikolojik şiddet ailede, çocukluk döneminde başlıyor. Mesela konuyu konuşmak yerine küsmek, kendi istediğini yaptırmak adına tehdit, bir şaka biçimi olarak aşağılama-ayıplama kisvesi altında küçümseme… Dolayısıyla bugün duygusal şiddet dediğimiz yer geçmişin ve şimdinin iletişim normlarına karşılık geliyor. Yakın ilişkilerin ve gündelik hayatın doğal bir parçası maalesef. Tam da bu yüzden, kişinin kendi ile kurduğu ilişkinin de bir parçası muhtemelen.
Şiddet öncelikle aşağılamayla ve küçümsemeyle dilde başlıyor. Bu dilin deşifre edilebiliyor olması bizlerin hayatında nelerin önünü açabilir?
Fiziksel şiddetin açtığı yaralar gözle görülebiliyorken, sözel şiddetin üzerimizdeki etkisini, içimizde açtığı yaraları gözle göremiyoruz. Yine fiziksel şiddet kanıtlanabilen bir şiddet türüyken, sözel ya da duygusal şiddeti ispatlayabilmek çok kolay olmuyor. En zoru da kendimize ispatlayabilmek. Sonrasında da başkalarını ikna etme süreci başlıyor zaten. Tüm bunların olup bitmesi hatrı sayılır bir zaman alırken, şiddet hala sistematik şekilde devam ediyor. Süre uzadıkça da kişinin üzerinde bıraktığı etkiler derinleşiyor diyebiliriz. İşte tam da bu yüzden şiddet dilinin deşifre edilmesi sözel ve duygusal şiddet deneyimlerini tanımamızı sağlamak adına gerekli. Duygusal şiddetin uzun süren gizlilik halini başka türlü ortadan kaldırmak mümkün değil.
Büyük resim üzerinden düşünürsek, şiddetin öğrenilen bir davranış biçimi olduğunu biliyoruz. Şiddetsiz iletişim de öğrenilebilir. Ancak bunu hep beraber öğrenmek durumundayız. İşe okullardan başlamak; duygusal okur-yazarlık, toplumsal cinsiyet eşitliği, şiddetsiz iletişim gibi konulara eğitim sistemine dahil edilmesi gerekli. Çocukların küçük yaştan itibaren bu kavramlarla tanışmaları, neyi içselleştirip içselleştirmeyecekleri üzerinde bir seçim yapabilmelerine olanak sağlayabilir. Hepimizin bilinçlenmeye ihtiyacı var bu konuda.
Irk, dil, din, cinsiyet temelli ayrımcılığa şiddet dili temellinden baktığımızda gördüğümüz ne oluyor? Ayrımcılığın psikolojik alt yapısı var mı?
Ayrımcılık kavramının temelindeki karşıtlık ben/ sen, biz/siz gibi bir mesafelenme hali mevcut. Buradaki sorun, bir tarafın kendini karşı taraftan üstün görmesi ve ayrıca karşı tarafı küçümsüyor olması. Farklı olanı ötekileştirilip, önyargılar üzerinden değerlendiriliyor ve sonuç olarak da dışlama gerçekleşiyor. Her insanın doğuştan eşit olduğu ilkesi burada tamamen yok sayılmakta.
Ayrımcılık ve şiddet iç içe kavramlar aslında. Şöyle söyleyelim, ayrımcılık yapmak demek, kendinden farklı olana şiddet uygulamak demek. Ayrımcılığa maruz kalan kişilerin deneyimlerine baktığımız zaman da burada şiddet olduğunu görebiliyoruz.
Ayrımcılık önce dilde başlar. Ayrımcılığı söylem üzerinden yapılandırıp inşa ediyoruz.
Günlük yaşamda kullanılan ayrımcı dil, davranışı belirleyen temel unsurlardan biri. Dildeki ayrımcılık davranışta şiddet olarak gösteriyor kendini. Nefret odaklı ve ayırımcı söylemlerin, azınlık gruplara yönelik düşmanlığı ve şiddeti körüklediğini biliyoruz.
Bu yüzden, şiddet dilini değiştirmek, davranış ve düşünce biçimlerini değiştirmekle yakından ilişkili.
Ayrımcılığın psikolojik altyapısı benim aklıma ilişkisel kuramları getiriyor. Ayrımcılığı sosyal temas kuramları çerçevesinden düşünebiliriz. Allport’un "ilişki hipotezi" kavramı; gruplar arası ötekileşmeyi ve düşmanlığı; uzaklık ve yabancılaşma ile açıklar. Uygun koşullar altında bu düşmanlığın azalacağını ve olumlu tutumlar geliştirilebileceğini savunur. Buradan yola çıkarsak, önyargılarımıza bakabilmek, anlayabilmek çok çok önemli. Ama tabii temelde geriye dönüp insanların doğuştan eşit olma ilkesini hatırlayacağız. Hatta ezberleyeceğiz, hatırlamaya ve hatırlatmaya devam edeceğiz. En kolay yok saydığımız bilgi bu çünkü. Önyargıların oluşturduğu şiddeti azaltmanın temel yolu grupları arası ilişki bağını şiddetsiz iletişim üzerinden kurmak ve temasta kalmaya devam ederek sürecin altyapısını yeniden inşaa edebilmek.
Nefret ile öfke arasında ne gibi farklar var? Kendine ya da diğerine -ki bizim ülkemizde çocuklar, Kürtler, kadınlar ve son zamanlarda LGBTİ+ bireylere karşı işlenen nefret suçlarına maruz kalıyorlar/kalıyoruz. Bu konuda neler söylemek istersin?
Nefret suçunu, nefret söylemiyle beraber ele almak gerekiyor diye düşünüyorum. Söylem ve suç arasındaki ilişkiyi düşünelim. Nefret söyleminin en temelde yarattığı durum ötekileştirme. Peki, bu tür söylemlerin kullanımının artması, söylemin kendisini daha mı güçlü kılıyor? Muhtemelen, evet. Var olan önyargılar kuvvetleniyor, söylem ne kadar çok duyulursa da zihinde o kadar "meşru" bir yere gidiyor. Söylemin içeriğini oluşturan önyargılar, suça da zemin hazırlıyor yani.
Dolayısıyla nefret söylemi nasıl ideolojinin parçası olarak varsa, nefret suçu da öyle bir yerden var. Nefret suçları bireysel, kişisel suçlar değil. Bir sitem öğretisi olarak nefret, suçtan, ayrımcılıktan bağımsız değil. Nefret söylemi bir şiddet pratiği aslında.
LGBTİ+ popülasyonunu düşünelim. Biliyoruz ki ruh sağlığı alanı da dahil olmak üzere ihmal, damgalanma ve baskıya maruz kaldılar/kalıyorlar. Homofobi doğuştan içimizde var olan bir şey değil ki, bize öğretildi, biz de öğrendik.Tabii bunu söylerken şöyle bir varsayıma sahibim; bu kültürde büyüdük. Homofobi bize öğretildi hatta dayatıldı. Biz de onu içeri aldık ve öğrendik. Yani hepimizin içinde belirli oranda bir homofobi var zaten. O yüzden işe, kendimizden başlayıp söylemlerimizi sorgulamak, gerektiği noktada düzeltebilmek gerekiyor. Büyük resimde de aynı şeyi yapmak zorundayız; ayırımcı söylemlerin yerine ötekileştirmeyen söylemler koymamız lazım. Buradaki en temel ihtiyaç barışçıl bir dil üzerinden söylem geliştirmek o yüzden. Söylem ve nefret arasındaki ilişkiyi kırmak. Çünkü ötekileştirdiğimiz şeyi anlamak, kabul etmek daha zor.
Sen uzun yıllar Kurtlarla Koşan Kadınlar üzerine çalıştın. O kitapta Hilal Ayısı masalı ile anlatılan ne?
Hilal ayısı bir Japon masalı, adı "tsuki no waguma". Bilmeyenleri için masal kısaca şöyle; Ormanda yaşayan bir kadın vardır. Kocasının uzun yıllar süren bir savaştan dönmüştür. Kadın bu duruma çok sevinir, heyecanlanır. Bir sürü hazırlık yapar. Ancak kocası, eve girmeyi red eder ve ormanda yalnız yaşamaya başlar. İnsanlardan kaçar ve karısına onu yalnız bırakmasını söyler, çok öfkelidir. Bunun üzerine kadın köyün şifacısına gidip yardım ister. Şifacı kadından yüksek dağların doruklarında yaşayan bir hilal ayısı bulup, boğazından 1 tane kıl koparıp kendisine getirmesini ister. Kadın bu teklifi kabul eder ve yola çıkar. Yüksek dağlara tırmanır, hilal ayısını bulur, onunla zaman içerisinde bir ilişki kurar, ve o tel bir kılı almayı başarıp şifacıya götürür. Şifacı kılı ateşe atar ve şöyle der; ‘şimdi eve git, artık yeni bakış açın ve yöntemlerin’ var. Bu yöntemleri kocanla olan ilişkinde uygula.
Hilal ayısı masalı, bize öfkeyle nasıl ilişki kuracağımızı anlatır. Masalı tıpkı bir rüyayı anlamaya çalışır gibi ele alırsak; öyküdeki tüm öğeler kadının ruhundaki parçaların temsilleri olarak değerlendirebiliriz. Savaştan dönen öfkeli koca, geçmiş öfkeleri temsil eder. Dağa çıkmak, bu öfkeye bakabilme cesareti ve uğraşını, ayı ile kurulan ilişki ise öfkeyle farklı bir ilişki kurulabilme kapasitesini gösterir.
Öfkem bana ne söylüyor? Öfkemin altında hangi duygu yatıyor? Öfkem hangi ihtiyacımın göstergesi? Öfke de diğer tüm duygular gibi sağlıklıdır. Onu bastırmak değil, hissetmeye izin vermek gerekir. Yani onunla yeteri kadar zaman geçirebilmek gerekir. Öfkelenmesine izin verilmeden büyüyen kadınlar, bu duyguyla ne yapacağını bilemez. Benzer bir şekilde, karşı tarafın ona gösterdiği öfke görünüşlü şiddet davranışıyla da ne yapacağını bilemez. Duygusal ve sözel şiddeti belli-belirsiz kılan burasıdır. Kendi içimde kaçtığım şey ile kendi dışımda da sağlıklı ilişki kuramam.
Son olarak onarıcı adalet kavramı hakkında neler söylemek istersin? Nedir onarıcı adalet?
Onarıcı adalet, suç davranışının yarattığı hasarı tamir etmeye, onarmaya odaklanan bir yaklaşım olarak düşünebiliriz. Ortada bir suç varsa, fail de mağdur da, içinde yaşadıkları topluluk da bu durumdan etkilenir, zarar görür. Herkes etkilendiyse çözüm yine herkesin hasarının karşılanmasıdır.
Diyalog ve onarmaya yönelik sistemlere gerçekten ihtiyacımız var. Suç davranışını ilişkisel bir noktadan ele alabilmek, zedelenen duygulara temas edebilmeye olanak sağlayabilir. İlişkisel ihtiyaçları gözeten sistemlerin uzun vadede önleyici bir etkiye sahip olduğunu biliyoruz. Suçun ortaya çıkardığı farklı ihtiyaçların kesiştiği yer, duygusal iyileşme ihtiyacı. İlişkide oluşan hasarın yine aynı ilişki içinde tamir edilmesine olanak varsa bunu değerlendirebilmek, bütüncül bir rehabilitasyonun önemli bir parçası.