Koray Düzgören

Koray Düzgören

Saray’ın Yargıtay’ı sahibinin Danıştay’ı

Eskiden 'Söz konusu devlet olunca hukukun, adaletin lafı bile olmaz' diyen bir yargımız vardı. Şimdi de, söz konusu Erdoğan olunca hakkın, hukukun, lafı bile olmaz diyen bir yargımız var.

Sevgili dostum Ragıp Zarakolu’nun ‘Adalet yeni mi bozuldu?’ başlıklı son yazısı Türkiye’de unuttuğumuz bir gerçeği bize hatırlatıyor. Zarakolu, mahkemelerin bağımsızlığının şimdi dibe vurmadığını, aslında hep dipte olduğu vurguluyor.

Birkaç gün önce Danıştay, Artvin’in benzersiz doğa cenneti Cerattepe’sinde Cengiz Holding’in madencilik yapmasını onaylayan bir karar verdi. Bu karar aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istediği bir karardı. Danıştay yöre halkının taleplerini de hiçe sayarak bir doğa harikasının yok edilmesine yol açmış oldu.

Bu haberi okuyunca böyle bir yazı yazmayı düşünmüştüm.

‘Sahibinin Danıştay’ı olacaktı başlığı. Bu sahiplik meselesinin yeni olmadığını kendimden örnek vererek anlatacaktım.

Ragıp bunu insan hakları savunucularına yönelik planlı toplu gözaltı olayı vesilesiyle yazmış. "Eskiden de yüksek yargı, devletin yargısıydı diyor" özet olarak.

Bizimkisi hayli eskilerde cereyan eden bir olay.

12 Mart 1971’de darbe yapan faşist generaller cuntası hem ülke genelinde hem de devlet kurumları içinde solcu avına çıkmıştı. Ben o sırada yeni yayına başlayan TRT televiyonunda çalışıyordum. Aynı zamanda da Mülkiye’de

(Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi) öğrenciydim.

Sol eğilimli gençlerin çoğunlukla olduğu bir ekiple birlikte üç yıl önce Türkiye’de televizyon yayınlarını başlatmıştık. İlk başlarda haftada üç, sonra beş derken günlük yayınlara geçildi. Televizyon önce sadece Ankara ve çevresine yayın yaparken gelişen radio-link teknolojisi sayesinde ülkenin başka bölgelerine de yayınlar iletilmeye başlandı.

Televizyon birden bire popüler bir yayın organı haline geldi. Adeta insanların yaşamlarının ayrılmaz bir parçası oldu. Görüntüye dayandığı için çok etkileyiciydi. Bu nedenle ülkeyi yönetenlerin de en fazla önem verdiği bir mecra olmuştu.

Televizyon sayesinde insanlar sadece eğlenmiyor, dünyanın en popüler dizilerini ya da önemli spor olaylarını izlemekle kalmıyor, aynı zamanda ülkenin en el değmemiş sorunlarıyla da tanışıyorlardı.

Türkiye insanı ilk kez Türkiye’de, söz gelimi Güneydoğu’da, Doğu’da, Karadeniz ve Ege’nin dağ köylerindeki yaşam şartlarının ne olduğunu görmeye başladı. Görünce de dehşete kapıldı. O ilk yıllarda TV yayınlarında yalın bir gerçeklilik vardı. Belli bir denetim söz konusuydu ama nihayetinde TRT özerkti.

Siyasi iktidara karşı özerkliğin ne olduğunu şimdi anlatsam da kimse ciddiye almaz.

Cuntacı generallerin Danıştay’ı ziyareti

Ülkeye el koyan 12 Mart generallerinin ilgilendikleri ilk kurum bu nedenlerle TRT oldu.

Cunta, TRT’ye Muhabere Korgeneral Musa Öğün’ü tayin etmişti. (Muhabere, yani iletişim, telefon, telsiz, telgraf vb.)

General Öğün tayin edildikten bir süre sonra televizyonun tek stüdyosunda bizi topladı. Bir avuç programcıydık. General o gün esti, gürledi. Solcu yayınlar yaptığımızı, ülkenin kötü taraflarını gösterdiğimizi, yoksulluk, sefalet, yolsuzluk varmış gibi bir izlenim yarattığımızı falan söyledi. Sonra da bize, "Ayağınızı denk alın, gerekirse hepinizi kovarız, 15-20 muhabere subay ve astsubayla bu televizyonu biz de yönetmesini biliriz. Nihayetinde burası da bir anten sayılır…" dedi. Bu lafa çaktırmadan gülenlerimiz oldu tabii.

Ama general ciddiydi. Bir süre sonra hepimizi değil ama aralarında benim de olduğum, solculuğu bilinen ya da tahmin edilen 15 programcının görevine son verildi.

Bizi solcu olduğumuz için değil, inanılmaz bir başka nedenle işten attılar. Sivil savunma yönetmeliğinin bir maddesinde, ‘Güvenilmez insanlar TRT binalarına giremez’ diye bir hüküm bulup bunu gerekçe diye gösterdiler.

Durum aslında komikti. Böyle bir gerekçeyi hangi mahkemeye göstersek bu karar iptal edilebilir diye düşünüyorduk.

İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından, sonra da genel başkanı olan Nevzat Helvacı benim avukatımdı. Danıştay’a başvurmaya karar verdik.

Fakat o günlerde ilginç bir şey oldu. 12 Mart Cuntası’nın bazı üyeleri Danıştay Başkanlığını ziyaret ettiler. Cunta sadece bizleri işten atmamıştı. Darbe mağduru çok kişi vardı ve bunların da Danıştay’a dava açmaları çok doğaldı.

İşte Cunta, bu davaların toptan önünü kesmek için Danıştay’ı ziyaret etmişti. Bu ziyaret o günlerde etkisini göstermiş ve Danıştay devlet sorumluluğuna uygun(!) kararlar almaya başlamıştı.

Bu durumu gören Avukatım Nevzat Helvacı, "Bu Danıştay’dan birşey çıkmaz’ diyerek dava bile açmadı.

Çok sonraları, 12 Mart darbesinin etkileri azalıp, siyaset normalleşmeye başlayınca Danıştay’ın kararları da değişmeye başladı. Aynı şekilde işlerine son verilen ve iptali için Danıştay’a geç müracaat eden bazı arkadaşlarımıza mahkeme iptal kararı verdi. Yıllar sonra görevine dönenler oldu.

Danıştay aleyhine Danıştay’a açılan dava

Ben, TRT’den atılınca ona en yakın iş olan yazılı basına yöneldim. Ankara’nın Babıali’si olan Rüzgarlı Sokak hayatım başladı.

Bir yandan da Danıştay’ın durumunu gördüğüm halde orada idarı yargıç ya da kanun sözcüsü olarak çalışan çok sayıdaki Mülkiyeli büyüklerimiz ile arkadaşlarımızın da telkiniyle Danıştay’a girmeye karar verdim.

Çünkü herşeye rağmen orada yargıç teminatı vardı. Yani kolay kolay işten atılamayacaktım!

Mülkiye’nin idari şubesini bitirmiştim ve idare hukukuna ilişkin derslerde çok iyiydim.

Danıştay’ın açılan ilk sınavına katıldım ve yazılı sınavda ilk beşe girdim. Daha sonraki sözlü sınavda ise daha başarılıydım. Çok çetrefil bir idari hukuk problemini çözdüm ve toplamda dördüncü olarak sınavı kazandım. Adım da kazananlar arasında ilan edildi.

Ama bir türlü atamam yapılmadı. Sonra öğrendim ki hakkımda MİT raporu olduğu için atanmam sakıncalı bulunmuş. Bu bilgileri sağolsunlar orada çalışan arkadaşlarımdan alıyordum. Hatta daha sonra onlardan biri, bana hakkımdaki MİT raporunu bile gösterdi. Raporda, Mülkiye’de Sosyalist Fikir Klubü’nun kurucularından biri olduğum ve aynı zamanda da Türkiye İşçi Partisi’ne üye olduğum yazıyordu.

O zamanlar Fetullahçılar piyasada olmadığı için MİT faaliyetlerinin ağırlığı solculara ilişkindi.

Bu MİT raporu, sonraları birçok yerde daha karşıma çıkacaktı. Hatta aynı MİT raporunun, tabii sonra yapılan eklerle dosyasında durduğuna eminim!

Daha sonra yine Danıştay’daki arkadaşlarımın teşviki ile Danıştay aleyhine Danıştay’da dava açmaya karar verdim. Böylece hakkımı arayacaktım. Arkadaşlarımın da yardımıyla iyi bir dava dilekçesi hazırayıp davayı açtım.

Pek görülmüş bir şey değildi bu. Eski Danıştay mensupları da davayı ilgiyle izlemeye başlamışlardı.

Neyse, sonuçta tabii davayı kaybettim. Danıştay kendisini inkar edecek değildi ya! Davayı kaybettiğimi bana tebliğ ettikleri gün, o sırada Danıştay’ın Başkanı olan ve zamanının da saygın bir idari hukukcusu olarak bilinen İsmail Hakkı Ülgen beni kabul etti.

Kendisine, "Danıştay bu hukuksuzluğu nasıl yaptı?" diye sordum. "Siz vatandaşları devletin hukuksuzluklarına, haksız uygulamalarına karşı korumakla yükümlü bir yüksek yargı kurumusunuz. Üstelik bağımsızsınız ve anayasal teminatınız var" dedim.

Kalkıp yanıma geldi. Hiç unutmuyorum. "Aslında bu davada sen haklısın Koray. Ama bizim önceliğimiz devlet. Biz nihayet devletin uzantısı sayılırız" 

dedi.

Danıştay’ın en saygın olduğunu zannettiğimiz günlerde bile Danıştay işte buydu.

O zaman devlete, devletin yüce kurumlarına biat esastı. Zaten yargı organlarının başında olan savcı ya da yargıçlar birkaç istisnası dışında şunu söylemiyor muydu:

"Söz konusu devlet olunca hukukun, adaletin lafı bile olmaz."

 İşte hiçbir zaman bağımsız olamayan böyle bir kurumu Erdoğan’ın ele geçirmesi ve kendisine biat eden sıradan bir bürokratik ofise çevirmesi çok kolay oldu.

Şimdi de söz konusu Erdoğan olunca hakkın, hukukun, yasanın, anayasanın lafı bile olmaz diyen bir yargımız ve tabii onun göstermelik Yüksek Yargı organları var.

Niye şaşıyoruz, Ragıp dostumuzun dediği gibi.

Eskiden devletin Yargıtay’ı, sivil-asker bürokrasinin Danıştay’ı vardı.

Şimdi Saray’ın Yargıtay’ı, sahibinin Danıştay’ı var. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Koray Düzgören Arşivi