Koray Düzgören
Sahibinin sesi olarak danışmanlık...
Bunlar her kurumu yozlaştırdıkları, hiçleştirdikleri ve rezil ettikleri gibi danışmanlık mesleğini de kendilerine benzettiler.
Koray DÜZGÖREN
Her ülkede var bunlardan.
Bazı ülkelerde adını, sanını, sesini hiç duymazsınız. Hizmet ettikleri kişiye bilgi derler, analiz yaparlar. Genellikle de kapalı kapılar ardında. Biz onların görüşlerini genellikle kendilerinden değil, hizmet ettiklerinden duyarız. Bazen de engin bilgi ve deneyimlerini politika sahnesinde kullanırlar. Bu deneyim de yönetilenlere, politik ayak oyunları, aldatmaca, hile olarak döner.
Kimi medya ile kimi ekonomi ile ilgilenir.
Bizde olduğu gibi basketbol, güreş gibi konularda (futbol niye yok acaba?) danışmanı olan başka devlet adamları var mıdır bilmiyorum.
Zaman zaman da bazı mesajları lider kendisi vermek istemezse onların onayıyla konuşurlar.
Bizim gibi ülkelerde bu kişilerin bilgisine, birikimine pek bakılmaz. Çünkü lider, her şeyi bilir. Dolayısıyla, bu kadro, dalkavuklardan, ağzı en iyi laf yapan şarlatanlardan ve liderin istediği gibi konuşup ona en iyi yağı çekenlerden, ikbal düşkünlerinden oluşur. Adına da danışman denilir.
Bunların en iyi örneklerinden birisi olan İlnur Çevik, bir süredir konuşuyor. Öyle kendiliğinden konuşacak, değerli fikirlerini kamuoyuyla paylaşacak biri değildir. Ama kendini pazarlamayı çok iyi bilir.
Fikirleri her devre göre değişir.
Demirel’in, Özal’ın, Çiller’in hatta Erbakan’ın danışmanı olmayı başarmış ender isimlerdendir.
Sınır ötesi danışmanlığı da vardır. Talabani ve Barzani’nin de danışmanlığını yapmış becerikli biridir.
Babasının kurduğu ve Türkiye’nin ilk İngilizce gazetesi olan Turkish Daily News’i Hürriyet’e satana kadar kendisi yönetti.
Daha sonra işadamlığına ve inşaatçılığa soyundu. Önce Irak Kürdistanı’nda Barzani için, parasını ABD’nin verdiği bir televizyon istasyonu kurdu. Güney Kürdistan’da bir süre müteahhitlik de yaptı.
Daha sonra AKP’ye yanaştı. Bu sefer de Tayyip Erdoğan’a başdanışman oldu.
Geçenlerde New York Times gazetesine verdiği demeçle ilgili olarak kendi medyasına konuştu.
Konu Kuzey Suriye idi. Kürtler’di. PYD-YPG idi.
Özetle şunları söylemesi istenmişti kendisinden:
Kuzey Suriye’de Türkiye Fırat’ın batısını istiyor. PYD-YPG Fırat’ın doğusuna çekilmeli. Biz PYD-YPG ile anlaşabiliriz. Barzani gibi olursa eğer. Barzani ile önceleri sorunlar vardı. Sonra yola geldi. Bizim en iyi, işbirliği yaptığımız bir lider oldu. Bağımsızlık mı? Tabii çok soğuk değiliz, ama bir bakalım neler olacak önümüzdeki dönemde.
Sonra biliyorsunuz Barzani yine her seçim döneminde olduğu gibi Türkiye’ye geldi. Hatta Kürdistan bayrağı milliyetçilerin, ulusalcıların ve bazı CHP’lilerin tepkilerine rağmen yine göndere çekildi!
Türkiye’de bayrak tartışması sürerken Barzani döndü, Türkiye tarafından eğitilen ve adına Peşmerge denilen paralı askerleri Şengal’e saldırdı. Çünkü Türkiye devleti Şengal’de Ezidi halkının da tıpkı Rojava’daki Kürtler gibi kendi kendisini yönetmesini, kendi meselelerini kendi seçtiği temsilciler eliyle çözmesini istemiyor.
Barzani de bunu hiç istemiyor.
Barzani birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Türk devleti ne derse onu yapıyor.
Barzani, bir zamanlar kendisine de danışmanlık yapan İlnur Çevik’in dediği gibi ‘İyi Kürt’ rolune devam ediyor. Kürt ve Ezidi’lerin katledilmesi pahasına.
Nitekim Başdanışman Yeni Birlik Gazetesi’nde yazdığı yazıda bu konuyu önceden duyuruyor. Barzani’nin de bir yandan PKK tarafından hem Kandil’den, hem Sincar’dan, hem Süleymaniye’de kendisine muhalif Goran hareketi ve Talabani’nin adamları tarafından kuşatıldığını söylüyor.
Onun da hem Irak’ta hem de Suriye’de PKK varlığından hiç memnun olmadığını, bu nedenle "Hatta Suriye’de PYD ve PKK ikilisine karşı Peşmergeyi kullanmayı bile göze alacak durumda." olduğunu dile getiriyor.
Sonrasını biliyoruz.
Peki PYD-YPG, danışmanın dediğini yapar Barzanileşebilir mi?
Bence bu söz konusu bile olamaz. Danışmanın bunu bilmemesi mümkün mü?
Danışman, burada devlet adına tehdit savuruyor. "Barzani gibi olmazsanız biz sizi yola getirmesini biliriz" diyor
ABD’nin, Erdoğan yönetiminin her türlü tehdit ve şantajına rağmen DAİŞ’e karşı mücadelede, söz gelimi Rakka’nın geri alınmasında Türkiye’nin bütün karşı çıkışlarına rağmen Rojava Kürtleri ile birlikte hareket etmesi, herhalde danışmanı da patronunu da sinir etmiş olmalı.
Şimdi onun acısını Ezidi halkından çıkartmaya çalışıyorlar.
Aslında bu devletin son yüzyıldır neredeyse değişmeyen paradigmasıdır. Türkiye’nin içindeki Kürtleri de, sınırlarının ötesinde yaşayanları da eşit haklara, hukuka sahip insanlar olarak tanımamak. Kendisine tabii olursa bazı hak kırıntılarını bahşetmek, hatta zorda kalırsa bayrağına bile göz yummak ama buna razı olmazsa onları yok saymak.
Danışman utanmadan New York Times’a bunları söylediğini anlatmıştı kendi medyasına.
Hiçbir şey söylediği gibi olmadı. Olması da mümkün değil.
Aynı danışman, birkaç gün önce de iç politikaya el attı ve referandum konusunda niçin ‘evet’ denilmesi gerektiği konusunda tehditler savurdu.
"Eğer evet çıkmazsa Türkiye, 7 Haziran seçimlerinden sonra yaşadığı kabusu mumla arayacak" buyurdu.
Burada iki itirafı birarada görüyoruz.
Birincisi, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin iktidar çoğunluğunu kaybetmesinden sonra barış sürecine son verilmesinin, yaratılan kaosun, kanlı devlet şiddetinin kendi eserleri olduğunu açıkça itiraf ediyor.
İkincisi de ‘evet’ çıkması durumunda, yüzlerce kişinin öldürüldüğü, şehirlerin, kasabaların, mahallelerin yerle bir edildiği, yüzbinlerin göç etmek zorunda kaldıkları o kanlı olayların misliyle gündeme geleceğini söylüyor.
Halkı, özellikle de ‘evet’ oyu vermek istemeyen kendi seçmenini tehdit ediyor.
Cumhurbaşkanı kendi ağzıyla söylemek istemediği şeyleri danışmanına söyletiyor.
Cumhurbaşkanının diğer danışmanlarına hiç değinmiyorum…
Bunlar her kurumu yozlaştırdıkları, hiçleştirdikleri ve rezil ettikleri gibi danışmanlık mesleğini de kendilerine benzettiler.
Biz zaten onları danışman olarak değil, sahiplerinin sesleri olarak biliyoruz.
Ama unutulmasın sahiplerinin sesi olmak, onları sorumluluktan kurtaramaz.