İnci Hekimoğlu
O uğursuz tarih
Recai Ünal arkadaşımdı, dostumdu. İkimiz de Demokrat Gazetesi’nin heyecanlı, amatör gençlerindendik. O polis muhabiriydi, ben de sıkıyönetim mahkemelerini izliyordum. Dolayısıyla ikimiz de faşistlerin tanıdığı ve kolay erişebileceği insanlardık. İkimiz de Fatih’te oturuyorduk. İşten geç döndüğümüzde beni evi bırakır, çoğu zaman da sabah uğrar, birlikte gazeteye giderdik.
Onu son görüşüm, 1980’nin 21 Temmuz gecesiydi. İşten o ve birkaç arkadaş birlikte çıkmış, Gülhane Parkı’nda bir süre oturmuştuk. Sonra da herkes evlerine dağılmıştı. Sanat servisinde çalışan Sevgi, ben ve Recai birlikte Fatih otobüsüne binmiş, biz ondan iki durak önce inmiştik.
Evde, televizyonu açtık. Gece haberlerinde, çuval cinayetlerinden birini daha sıradan bir haber gibi sunmuştu spiker. Ülkücüler kaçırıp öldürdüklerini çuvala koyar ya da battaniyeye sararak kendi kurtarılmış bölgelerinde bir yere atarlardı. Fatih-Karagümrük ve Şişli-Mecidiyeköy hattı "battaniye cinayetleri"yle meşhurdu. Ama mahalle sakinlerinin bile tanıklık edebileceği o merkezler, polis tarafından asla bulunamıyordu.
Ertesi günü, en yakınımızdaki insanın, Recai’nin de bu cinayetlerden birine kurban gittiğini öğrenecektik.
Recai’nin öldürülmesinden sonra benim evimin etrafındaki faşist abluka da kalkmış, anlaşılan karar benim değil, Recai’nin infazı olarak çıkmıştı.
Recai’nin öldürülmesinden önce, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden üç ayrı Recai Ünal cinayetini haber yapmış ve Recai’ye takılmıştık: "Kefeni yırttın Recai, üçledik!"
Düşünün, 19-20 yaşındaki gençlerin aralarındaki espri bu içerikteydi. Ölüm, öldürülmek o denli içselleştirilmişti.
Ayrıca aramızda sözleşmiştik. Kaçırmaya çalışırlarsa, asla sessiz sedasız gitmeyeceğiz, orada öldürülmeyi göze alacaktık. Hem geride tanık bırakabilmek hem de ellerine geçmemek için.
Recai’nin indiği durak tam Fatih Emniyet Müdürlüğü’nün önüydü. Karşı köşesi ise MHP Fatih İlçe binasıydı. Recai’yi sivil giyimli hiç kimse kaçıramazdı. Üzerindeki basın kimliğinde çalıştığı gazete değil sadece "polis muhabiri" yazıyordu. İşin içinde polisin olduğunu sonraki gelişmeler de göstermişti. Soruşturma aşamasında arkadaşımızın öldürülmesini bizim üstümüze yıkmaya kalkan polisler ve hakimlerle karşılaştık.
Şimdi yapılan "sağcısı da solcusu da aynı silahı kullanıyordu" çarpıtması, bugün tüm boyutlarıyla aynen korunan kontrgerilla yapılanmasının zeminini kaydırma çabasından başka bir şey değildir. Devlet görevlileri, kendi verdikleri silahlar yetmiyormuş gibi, solcularda yakalanan silahları da sağcılara dağıtıyordu.
İnsanlar yalnız çatışmalarda ölmüyordu. Ülkücüler polis gözetiminde ev basıyor, kahve bombalıyor, çay bahçelerini tarıyor, kaçırıyor, işkence yapıyordu. O dönemde bir eylemin niteliğinden hangi grubun yaptığını anlıyordun. Solcular da silah kullanmasına rağmen kitle kıyımı ülkücülerin elinden çıkıyordu. Tabi ki çoğunlukla yakalanmıyor, yakalansa da bırakılıyordu.
Recai’nin katilleri de aynı biçimde paçayı kurtardı.
TRT ekranlarında cinayeti ayrıntılarıyla itiraf eden Zihni Açba, Kıbrıslı öğrencilerin öldürülmesinden de sorumlu tutulmuş ama serbest kalmıştı. Kasımpaşa’da CHP’li Bülent Demir başta olmak üzere pek çok ismin öldürülmesinde de failleri azmettirdiğini söylemiş, silahlar tarif ettiği yerde bulunmuş ama delil yetersizliğinden beraat etmişti.
Sonra da MHP’den 26. Dönem Milletvekili olarak Meclis’e girdi. Açba 12 Eylül sonrası "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar" davasında yargılanarak 10 yıl cezaevinde yattı ama hangi suçtan yattığını açıklamak yerine hep "ülkücülükten" demeyi tercih etti.
Zihni Açba, o yılların siyah beyaz ekranlarında Recai Ünal cinayetine iliştin itiraflarda bulunurken, Recai’nin nasıl ve kimler tarafından kaçırıldığını, nerede işkence yapıldığını, neden onu seçtiklerini hiç açıklamadı.
Ne yazık ki Ankara’da yıllara yayılarak görülen bu davalar sistemli biçimde izlenemedi ve yeterli ölçüde müdahil olunamadı. Bunda elbette ki sağ gösterip solu vuran askeri darbenin asıl hedefinin sol kesimler olması birincil etkendi. Ancak sol örgütlenmelerin de olası bir darbe sonrası için hazırlık yapmadığı, darbe dönemi ve sonrasına ilişkin mücadele yöntemleri üzerine hiçbir planlama yapmadığı daha sonra anlaşıldı.
Hâlâ süren bir başka ayıpsa Recai’nin ünlü olmaya zamanı olmaması nedeniyle, öldürülen diğer gazeteciler gibi hatırlanmaması…
O beyaz araç nasıl bırakıldı?
Ne trajik bir tesadüf ki, Kemal Türkler de Recai ile aynı gün öldürülmüştü. Telsizden polisin beyaz bir arabayı uzun süre takip ettiğini dinlemiştik. Ama nasıl olduysa araç terk edilmiş olarak bulunmuş, saldırganlar kayıplara karışmıştı.
O beyaz araçtan Türkler davasının müdahil avukatı Rasim Öz’e söz ettiğimde, Öz şaşırmış ve bu aracın dava boyunca hiç gündeme gelmediğini söylemişti. Öz çok içimi sızlatan şu cümleyi de eklemişti: "Keşki zamanında haberimiz olsaydı."
Türkler davasının sanıklarından, bir dönem DYP’nin İstanbul İl Başkanlığı’nı da yapmış, Mehmet Ağar’ın yakın dostu Celal Adan, Recai’nin faillerinden Zihni Açba’nın da adını verdiği isimlerdendi. Ama savcılığın Türkeş’in ve Namık Kemal Zeybek’in el yazması belgeleri, Haluk Kırcı’nın anlatımları ve tanık ifadelerine dayanarak yaptığı "gerçek tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkmıştır" tespiti hiçbir işe yaramadı. Emri verenler beraat etti.
Zaten failler ‘örtülü tahliye’lerle ya cezaevinden kaçırılıyor, ya yurt dışına kaçırılıyor ya davalar zaman aşımına uğratılıyor ya da hiçbir delil yeterli bulunmuyordu.
Bütün bunlara rağmen hukuka inanmış yargıçlar da çıkıyor, örneğin savcılık, Muhsin Yazıcıoğlu’nun da aralarında bulunduğu bu isimleri "özel görev ve yetkilere haiz güçlü bir üst komite" olarak tanımlama cesaretini gösterebiliyordu.
Bu tespitin doğruluğunu, sonraki yıllar gösterdi. Recai’nin katilleri dâhil hepsi siyaset sahnesini onurlandırdı, işadamı oldu hatta ‘Türkiye onlarla gurur duydu’.
Kemal Türkler cinayeti, Bahçelievler Katliamı gibi davalarından en önemli figürlerinden, savcının sözünü ettiği üst komitenin en önemli tetikçilerinden Ünal Osmanağaoğlu’nun ağabeyi ve suç ortağı Tamer Osmanağaoğlu 27. Dönem milletvekili olarak MHP’den Meclis’e girdi.
Tamer Osmanağaoğlu’nun adaylığı açıklanınca, Birleşik Metal-İş, KETEV ve Kemal Türkler ailesi ortak bir açıklama yaparak, Ünal Osmanağaoğlu’nun ağabeyi Tamer Osmanağaoğlu’nun kimliğiyle yurtdışına çıkarıldığını, Avusturya’da uyuşturucu kaçakçılığından 3 ay tutuklu kaldıktan sonra ağabeylerinin talimatıyla, yine Tamer Osmanağaoğlu’nun kimliğiyle Türkiye’ye döndüğünü hatırlatmış ve şu tespiti yapmışlardı:
"Her kurum kendi tarihsel figürleriyle, şahsiyetleriyle örgütsel, kültürel devamlılıklarını sağlar. Her yapı geçmişten aldığı meşruiyetle, güçle bugünkü icraatlarını yerine getirir. Sizler nasıl ki bu kirli tarihle bugün gayri meşru bir rejim üretmeye çalışıyorsanız; biz emekçiler ve işçi sınıfı dostları da onurlu tarihimizden, demokrasi mücadelesi veren gencecik öğrencilerden, Onursal Genel Başkanımız Kemal Türkler’den aldığımız mirasla mücadelemizi sürdürüyoruz."
Tam da dedikleri gibi, bugün o "kirli tarihe" adeta iade-i itibar yapılıyor ve o "özel görev ve yetkilere haiz güçlü üst komite" yeniden dizayn ediliyor.