19 Temmuz: Kobani'den Rakka'ya Rojava devrimi

IŞİD’e üzülenler hala emellerinden vazgeçmiş değil, Kobani’de devrim fitilini ateşleyenler de inançlarını bileyerek yollarına devam ediyorlar.

Fehim IŞIK*


Türkiye-Suriye sınırı, 1921 tarihli Ankara antlaşmasına göre çizildi. Bu nihai bir sınır çizgisi değildi. Ancak çözümü daha sonraya ertelenen İskenderun ve Hatay dışındaki sınırların tümü neredeyse 1921’de kabul edilen antlaşmadaki gibidir.

Sınırlar çizilirken sınır boyunda yer alan tren hattı da esas alındı. İngilizlerin inşa ettiği tren hattının önemli bir bölümünün güneyinde kalan yerleşim yerleri Suriye, kuzeyindeki yerleşim yerleri ise Türkiye yönetimine teslim edildi. O yıllarda Türkiye henüz Lozan antlaşmasını imzalayıp kendi egemenliğini pekiştirebilmiş değil; Suriye de Fransa’nın mandasıdır.

Bu parçalanmada sınır hattındaki Kürtler neredeyse aile boyutunda birbirinden ayrıldılar. Ailelerden bir kısmı tren raylarından esinlenerek verilen adla Binxet’de, yani tren hattının güneyindeki Batı Kürdistan’da kaldılar; ailelerin bir kısmı da Serxet’te, yani tren hattının kuzeyindeki Kuzey Kürdistan’da kaldılar. Ancak ne Binxet’ın, ne de Serxet’ın adı Kürdistan’dı. Biri Suriye, diğeri Türkiye adını almıştı.

İSYANLAR SONRASINDA KÜRTLER KARDEŞLERİNE SIĞINDI

Kürtlerin bu dönemde devre dışı bırakılması, Lozan’la birlikte ülkelerinin resmen dörde bölünmesi, kalkışmaları da beraberinde getirdi. 1924’te kısmi bir ayaklanmayla yeni cumhuriyetin tekçi dayatmalarına direnen Beytüşşebaplı Kürtler ilk ayaklananlar oldu. Sonrasında 1925’ten 1938’e kadar çok ağır bir bedele de mal olsa Kürtler Türkiye’yi yönetenlerin zulmüne teslim olmadılar. Bu ayaklanmalar sırasında çokça Kürt katledildi. Bir o kadar Kürt de bölgenin diğer ülkelerine, ağırlıkla Suriye’ye geçmek zorunda kaldı. Suriye’ye geçen Kürtleri Batı Kürdistan’da ağırlayanlar elbet Kürtler oldu. Birilerinin iddia ettiği gibi hiçbir Kürt gidip Suriyeli Arapların kapısına sığınmadı.

REJİM KÜRTLERDEN KURTULMAK İÇİN ONLARI MUHACİR YAPTI

Suriye’de Fransız mandasının sonlanması Kuzey’de Kürt isyanlarının bastırıldığı, Türkiye’nin her yönüyle iktidara egemen olduğu yıllara rastlar. Henüz Dersim bastırılmamış olsa da Suriye’de manda yönetiminin bittiği 1936’da Suriye’ye, özellikle de Batı Kürdistan’a çokça Kürt geçmiştir. Bu yılların bir dikkat çekici yönü de Suriye’de Arap milliyetçiliğinin giderek artması, Arapların tam egemenlik adına Hıristiyanlar başta olmak üzere kendilerinden olmayanlara baskıyı artırması, birçoğunu Suriye dışına göçe zorlamasıdır. 2. Dünya Savaşı sonrasında Fransızların Suriye’den tamamen çekilmesiyle güçlenen Arap milliyetçiliği giderek yüzünü Kürtlere döndü. Arap milliyetçileri için artık Kürtler de çıbanbaşıydı.
İktidarı ele geçiren milliyetçi Araplar, Kürtlerin Suriyeli olmadığını, Türkiye’den Suriye’ye geçen mülteciler ya da kendi deyimleriyle, yabancılara karşılık gelen ecnebiler olduğunu iddia etmeye başladılar. Bunu kanıtlamak için ise 1962’de yapılan nüfus sayımını esas aldılar. Kürtlerin Suriye’de vatandaşlıktan çıkarılması, onlara ecnebi kartı verilmesinin başlangıcı da bu yıllardır. Hatta öyle ki bu yıllarda, Suriye’de doğanların bir kısmı bile vatandaşlıktan atılıp onlara da ecnebi kartı verildi.

BAAS DA KÜRTLERİ TEHLİKE OLARAK GÖRDÜ

Kürtlerin önemli çoğunluğunun vatandaşlıktan çıkarılıp mal-mülklerine el konulması, okuma ve resmi kurumlarda çalışma haklarının özel izne tabii olması, daha çok BAAS iktidarı sonrasındadır. BAAS, 1963’te bir darbeyle iktidara geldikten sonra Kürtleri Suriye’nin varlığı için tehlike gördü, örgütlenmelerini önlemek ve etkinliklerini kırmak için her türlü baskıyı uyguladı. Kimliksizleştirmenin yanı sıra Arap kemeri adı verilen politika ile Kürtlerin yaşam alanlarının Araplaştırılması da, BAAS siyasetinin ürünüdür.

BAAS, Suriye’nin farklı bölgelerinde yaşayan göçmen Araplar (Bedeviler) başta olmak üzere önemli bir Arap nüfusunu, 1960’ların ortalarına doğru Batı Kürdistan’a yani Rojava’ya yerleştirmeye başladı. Bu projeyi 1970’lerde Ecevit Türkiye için önerdi ancak yaşama geçiremedi. Saddam ise 1980’lerin başından itibaren İran ile savaşın da oluşturduğu fırsatı kullanarak uyguladı, ancak Kerkük dışındaki bölgeyi Araplaştırmada istediği kadar etkili olamadı. Saddam’ın bu politikayla yaptığı mücemma adı verilen toplu köyler oluşturup halkın silahlı mücadeleye destek vermesini önlemek oldu. Suriye ise bir dönem vazgeçip 1970’lerden sonra tekrar yaşama geçirdiği Arap Kemeri politikası ile Rojava’nın önemli bir kısmını Araplaştırmada başarılı oldu. Rejim, Cezire kantonunda Hıristiyanlardan boşalan yerlere, Türkiye-Suriye sınır hattında önemli bir bölgeye Arapları yerleştirdi. Arap nüfusun yerleştirilmesi ile Rojava’nın demografisi tamamen bozuldu. Kürtler, Rojava’nın bazı bölgelerinde azınlığa bile düştü. En önemlisi de Kürtlerin yaşadığı coğrafya Araplardan oluşan canlı bir sınır ile birbirinden ayrıldı. Tel Abyad, Cezire ile Kobanê arasında; Cerablus ve Azez ise Kobanê ile Afrin arasında Araplaştırılıp Kürtler arasına çekilen kemerin ürünleridir.

Suriye’deki bu baskıcı durum, Arap milliyetçiliğinin mutlak egemenliği 2011’e kadar sürdü. Tunus’ta başlayan ve Arap Baharı adı verilen halk hareketlerinin 2011’in ilk aylarında Suriye’ye de sıçramasıyla Suriye’de de zor günler başladı. Aslında ilk günler Suriye’deki tüm hareketler silahsızdı ve değişim talepleri, tepkiler kitlesel gösteriler biçiminde devam ediyordu. Esad iktidarının göstericilere silah kullanması şiddetin giderek yayılmasını sağladı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi bölge devletlerinin devreye girip Esad’ı iktidardan düşürmek adına çeteci grupları desteklemesi ise yaşanan acı durumun tuzu biberi oldu. Bölge devletlerinin çeteleri silahlandırması, dışarıdan Suriye’ye çete ihraç etmesi Suriye’yi sonuçları ağır bir iç savaşın içine çekti.

HALK MECLİSLERİ İLK OLARAK KOBANİ’DE YÖNETİME EL KOYDU

İç savaşın Arap ağırlıklı kentlerde yayılması sırasında Kürtler daha çok izleyici konumundaydı. Sorunun şiddet yerine demokratik müzakerelerle çözülmesini savunuyorlardı. Kürt temsilciler bu nedenle birçok kez hem Suriye devleti ile hem de bölgedeki diğer etkin güçlerle görüştüler. Kürtler Esad rejiminin politika değiştirmesi, şiddet uygulamaktan vazgeçmesi durumunda sorunun demokratik çözümünün güçleneceğine inanıyorlardı.
Kürtlerin istemleri önemsenmeyip bölgedeki şiddet giderek büyüyünce onlar da kendi tedbirlerini almaya başladılar. Silahlanmayı istemeyen, bunun yerine ilk etapta halk hareketini örgütleyip kendi yaşam alanlarının yönetimini üstlenmeyi hedef olarak önüne koyan Kürtler, özellikle de PYD öncülüğündeki Kürt siyasal hareketi, 2012’nin başından itibaren Halk Meclislerini kurmaya başladı. İzlediği politikayı 3. Yol olarak tarif eden PYD, esasen ne Suriye rejimi, ne de bölgedeki diğer güçlerle çatışmayı hiçbir zaman arzulamadı. İç savaşın bir tarafı olmak yerine Rojava’nın savaş alanı olmasını önleyecek politikalara sahiplik yapmaya başladı.

Bu dönem Rojava’nın özellikle Cezire bölgesinde, Kamışlo’da yer yer sivil gösteriler vardı. Kürtlerin bir kısmı sokağa çıkarak özgürlük ve eşitlik taleplerini dillendirmeye başlamıştı. Suriye rejimi ise Rojava’da çatışma olmamasını kendisi için bir olanak varsayarak Kamışlo ve Haseki dışında Rojava’daki askerlerinin önemli bölümünü çatışmalı alanlara kaydırdı. Rojava’da sadece devletin asayiş ve muhaberat güçleri ile sivil yöneticileri ve bir kısım Arap devlet memurları kaldı. İç savaşa gömülen Suriye’de, rejimi Rojava’da temsil edenlerin çok güçlü olduğu söylenemezdi. Bu, Halk Meclislerinin etkisini artıran bir durumdu. Yerel yönetim çoğunlukla Halk Meclisleri aracılığı ile yürütülüyordu. Eğitim, sağlık, asayiş gibi konularda Halk Meclisleri etkindi.

Bu durum uzun sürmedi. Halk Meclislerinin varlığını kendisi için risk gören rejim yer yer sert müdahalelere ve gözaltılara yöneldi. Halkın tepkisi de gecikmedi. Birçok yerde Halk Meclisleri yönetimi devraldı.

KİMLİKSİZLEŞTİRMENİN İLK MAĞDURU KOBANİLİLERDİ

Kimliksizleştirme ve mülksüzleştirme siyasetinin ilk mağdurları Kobanililerdi. Kobani halkının toprakları onlardan alınmış, önemli bir kısmı hazine arazisine dönüştürülerek işletimi Kobanililere verilmişti. Çoğu kimliksiz Kobanililerin devlet kurumlarında çalışması da olanaksız hale getirilmişti.

Kobani Halk Meclisi, 19 Temmuz 2012’de bu makus talihi değiştirecek önemli bir adım attı. Kobani’nin yönetimini üstlenerek devrim ateşini yaktı.

Birileri hâlâ Kobani’yi devrim olarak görmesin ama biliyoruz ki Kobani, tek bir mermi sıkılmadan, bizzat halkın katılımı ile Rojava devriminin fitilini ateşledi.

Devrimin Kobani’de başlamasının bir önemi de halkın el konulan mülklerini geri almasıydı. Halk Meclisinin ilk kararlarından biri bu oldu. Birileri buna bakarak mı Rojava’da devrim olduğu gerçeğine karşı çıkıyor bilemem. Belki Rojava’da "Devrim Sonrası" filminde olduğu gibi herkes bir anda Marksist olmadığı için de Rojava devrimi görmezden gelinmiş olabilir. Ya da Arap milliyetçiliğinin yer etmesinde önemli bir etkisi olan BAAS’a devrimci ve sosyalist rolü vermeyi sürdürdükleri için de böyle bakabilirler. Ama kusura bakmasınlar Rojava halkı devrimin başlangıcı olarak Kobani’yi gördü, görmeye devam ediyor.

Devrim kısa sürede diğer bölgelere de yayıldı. Elbet şiddetin Rojava’da yaşam bulmaması amaçlandığı için bazı yerlerde rejim güçlerinin kalmasına ses çıkarılmadı, uzlaşı yoluna gidildi. Örneğin Kamışlo ve Haseki bu tür kentlerdendir. Bu kentlerin bir diğer özelliği de ciddi bir Arap nüfusu kendi içinde barındırmasıdır. Eğer uzlaşı tercih edilmez, şiddet öne çıksaydı kanlı bir halklar arası savaş başlayabilirdi. Rojava yönetimi bunu reddetti, istemedi. Bu durum rejim güçlerinin de hesabına geldi. Rojava’da Kürtlerle savaş başlaması durumunda bu çeteci güçler ile onların destekçilerinin ekmeğine de yağ sürecekti.

TÜRKİYE, YAŞANANLARI HAZMEDEMEDİ

Türkiye daha Temmuz ayından önce gelişmeleri tahmin etmiş ve önünü kesmeye dönük girişimlere hız kazandırmıştı. Bölgede rejimin etkisi azaldıkça Türkiye de sınır kapılarını zorluyor, bu kapıları Kürtlere zindan ediyordu. Müslüman Kardeşler’in Mısır’dan başlayarak önünün kesildiğini görünce de Afrika’nın kuzeyinden Nusra Cephesi üyelerini Müslüman Kardeşler’in yerine ikame etmek üzere Suriye’ye taşıyordu.

Türkiye, Nusra Cephesi üyelerini ağırlıkla Hatay üzerinden, bir kısmını ise Ceylanpınar’ın hemen karşısındaki Serêkaniyê’den Suriye ve Rojava’ya sokmaya başladı.

YPG kurulmuştu. Ancak Kürtler bu provokasyonlara rağmen hem erken bir çatışmaya girmemek, hem de savaşı kendi yaşadıkları alanlara taşımamak için bu dönem sınır kapılarının kontrolünü üstlenmedi. Türkiye ve desteklediği gruplarla karşı karşıya gelmemek için çabaladı. Buna rağmen Türkiye Nusra Cephesi’ni Serêkaniyê’de Kürtlerin üzerine saldı. 2012’nin başında başlayan çatışmalar aralıklarla 2012’nin Mayıs ayına kadar sürdü. Her şeye rağmen çatışmalar kısmiydi ve yaygınlaşmadı.

İHVAN, OLMADI NUSRA, O DA OLMADI IŞİD

Müslüman Kardeşler’in (İhvan-i Müslim) devreden çıktığını gördükten sonra Nusra Cephesi’ni sahaya taşıyan Türkiye, bu grubu Kürtlerin üzerine salmakla yetinmedi 2013’ün başından itibaren Suriye’ye girmeye başlayan Irak İslam Devleti’ni Sünnilerin Irak kolunun temsilcisi gibi görüp onlarla Suriyeli Sünniler arasında bir işbirliği kurulması için çabaladı. Kısa sürede Irak İslam Devleti, Nusra Cephesi ile birleştiğini açıklayarak Irak Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) dönüştü. Nusra Cephesi birleşmeyi reddetse de artık IŞİD sahadaydı ve giderek yayılıyordu. 2013’te Suriye’ye giren IŞİD, 2014 Haziran’ında Musul’un işgaliyle önü alınamaz bir biçimde büyümeye, alan hakimiyetini artırmaya başladı.

IŞİD Suriye’de yayıldıkça Türkiye’yi yönetenler de, Türkiye’deki ırkçı ve milliyetçi çevreler de bundan haz almaya, Kürtlerin önü kesiliyor sevinciyle havalarda uçuşmaya başladılar.

IŞİD, öncelikle Nusra Cephesi’nin akabinde diğer tüm örgütlerin bulunduğu alanlarda acımasız katliamlarla yayılırken yönünü, Rojava Devrimi’nin ilk ateşinin yakıldığı Kobani’ye verdi.

Duvara çarptığı ilk yer de Kobani oldu; bu, aynı zamanda IŞİD’in tükenişinin de başlangıcıdır.

Devasa bir direniş sonrasında Kobani işgalcilere terk edilmedi, ‘Düştü düşecek’ diyenlere inat Kobani direndi, emsalsiz zaferini tüm dünyaya ilan etti.

Kobani direnişinin mimarları başka bir şey daha yaptı. Kobani’deki prototip yönetimi geliştirdi, başka halklar ve inanç gruplarıyla birlikte Demokratik Suriye Meclisi’ni kurdu. YPG ve YPJ’nin ötesine geçen bir askeri örgütlenmeyle, Demokratik Suriye Güçleri ile IŞİD’i kovalamaya başladı. Girê sipî (Tel Abyad), Mınbiç, Tabka derken IŞİD’in başkent olarak ilan ettiği Rakka’nın dört bir etrafını sardı.

İnanç ve azim, tüm dünyanın takdirini topladı, kimse IŞİD’e üzülmedi. Bir tek bölgenin ırkçı ve milliyetçileri IŞİD üzüntüsünü taşıyor.

Ama şu da gerçek; IŞİD’e üzülenler hala emellerinden vazgeçmiş değil, Kobani’de devrim fitilini ateşleyenler de inançlarını bileyerek yollarına devam ediyorlar.

 


* Rojava Devrimi'nin yıldönümü vesilesiyle önceki yazılardan derlenerek kaleme alınmıştır. (BN)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fehim Işık Arşivi