Savaş Kılıç

Savaş Kılıç

Semantik emperyalizm

Bir Çin ya da Arap klasiğini neden İngilizce çevirisinden yapılmış Türkçe çevirisinden okumak zorunda olalım? Makine çevirisiyle bütün dillerin İngilizceye raptiyelenmesinin zamanla çivilemeye dönüşme ihtimali de var. “Semantik emperyalizm” dediğim de bu.

Her dil dünyaya ve kafamızın içindekilere dair bir harita sunar aynı zamanda. Dilleri konuşan toplulukların, özellikle de o toplulukların belli kesimlerinin (çünkü bir dili konuşanlar türdeş bir topluluk oluşturmaz) algılarına göre şekillenir bu harita. Söz konusu topluluk ve kesimlerin dünyayı ve fikirleri kesip biçme ve bir araya getirme konusundaki çoğu zaman bilinçsiz tercihleri dillerin anlam haritalarının birbirinden farklı olmasına yol açar. Siyasi, felsefi ya da psikolojik açıdan yorumlanınca zaman zaman anlamlı veriler sunar bu farklar; örneğin cinsiyet ayrımcılığına, dili konuşan topluluğun dışladıklarına, değer verdiklerine dair ipuçları, izler buluruz.

Buradan yola çıkarak da kimi zaman aceleci, kimi zaman da dikkatli analizler yaparız. Örneğin İngilizcede hair kelimesi hem “saç” hem de “kıl” anlamına gelir (burada “anlam”ın anlamı üstünde duramayacağım) oysa Türkçede ve Fransızcada bu iki anlam için iki ayrı kelime vardır. Ama bu durumdan İngilizcenin yoksul olduğu sonucunu çıkaran pek olmaz, ki bu da yanlış bir tutum değildir (buna karşılık İngilizcede bir kavram alanında iki ayrı kelime varken Türkçede olmadığında Türkçenin yoksul olduğu sonucuna biraz hızlı varılabiliyor, bunun yanlışlığına da fırsat buldukça değiniyorum). Keza bu durumdan İngilizce konuşanların saç ile kıl arasındaki farkı bilmediği sonucunu çıkaran da pek olmaz, bu da yine isabetli bir tutumdur.

Fakat tam tersine şahit olduğumuz vakidir: “Filanca dilin en eski halinde ya da bilmem hangi ilkel dilde x ile y arasında sözel olarak ayrım yapılmıyor, demek ki bu halklar o fenomenlerin farkında değildi” gibisinden aceleci yorumlara denk geliriz. Bu tür yorumlardaki yöntem sıkıntılarına şimdilik değinmekle yetineyim: Kavram alanını incelemek yerine tek kelimeye yönelmedeki atomizm, buna bağlı olarak dillerin eşzamanlı yapılar değil de tarih içinde hep özdeşlik içinde yaşayan, üst üste yığılmış kümeler olduğu varsayımı (yani diyelim ki Türkçe bir kelimenin 19. yüzyılda ve 20. yüzyılda sesteş olmasından, aynı şekilde söylenip yazılmasından, hep aynı kelimenin söz konusu olduğu sonucunun çıkarılması, başka örneklerde bariz düzanlam değişikliği belki fark edilirken diyelim ki yananlamdaki değişikliğin gözden kaçması) ya da bugünkü dilde var olan bir kelimenin 10 yüzyıl önce olmamasını kavramın o dönem bulunmadığına yorma yönündeki gaflet (örneğin arkadaş kelimesinin yakın zamanda ortaya çıkmış olmasına bakarak Eski ya da Orta Türkçede bu kavramın bulunmadığını sanmak); kökeni anlamın belirleyicilerinden biri değil de mutlak hâkimi saymak, vs. Tek dil üstüne “düşünürken” yapılan bu tür hatalar diller karşılaştırılırken –tahmin edileceği üzere– daha vahim sonuçlar doğuruyor.

Dillerin anlam haritalarındaki farklar, belki de kolay olduğu için, sık sık dikkatimizi çekiyor ve bunlara dair geviş getirmek hoşumuza gidiyor ama bu haritaların epey sık örtüştüğünü de bir şekilde biliyor, en azından seziyoruz, çünkü başka bir dili anlamamızı ve o dilden bir metni çevirmemizi mümkün kılan asgari zemin ortaklıklardan oluşuyor. Bu ortaklıkları ve farkları saptamak iki ya da üç dil söz konusu olduğunda nispeten kolay ama bütün dillerdeki ortak öğeleri saptamaya çalışan dilbilimciler yüz kelimelik bir liste oluşturmakta epey zorlandılar – tabii dilbilgisel ortaklıkları bulup çıkarmak, sıralamak ve açıklamak daha da zor oldu, oluyor. Bu çalışmalar sırasında yaşanan sıkıntılardan biri de “semantik evrenseller” için neyin ya da hangi dilin esas ya da nirengi noktası alınacağıydı: Her dil dünyaya ve kafamızın içindekilere dair az çok farklı bir harita sunuyorsa karşılaştırmanın değişmez unsuru ne olacaktı? Biraz teknik bir deyişle, ortak-ölçülülük nasıl kurulacaktı? Bu noktada uzun tartışmalar olmadı, yerine pratik kendini dayattı: Siyasi ve siyasal-iktisadi sebeplerle İngilizce dünyanın yeni lingua franca’sı (ortak iletişim ve ticaret dili) olduğu gibi, dilbilim araştırmalarının da ortak-ölçüsü haline geldi; dünya dilleri İngilizceye referansla betimlenir oldu.

Buna benzer bir başka ilginç gelişme olduğunu fark ettik son zamanlarda: Onlarca dilden onlarca dile çeviri yapabilen hayranlık uyandırıcı programlar meğer kaynak-dildeki metni önce İngilizceye çevirip sonra istenen hedef-dile aktarıyormuş. Diyelim ki Almancadan Türkçeye çevrildiğini sandığımız metin meğer yine İngilizceden Türkçeye çevrilmişmiş.

İkinci dilden yapılan çeviriler konusundaki sıkıntıları çevirmenler ve çeviri incelemeleriyle uğraşanlar az çok bilir. Her çeviri kaynak-metne göre belli bir kayıp göze alınarak yapılır. Diyelim Fransızcadan İngilizceye yapılmış bir çeviride, çevirmenin, redaktörün bütün iyi niyetine rağmen, metnin niteliğine bağlı olarak kimi zaman küçük, kimi zaman hatırı sayılır kayıplar olur. Çeviri yapmak ve çeviri okumak demek bu kaybı baştan kabullenmek demektir (kabullenmek istemeyen, “melankolik” çevirmenler ya da uzmanlar da vardır, o ayrı). İkinci dilden çeviride, en iyi ihtimal, bu saydığımız kayıpları kabullenip üçüncü dilde yeni kayıplar yaratmamaktır. Ama iki ihtimal daha vardır. Birincisi kötü: Metin ikinci dilden üçüncü dile aktarılırken yeni kayıpların oluşması muhtemeldir. İkincisi daha da kötü, biraz hazin: Birinci dilden ikinci dile çevrilirken oluşmuş kayıpların en azından bir kısmı, metin birinci dilden üçüncü dile aktarılırken belki de oluşmayacaktı. Yukarıdaki hair örneğine dönersek: Saç ile kıl arasında ayrım yapan Fransızca bir metin İngilizceden çevrildiğinde oluşacak muğlaklık, aynı metin doğrudan Fransızcadan çevrilseydi meydana gelmeyecekti. Gibi.

Diller arasındaki bu kolay hizaya gelmeyen semantik ilişkilerin makine çevirisi için de bir sorun kaynağı olduğu anlaşılıyor. İngilizcenin lingua franca olması anlaşılır ve kabul edilebilir bir durum olabilir, ama düşüncenin evrensel dili haline gelmesi için bir sebep var mı? Çin’de üretilmiş bir malın kullanım kılavuzunun önce İngilizceye çevrilip Türkçeye aktarılması sonucunda büyük bir kayıp olmayabilir, bir şekilde aleti kullanmayı başarabiliriz. Ama bir Çin ya da Arap klasiğini neden İngilizce çevirisinden yapılmış Türkçe çevirisinden okumak zorunda olalım – hele ki Çincesinden yahut Arapçasından çevirenler varken? Mevcut gelişmeleri dikkatli okursak, makine çevirisinin kitap alanına taşınmasının nihai sonucu bu olacak.

Bu işin bir boyutu, bir diğer boyutu ise bütün dillerin yazılımla İngilizceye bu şekilde raptiyelenmesinin zamanla çivilemeye dönüşme ihtimali. “Semantik emperyalizm” dediğim de bu. Makine çevirisinin ve ona bağlı pratiklerin yerleşmesiyle, bütün dillerin anlam haritalarının er geç İngilizceyle bire bir örtüşür hale gelmesi muhtemel. Dünyayı ve kafamızın içindekileri İngilizce üzerinden anlamak isteyenler olabilir, buna alışmış ya da mecbur olanlar da; ama dillerin İngilizcenin anlam haritasına çivilenmesi ihtiyari bir durum yaratmayacak, başka türlü anlamlandırmak isteyenler için başka dilsel dünya görüşlerinin ortadan kalkması demek olacak.

Bu noktada birlik ile çeşitlilik arasındaki zorlu ilişkiye dönmeden edemiyorum. Dünyanın Bir’e meyletmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünebiliriz (ki benim kabullendiğim oluyor) ama çeşitliliğin bu şekilde yok olmasına razı gelmek zorunda mıyız? Boyun eğmek istediğimiz Bir bu mu? Benim değil.


Savaş Kılıç: 1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Savaş Kılıç Arşivi