Aytül Hasaltun Bozkurt
'O öfke sonrasında yaratıcılıkla hemhal oluyor'
Farklı sınıflarda ders görüyor olsak da Volkan her aramı beraber geçirdiğim, beraber çok konuşup, çok eğlenip, çok gezdiğim okul arkadaşlarımdan biri. Daha hazırlık sınıfında okurken Volkan’ın günlerden birgün gelip ‘Biliyor musunuz, konservatuvar öğrencilerine CRR, AKM gibi kurumlara giriş ücretsizmiş’ dediği anı unutmam mümkün değil. Sevinçten havalara uçup, neyi merak ediyorsak gidip, görmüş ve büyüyle, ilhamla dolmuştuk. O günlerde seyrettiğimiz konserinden, dans tiyatrosuna yerli, yabancı pek çok yapım bugün bile beni şekillendirmeye devam ediyor. Yemekhane yemeğine zar zor para bulan öğrenci tayfası için bedava bilet dev olay olduğu gibi, hayata aç, yaşama aç halimizle bisürüşey yapmak arzusu dalga dalga kaplıyordu içimizi. Volkan bizim okulda fazla kalmadı 2 sene zor dayandı, ben kaldım ama İBŞT-Tal ile hayatımda yeni bir sayfa daha açtım, böylelikle okulda uzadı da uzadı. Asla pişman olmadım.
Volkan, pandemi zamanında Konuşma filminin setinden fotoğrafları art arda paylaşmaya başlayınca ona bir selam vermeliyim düşündüm ve bu söyleşi de böylece yapıldı.
O yıllarda kısa filmler kısaydı gerçekten. Bugün kısa filmler çok uzun
Konuşma nasıl bir film ve seni bu filmi yapmaya iten neydi? Nasıl gidiyor yolculuğu?
Konuşma bir kısa film. Ben 93’de ilk defa kamera karşısına geçtim. Oyuncu olarak çalışmaya başladığımda, 90’ların ortasından itibaren sinemaya ilgi göstermeye başladım, festivalleri takip ettim. O yıllarda kısa filmler kısaydı gerçekten. Bugün kısa filmler çok uzun. Kısa film bir uzun metrajın kısaltılmış hali değildir aslında. Derdini kısa bir sürede, çok çarpıcı bir şekilde anlatman gerekir. Tabi her eser bir fikir üzerine inşaa edilir ama uzun metrajın konvansiyonel anlatı geleneği, kısa filmde gözetilmek zorunda değildir. Daha deneysel bir alandır. Bizde birazcık öğrenci bitirme ödevi gibi görülüyor. Maalesef çok yanlış bir algı o. Dünyada sadece kısa film yaparak geçinen, ‘Kısa film yönetmeniyim ben’ diyerek kendini tanımlayan, üretimlerini tamamen buna oturtan insanlar var. Benim için şöyle gelişti olay; yıllar önce bir arkadaşım ‘Film çekeceğim bana bir şey yazar mısın?’ dedi ve ben de onun için bu senaryoyu yazdım ama vazgeçti, yapmadı. Sonra başka bir yönetmen arkadaşım ilgilendi ama o da yapmadı, sonra başka bir arkadaşım daha derken çevremdeki insanlar, ‘Bunu sen neden çekmiyorsun?’ demeye başladılar. Bu söylem giderek yoğunlaştı. Bu arada yazdığım senaryoların çekilmiş hallerinden çok mutlu değildim ve ‘acaba denesem mi, yapsam mı?’ diye düşünmeye başlayıp, seneler önce yazdığım ama çekilmemiş olan bu filmi çekmeye karar verdim. Benim için her şey şöyle başlıyor; -ömrüm boyunca bu hep öyle oldu- bir şey yapmaya karar veriyorum sonra o işi nasıl yapacağımı en yoğun şekilde öğrenmeye çalışıyorum. Benim refleksim böyle. Her açıdan, her yönden bakmam lazım çünkü ona göre nerede duracağıma karar vereceğim. Set ortamını, yapım koşullarını elbette biliyordum fakat hiç yapımcılık, yönetmenlik yapmamıştım. Bu yüzden ‘nasıl yapılıyor’u öğrenmeye başladım. Kamera ve ışığı nereden kiralacağız, festival süreci nasıl ilerliyor, post prodüksiyon aşamaları neler? Yapımcılık için Bahçeşehir Üniversitesi’nde Yapımcılık Akademisi’ne gitmiştim. Üç aylık bir sertifika programıydı ve orada öğrendiklerim çok işime yaradı. Bağımsız film yapmanın ilk ayağı fon. Önce fon bulman gerekiyor. Ve bu fon şu işe yarıyor; bir kısa filmi cebindeki parayla çekebilirsin ama devlet fonu bulabilirsen başka bir yerden daha para bulma kolaylaşıyor. Festivallere katılmana yardımcı oluyor. Yurtdışındaki festival bakıyor dosyana ve ‘A, bu Kültür Bakanlığı’ndan destek almış demek ki filmde bir şey var!…’ diyor ve seni festivale seçiyor. O yüzden öncelikle Bakanlık’tan fon almak için uğraştık, o bir süreçti ve aldık. Bütün bunları öğreniyorsun bu arada. Bakanlık sürecinden sonra TRT 12 Punto’ya başvurduk. TRT 12 Punto ilk defa bu yıl kısa film desteği vermeye karar verdi ve oradan da destek aldık. Fon desteği ile filmin bütçesini oluşturduktan sonra çekmeye karar verdik.
aslında hepİmİzİn başına gelen bİr İletİşimsizlik kazalarını ve fİkİr hürrİyetİnİ anlatan bİr fİlm. Ama bu İdeolojİk bazda bİr şey değİl, böyle bİr şey yapmak İstemiyorum zaten
‘KONUŞMA’ şimdi festival yolculuğuna devam ediyor. 29 Ekim 2020 de Boğaziçi Film Festivalinde ilk defa seyirciyle buluştu. Bu tarihe kadar 13 uluslararası festivale seçildi film. Bu da çok yüksek bir oranmış öyle diyorlar. Kimi kısa film festivali, kimi uzun metraj film festivalinin kısa film bölümü… Örneğin şu anda Venezuella’da Karayip Denizi Uluslararası Film Festivali’nin Kısa Metraj Film Bölümü’nde gösteriliyor. Şimdiye kadar katıldığı ülkeleri sayayım; Peru, Venezuella, Amerika, Kanada, İsveç, İngiltere, Romanya, Rusya, İran ve Türkiye. Filmin yolculuğu 2021 boyunca festivallerde devam edecek 2022’de de bunu bitirmeyi planlıyoruz sonrasında da TRT2’de yayınlanacak film. 12 Punto toplam 12 kısa filme destek verdi ve bunlar yayınlanacak. Dijital mecralarda da muhtemelen yayınlanır. Daha bir anlaşmasını yapmadık. Zamanı geldiğinde görüşeceğiz, onlarla da anlaşırız diye düşünüyorum.
Hikayesini anlatırsam; aslında hepimizin başına gelen bir iletişimsizlik kazalarını ve fikir hürriyetini anlatan bir film. Ama bu ideolojik bazda bir şey değil, böyle bir şey yapmak istemiyorum zaten. Daha ziyade toplumsal ve biraz da varoluşla ilgili bir sıkıntı. Bugün en aydın insan bile-aydın ne demek onu bilmiyorum ama- en eğitimli insan bile bir şeyden sinir olup, çocuğuna ‘bunu yapma’ diyebiliyor. ‘Ben mühendis oldum, iyiyim, demek ki mühendislik iyi, çocuk da mühendis olsun’ diyerek onu bir yola kanalize etmeye çalışabiliyor. Bununla ilgili derdim var benim. Konuşma birazcık bunu anlatıyor. Yüzünü hiç görmediğimiz bir kişinin, çocukluğundan itibaren, karşısına çıkan böylesi anların toplamı film. Gerçekten de kısa bir film. Bugünkü kısa filmlere baktığında, 15-20 dakika sürüyor. Bundan 20 sene önce olsaydı ‘evet kısa film böyle bir şey’ derdik belki ama şu an deneysel duruyor, bu da çok enteresan aslında. Hayat değişiyor işte, estetik de değişiyor sürekli.
Oyuncu kadromuz Türkİye’de herkesİn tanıdığı İsİmlerdİ ve bu İnsanlar çok yoğun. Pandemİnİn yarattığı boşluğu değerlendİrmek İstedİk
Covid zamanı film çekmek nasıldı? Zorluklarınız oldu mu?
Şubat ayında Bakanlık açıklandı, Mayıs ayında 12 Punto açıklandı ve biz filmi çekmeye karar verdik fakat nasıl çekeceğimizi bilmiyoruz. Her taraf kapalı. Bugün biliyoruz, kurallar ya da korunma yolları biraz daha oturdu, o zaman kimse bilmiyordu. Korkuyorsun, ortada ne aşı var, ne tedavi var, herkes eve kapanmış vs. fakat çekmemiz gerekiyor. Nedeni şu; önlemler hafifleyince oyuncularımızın programı çok yoğunlaşacak, set ekiplerinin program çok yoğunlaşacak. Ve biz bunu, ‘bu yoğunluk başlamadan hemen çekelim’ diyoruz. Eğer bu tarihleri kaçırırsak her aşaması bir problem; oyuncuyu getirmen problem, görüntü yönetmenini getirmen problem, stüdyoyu ayarlaman problem vs… Fakat her şey yolunda gitti ve 1-2 Haziran’da sete çıktık. Setimiz son derece profesyonel ve deneyimli insanlardan oluşuyordu. Oyuncu kadromuz Türkiye’de herkesin tanıdığı isimlerdi ve bu insanlar çok yoğun. Pandeminin yarattığı boşluğu değerlendirmek istedik. 1 Haziran’da açılmanın mümkün olabileceğini öngörerek sete çıkmaya karar verdik. Hijyenik bütün önlemleri aldık, maskeler, siperlikler, eldivenler, dezenfektanlar ve günde 3 defa değişecek şekilde hijyen düzeni kurduk. Ekibi minimumda tutmaya çalıştık. Örneğin yapım ekibi, hep 2 kişi, 3 kişi çalışmak istedi, hiçbirini kabul etmedik. Bir prodüksiyon amiri çağırdık, sesçiye dedik ’n’olur 2 kişiden fazla gelme’ derken zor oldu. Örneğin parkta çekim yapacağız, 31 Mayıs’a kadar park emniyetin görev alanındaydı, 1 Haziran’da belediyeye geçti. Aldığın izinler artık geçerli değil. Lojistik açıdan, bütün restoranlar kapalı, set öğle yemeği yiyecek; nerede, nasıl… O zaman paket servisleri de kapalıydı. Sadece hayal ettik, ‘umuyoruz ki 1 Haziran’da açılır’ dedik. Açıldığı için ekip yemek yedi yoksa fırından ekmek alıp, arasına bir şey koyarak çözecektik muhtemelen. Böyleydi, zorlukları buydu, teknik zorluklar… Sanatsal olarak hiçbir zorluk yaşamadık çünkü ekibimiz herhangi bir uzun metrajı çekebilecek kalibrede insanlardan oluşuyordu. Hem teknik ekibimiz hem oyuncularımız. Herkes ‘Bu oyuncuları nasıl bir araya getirdin?’ diye soruyor. İşin en kolay kısmı oydu. Bütün bu sürecin içinde en kolay kısmı oyunculardı.
Nasıl bir araya getirdin?
Yüzde doksanına sadece haber verdim. Sormadım yani. Film çekiyorum sen de oynuyorsun dedim.
O zaman dostlukların herhalde değil mi?
Tabi tabi, çok eski arkadaşlıklarım. 20, 25 senelik arkadaşlarım hepsi. Mesela diyorum ki Öykü’ye (Serter) kuaför vs… ‘Ne kuaförü!’ diyor. Kuaförünü çağırdı eve kendi her şeyi hazır olarak geldi. Bir tek Halil Sezai dedi ki, ‘Annemle, anneannem bende, pandemi falan nasıl yapacağız abi?’ Dedim, ‘Rahat ol, sahnen açık havada, hiç kimseyle temas etmeyeceksin, gelip, çekip, çıkacaksın’. Hasibe’ye dedim, ‘Oynar mısın?’ ‘Tabi, neden oynamayayım, ayrıca bu senaryo başkasına verilir mi?’ dedi. Oyuncularla görüşmelerim toplam beş dakika sürmemiştir. Gerçekten sadece haber verdim. Çok eski arkadaşlıklar olunca normal. Ama aslında zaten kısa filme oyuncular destek olur. Beni de bugün arasalar ben de tanımadığım biri bile olsa gider oynarım. Tabi bakarım ne yapıyor diye o ayrı, dayanışma anlamında söylüyorum.
Neden destek olurlar?
Kısa film bütçesizdir, parası yoktur zaten onun. Ama oyuncunun çok vaktini almaz. 1 ya da 2 gününü alacaktır en fazla ki benim oyuncularım sette en fazla 20 dakika kaldı. Çünkü zaten herkesin ne yapacağı belliydi. Fotoğraf makinasıyla bütün mekanlara gidip objektife varana kadar fiksledim öncesinde.. Pandemi yüzünden hiçbir şeyi riske atmak istemedim. Bir yapım amiri ‘4 günden önce çekemezsin!’ dedi, görüntü yönetmeni ‘3 günden aşağı bu iş imkansız, bitmez!’ dedi. Biz 2 günde yayıla yayıla çektik. Hijyen dolayısıyla hemen herkesi yollamak istiyordum. Oyuncular dediğim gibi maksimum 20 dakika kaldılar. Kısacası soruna geri dönersem; oyuncunun çok fazla vaktini almaz, genellikle genç insanlar yapar kısa filmi. Ben 46 yaşında kısa film çektim. Başkaları için ilginç bir şey ama benim için değil. Gençlik, çok fazla desteğe ihtiyaç duyulan bir zaman dilimi oluyor genelde ve gerekirse destek de olunuyor. Mesele bu.
orta İkİdeyİm galİba, soğuk, sabahçıyım, okula gİdİyorum, donuyorum. Bİr arkadaşım koşa koşa yanıma geldİ ‘Volkan lan, güldürsene benİ!…’ dedİ, ısınabİleceğİmİzİ düşünmüş olmalı…
Biz seni daha çok oyuncu yönünle Kaygısızlar ve 7 Numara’dan biliyoruz en çok ama sen aynı zamanda senarist olarak da çalışıyorsun, şimdi de yönetmenliği kariyerine eklemiş oldun. Tüm bu alanlarla ilişkini ve yaratım sürecini nasıl yaşadığını sormak isterim. Ve seni genellikle komedi ağırlıklı yapımlarda görüyoruz. Konuşma için de trajikomik diyebiliriz sanırım. Neden komedi?
‘Neden komedi?’ sorusunun cevabını hiçbir şekilde bilmiyorum. Özellikle komedi diye bir tercihim yok. Şunu hatırlıyorum; orta ikideyim galiba, soğuk, sabahçıyım, okula gidiyorum, donuyorum. Bir arkadaşım koşa koşa yanıma geldi ‘Volkan lan, güldürsene beni!…’ dedi, ısınabileceğimizi düşünmüş olmalı… İlginç bir andı benim için o an. Ama bilmiyorum, bir sebebi yok. Robert McKee seminerinde, ‘Öfkeli insanlar komedi üretirler’, dedi. Robert Mc Kee önemli bir senaryo hocasıdır. ‘Vanda Adında Bir Balık’ diye bir film var ya onun senaristi arkadaşıymış. Ve adam öfkeli olmaktan çok sıkılıyormuş, ‘Tedavi olacağım, terapiste gideceğim’ demiş ona. O da demiş ki ‘Sakın yapma, senin motorun o!’ demiş. O yine de gitmiş ve tedavi olmuş. ‘Şimdi çok mutlu ama yazamıyor artık’ demişti. Dolayısıyla öfkelidir diyor komedi üretenler. Ben böyle oldum; ‘Oh be!…’
Nelere öfkelisin peki, onu sorayım.
Bilmiyorum Aytül ya, eskiden de böyle miydim? Sen beni nasıl hatırlıyorsun?
Çok şeye itiraz ettiğimizi hatırlıyorum. O niye öyle, bu niye böyle diye sürekli bir soru bulutuyla dolaştığımızı hatırlıyorum. Bu sorgulamalar ve itirazların ‘İşte…, öyle,…’ gibi refüze edilerek geçiştirilmesi ve durumun neresinden tutmaya çalışsan değişmemesi, hayal kırıklığı ve çaresizlik üretebilir kolaylıkla.
Bundan 10-15 sene önce biri bana ‘Volkan Gergin’ dedi, adım Gergin’e çıktı. Ve ben hiç farkında değilim.
Gündelik hayatımızda ben seni gergin hatırlamıyorum. Gençtik daha az yıpranmıştık belki ondan mı?
Şöyle bir agresiflik değil o; psikopat agresifliği değil. İşle ilgili kendimi komaya soktuğum zamanları biliyorum. Bak hala bizim okuldaki yarım kalan projemize sinirliyim. O anda da çok sinirlenmiştim. Bölüm hocalarından birine gitmiştim, ‘Volkan sen çok yol katettin, biz senin arkandayız’ dedi, odasından küfrederek çıktığımı hatırlıyorum. ‘Yanımda ol, önümde ol diye sana bunu anlatıyorum’ demiştim, içimden tabi. Bir fikrin var ama yol yordam bilmiyorsun, konservatuvar, üniversite bu yüzden var işte. Araştıralım, yeni bir şey yapalım. Öfkenin odağı bu oluyor hep. O öfke sonrasında yaratıcılıkla hemhal oluyor. Oturup üstüne düşünmüyorsun ya, ‘bir şey yaratmalıyım’ diye. Senaryo muhabbetlerinde çok olur; ‘Nasıl buluyorsunuz?’. Çalışarak buluyorsun, bazen akılla buluyorsun. Bakıyorsun, ‘Biz neden böyle bir şey yapmıyoruz’ ya da ‘böyle bir şeyin içinde görmek istiyorum kendimi ‘diyorsun. O bir fikir. Sonra bir yol bulmaya çalışıyorsun.
Peki yönetmenlik nasıl? Sevdin mi?
Yönetmenlik güzel. Kariyer dedin ya sorunun içinde, benim hiç öyle kariyer planım falan olmadı. Kariyer Serdar Ortaç’ın düşünmesi gereken bir alan. ‘Bu yaz bir şarkı bulayım da herkes kopsun…’ Ya da dizilerde oynayan yakışıklı jönlerin ya da güzel kızların düşünmesi gereken bir sorunmuş gibi. ‘Böyle yaparsam kariyerim buraya gider, şöyle yaparsam buraya gider vs…’ Böyle bir fikirden çıkmadı yönetmenlik hadisesi. Zaten bir oyunculuk geçmişim var. Bu arada oyunculuk ile senatistlik birbirine yakın zamanlarda başladı aslında. 90’ların ortasından itibaren skeçler yazıyordum. Bir senaryo satmışlığım yoktu ama arada bir yazarak para kazanabiliyordum. Bir de şansım yolunda gitti. Konservatuvara 93’de girdim, o sene bölüm oyuncusu olarak bir dizide oynadım. 94’de okulu bırakmaya karar verdim, dublaja başladım, 95’de Kaygısızlar’da dublaj yapıyordum sonra orada oynamaya başladım. 96’da profesyonel tiyatrolarda, 97’de Ruhsar’da oynamaya başladım, Devlet Tiyatroları’nda oynuyordum. Ruhsar 4 sezon gitti. Peşine arkadaşlarımla bir tiyatro kurduk, 7 Numara’yı yaptık. Hepsi 10 sene kesintisiz gitti. Fakat benim istediğim şey, dizide oynamak değildi, benim istediğim kabare tiyatrosu yapmaktı. Ve onu da yaptık. 7 Numara tutunca diziye ağırlık verdik, tiyatroyu sürdüremedik. Benim radarımda televizyon yoktu, halen de yok. Tiyatroya devam edebilseydik bugün 20 yıllık bir tiyatromuz olacaktı. Benim bütün planım bir ekip olmak ve o ekiple kabare tiyatrosu yapmaktı ama olmadı. Tabi dönemsel olarak oldu, yaptık ama süregelmedi. Maalesef olmadı…
Sonra 2004 yılında şunu farkettim; dizilerde oynayacağım ve sonra hep dizilerde mi oynayacağım? Ne saçma bir şey!… 7 Numara’dan sonra üstüne hep onun gibi roller gelmeye başladı. O zaman ‘yazı işine ağırlık vereyim’ dedim ve ibreyi biraz daha oraya çevirdim. İlk zamanlar hep şununla karşılaştım; ‘Sen oyuncusun, bir de yetenekli bir oyuncusun, niye yazıyorsun abi!…’ Of!… Bu çok uzun sürdü Aytül. Kültür Üniversitesi İletişim Tasarımı bölümünde senaryo üzerine Yüksek Lisans yaptım. Senaristlik meselesi birkaç zaman sonra yoluna oturdu, para kazandırdı ama mutlu etmemeye başladı. Yazdığım işlerin nitelikleri istediğim düzeyde olmadı. Bu mutsuzluk da beni buraya yani yönetmenliğe getirdi.
E, güzel olmuş o zaman.
Evet ama çok yorucu oldu, çok yıpratıcı oldu. Sinir minir kalmadı. Kim bilir bedenimde nelere yol açtı?
Pekİ yurt dışı satışları nasıl oluyor? İkİye bölüyor dİzİyİ. 140 dakİka olduğu İçİn ve dışarıdaki yayın prototİplerİ 45-60 dakİka arası olduğu İçİn buradakİ bİr bölümü, İkİ bölüm olarak satıyor
Türk dizileri genelde çok uzun süreli. Bu kadar uzun dizi yazmak/yapmak her hafta için çok zorlayıcı değil mi? Bu böyle sürüp gidecek mi ne ön görüyorsun?
Ekonomik sebepler yüzünden böyle sürüp gidecek maalesef. Çünkü reklam pastası çok küçük. Prime Time bir kanalın en çok para kazandığı zaman dilimidir. Bu yüzden Prime Time çok önemlidir. Prime Time ne? Saat 8 ile 12 arası. Eskiden mesela PT1 PT2 vardı. Yani prime time 1 ve prime time 2. PT 1 20:00-22:00 arası, PT2 22:00-00:00 arasıydı. Kanallar PT1’e yarışma koyar, PT2 ye dizi koyarlardı. Ya da iki farklı dizi koyarlardı. Fakat şimdiki reklam gelirleriyle bunu yapamıyorlar, dolayısıyla tek bir işi koymak ve bütün PT’yi bununla kapatmak zorunda kalıyorlar. Peki bu yetiyor mu? Hayır bu bile yeterli parayı kazanmıyor. Nereden kazanacak peki? Yurt dışı satışlarından. RTÜK kanunu gereği, bir programın reklam dilimi açabilmesi için belli bir dakikayı aşması gerekiyor. Böyle olunca yurt dışı satışlarından kazanıyorlar haliyle. Peki yurt dışı satışları nasıl oluyor? İkiye bölüyor diziyi. 140 dakika olduğu için ve dışarıdaki yayın prototipleri 45-60 dakika arası olduğu için buradaki bir bölümü, iki bölüm olarak satıyor. Satın alan ülke için de çok ucuz olmuş oluyor. Bütün sebebi bu. Bu düzen değişir mi? Hiç sanmıyorum. Kanal yöneticisinden, senaristine kadar sektörün tüm bileşenleri mutsuz ama durum çok değişebilir gibi değil. Çünkü ekosistem bu forma oturdu. Çözüm çok uzaklarda maalesef. Reklam pastası büyümeli, RTÜK kanunu yeniden düzenlenmeli, zincir terse doğru tekrar düzenlenmeli.
Peki meslek örgütlerinin etkisi olmuyor mu?
Senaristler Birliği, diziler 90 dakikayken bir eylem başlattı; ‘yerli dizi yersiz uzun’ diye hatırlarsın belki. Sonuç ne oldu? Diziler 140 dakikaya uzadı. ’90 dakika az, daha da uzatalım!’ gibi bir sonuç verdi.
Çok acı tabi ki,
Benim aklım almıyor, hiç kimsenin de almıyor. Dünyada eşi benzeri de yok. Yabancılar çok şaşırıyorlar.
‘Hiçbİr şey eskİsİ gİbİ olmayacak!’ Olacak…. Öyle olsa İnsanlık bİr daha bİr daha savaşa tutuşmazdı
Eski dizilerle şimdiki diziler arasında nasıl farklılıklar var, sence ne değişti de izlediklerimiz de artık çok farklı? Bir de tabi artık özel film ve dizi platformlarının varlığının dizi sektörüne sağladığı fayda ve zararlar açısından neler söylemek istersin?
Süre farkı çok belirleyici tabi. Yurt dışı satışları çok belirleyici. Bizim çocukluğumuzda Brezilya dizileri vardı ya, şimdi o Brezilya dizilerini biz yapıyoruz. Kanallar da sonuçta bir akılla hareket ediyorlar, o yönetici koltuğunda oturan insan da ‘daha naif hikayeler, daha nitelikli işler yapalım’ ister. Fakat olmuyor, döndüremiyorlar. Sen Romanya’ya bir şey satacaksan, oradaki insanların da izleyeceği bir iş satmak zorundasın. Bu da soap opera tarzında işler, entrikaların yüksek olduğu işler. Bunu alıyorlar. Dolayısıyla herkes tutmuş bir işe bakarak, aynının farklısını istiyorum diyor. Hollywood da bunu yapıyor. ‘Aynını istiyorum ama farklı olsun… Aynısını yapamam çünkü!’ diyor. Dolayısıyla ekrandaki işler o kodlarla yazılmış işler. Bu yüzden de hepsi birbirine benziyor. Bu yüzden entrika yüksek. Tabi ki 90’ların biçimsel özgürlüğü yok, fakat o gün de reyting bakılıyordu. O gün mesela Ruhsar diye bir işi kanal kabul edebiliyordu. Biz 7 Numara diye bir şeye ikna edebiliyorduk kanalı. Bunu artık yapamazsın. Dijital platformlar bunu biraz kıracak, onlara birazcık daha farklı içerikler sunulabilecek. Ama orası da daha emekleme evresinde. Biraz daha zamana ihtiyacı var. Dünden daha iyiyiz ama yarını bilmiyoruz.
yoksul tİyatro imkanlarını kullanarak çok güzel çözümler ürettİler. Tiyatro yoksuldur; bİr oyuncu bomboş bİr sahneye çıkar ve ‘ Günlerdİr bu okyanusun orTasındayım…’ der, bİz hepİmİz seyİrcİ olarak evet, okyanusun ortasında olduğuna İkna oluruz.
Gelecek için ne öngörüyorsun tiyatro ve sinema açısından? Ve tabi senin gelecek planların ne?
Pandemi tiyatroların canına okudu. Ve maalesef çok yalnız kaldılar. Özellikle sabit sahneleri olan ve kira ödeyen tiyatrolara çok kolay gelsin, ne denir bilemedim. Herkes kendi çapında destek kampanyaları başlattı ama taşıma suyuyla değirmen döndürmek gibi bu. Umarım vicdanlı mal sahipleri vardır ve kira almazlar. Ben tiyatroya başladığım zaman özel tiyatrolar komedi ağırlıklı oyunlar seçerdi. Dramatik ve klasik oyunları sadece seyirci sıkıntısı olmayan 5-6 tiyatro ve kurum tiyatroları yapabilirdi. 2000’lerden sonra özel tiyatrolar, özellikle yeni gelen gençler, yoksul tiyatro imkanlarını kullanarak çok güzel çözümler ürettiler. Tiyatro yoksuldur; bir oyuncu bomboş bir sahneye çıkar ve ‘ Günlerdir bu okyanusun ortasındayım…’ der, biz hepimiz seyirci olarak evet, okyanusun ortasında olduğuna ikna oluruz. Sinema ya da televizyon o okyanusu göstermek zorundadır… Bir çok tiyatro ‘yoksul tiyatro imkanlarını’ kullanarak, iş hanlarının içinde küçük sahneler inşaa etmeye başladılar ve seyirciyi yeniden tiyatrolara alıştırmaya başladılar. Öylelikle çok gelişti tiyatro. Bize anlatılırdı, 70’lerde 300 tiyatro perde açıyordu, 500 tiyatro perde açıyordu diye ve ağzımız açık dinliyorduk. Neredeyse buraya vardı ve salonlar dolmaya başladı, iyi oyunlara yer bulunamıyor vs… Ben arkadaşlarıma rica ettim; ‘Bulamıyoruz bilet lütfen davetiye ayarlayın, gelip izlemek istiyoruz’ diye. Şimdi pandemi yüzünden terse döndü. Tabi ki, her şey durdu. Moda Sahnesi ‘Sahneden Naklen’ diye bir fikir uygulamaya başladı. Tiyatrolar bunun gibi alternatif çözümlerle ayakta durmaya çalışıyorlar. Fakat tiyatronun kendini daha çabuk toparlayacağını düşünüyorum. Sinemaya geleyim oradan; sinema çarkları büyük bir endüstri. Tiyatro çok daha mobilize olabiliyor, çok daha hızlı hareket edebiliyor. İki kalas bir heves o yüzden deniyor işte. Fakat sinema için durum farklı. Büyük bir şirket 10 milyon liradan aşağı film yapamaz mesela, gişeye çıkan işler için söylüyorum. Art House bir film yapayım desen 1,5-2 milyon lira bütçeye ihtiyacın var. Bir gişe filminin 1 milyon seyirci yapması lazım en az. Gelecekler mi acaba? Tiyatroda deneyebilirsin. Tiyatroda üçümüz bir oyun çıkartırız, cebimizden de 15-20 bin lira harcayıp deneriz. Kimse gelmezse 10. oyunda kaldırıp atabiliriz dekoru bir kenara, gelmiyorlar diye. Filmi ne yapacaksın? Bu yüzden çok büyük bir belirsizlik var. Bu herkesi karamsarlığa itiyor. Platformlar hayatımıza çok yoğun bir şekilde girdi, Netflix gişeye çıkacak bir sürü işi satın alıp kendi ekranında gösteriyor ve herkes şunu demeye başladı; ‘ Acaba sinema ölecek ve Netflix’e mi dönecek. Bu tiyatro için hep konuşulur, tiyatro ölecek mi? Şimdi sinema için de söylem bu… Ölmeyecekler. Yaşayacaklar. Dediğim gibi tiyatro başının çaresine daha iyi bakabiliyor, diğerlerinden vahşi olduğu için. Bu karamsar bir hal tabi ki. Festival filmleri yine başının çaresine bakar, zaten garibimin seyircisi yok. Gişe filmleri etkilenecek. Benim bir senaryom sete çıkacakken durdu bu yüzden, gişe filmiydi onlar. Seyirci beklentisi üzerine yapılan işlerdi. İnsan davranışı değişecek mi? Ekonomik olarak değişmek zorunda kalacak. Öncelik sıralamalarımız değişecek çünkü. Psikolojik olarak bir süre sonra ben her şeyin unutulacağını, normale döneceğimizi düşünüyorum. Hani var ya o artık klasikleşen söylem…. ‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!’ Olacak…. Öyle olsa insanlık bir daha bir daha savaşa tutuşmazdı.
Şu anda ben neler yapıyorum? Halihazırda dijital platformada bir işte çalışıyorum. Bir uzun metraj yapmak istiyorum. Öncesinde bir kısa metraj daha yapmayı planlıyorum. Tüm bunlar için ekonominin biraz daha düzelmesini beklemem gerekecek sanırım. Ama en iyi fikir kağıda düşmüş fikirdir. Bu yüzden yazamaya devam ediyorum.
Volkan Girgin / Oyuncu-Senarist ve Yönetmen