Dil-içi çeviri

Tarihsel metinleri çevirmek, ana dilimizden çeviri yapsak bile o dilin "eski" halinin şimdikiyle pek çok bakımdan örtüşmediğini bilmekle mümkündür. "Eski" dille ilk karşılaşmalarımızda, o dil günümüzde konuşulmadığı için farklılık öncelikle biçimseldir.

“Her şeyi tarihselleştirmek” için eski metinlerle uğraşmamız gerektiğine değinmiştim. Hepimiz filolog olamayacağımıza, olmamıza gerek de olmadığına göre, ihtiyaç duyulan şeylerden biri dil-içi çeviri. Tarihçiliğin abecesi geçmişin başkalığını bilmektir ama prezantizm (geçmişi şimdi gibi sanmak) tarihsel metinlerle uğraşanların ister istemez karşı karşıya geldiği, farkında olmadan düştüğü tuzaklardan biri. Geçmişin dilsel anlamda kökten başkalığını kabul etsek bile bu başkalığı tanımak ve, işimiz çeviri olduğunda, günümüzün diline aktarmak o kadar kolay değildir her zaman. Örneğin Eski Türkçeden ya da Eski Anadolu Türkçesinden çeviri yapmak Eski Yunancadan Türkçeye çeviri yapmaktan daha zor olabilir, çünkü bizi aldatabilecek çok tuzak olduğu gibi dil-içi çeviriyi tam tamına çeviri olarak görmemekten kaynaklı hatalar yapılması da muhtemeldir.

Tarihsel metinleri çevirmek, ana dilimizden çeviri yapıyor olsak bile o dilin “eski” halinin şimdikiyle pek çok bakımdan örtüşmediğini bilmekle mümkündür. “Eski” dille ilk karşılaşmalarımızda, o dil günümüzde konuşulmadığı için farklılık öncelikle biçimseldir bizim için. Yani öncelikle muhtemelen başka bir alfabe söz konusudur. İkinci olarak da imlayla ilgilidir başkalık. Diyelim, birtakım kelimelerin yazılışının eskiden farklı olduğunun ayrımına varırız ilkin. Tabii, biraz düşünürsek, farklı olanın aslında sesletim olduğunu anlarız. Türkçeden bir örnek verecek olursak, bugün kadın şeklinde söyleyip yazdığımız kelimenin eskiden katun şeklinde yazıldığını, demek ki o zaman böyle telaffuz edildiğini fark etmek çok zor olmaz bizim için. Buna karşılık, eski dildeki birtakım yazımlar bugünkü dilde de varsa bizim için aldatıcı olur: Örneğin Eski Türkçede at şeklinde yazılan kelimenin bugünkü gibi binek hayvanına değil “isim” anlamındaki ad’a karşılık geldiğini anlamak biraz daha fazla dikkat ister. Bu duruma çeviriden de bir örnek verebilirim. Milton diyormuş ki “Thou art become the Dungeon of thyself” (“Kendi kendine oldun zindan”). Burada to be fiilinin 2. tekil şahıs çekimi olan art günümüzdeki İngilizce art zannedilebilir. Buna bilmemekten kaynaklı basit bir hata deyip geçebiliriz ama mesele dilbilimci gözüyle önemli: Sıradan bir konuşurun bilinci geçmişi tanımaz, yani dilin geçmişiyle (eski dille) ilgilenmemiş bir kişi gramer düzeyinde bile biçimsel özdeşliği işlevsel özdeşlik zannedebilir.

İkinci bir zorluk geçmişteki bir öğe ile şimdiki arasında biçimsel özdeşliğe ilaveten anlamsal yakınlık bulunmasından dolayı iki öğenin anlamını aynı zannetme yanılgısıdır. Bu duruma “Kalın Abdal” üzerinden, kendi kendimle dalga geçerek değinmiştim. Kısaca, kalın kelimesi geçmişte de var, bugün de var, o zaman geçmişteki anlamı da bugünküdür zannetmek. Bir başka örnek olarak Cemal Kafadar’ın İki Cihan Aresinde kitabında (Metis, 2019, s. 172) değindiği gaza ve gazi kelimeleri üzerinde durabiliriz. Örneğin Mustafa Kemal’e TBMM kararıyla verilmiş gazi unvanı ile 13-15. yy arasında hâkim gaza ideolojisi çerçevesinde “fetih” ve yağma faaliyetlerinde bulunmuş savaşçılar arasında bir bağ var mı? Mustafa Kemal dinsel hükümlerin meşrulaştırmasına binaen savaşmış, “fetih” ve yağma faaliyetlerinde bulunmuş bir “din serveri” midir? Değilse, gazi ne demekti 20. yy başında? Hadi bunun çeviriyle bağını da kuralım: Mustafa Kemal’in unvanını İngilizceye çevirmek zorunda kalsaydınız ne derdiniz? Google Translate’e sorarsanız “veteran”, halaskâr gazi’ye de “patriotic veteran” diyor.

Çeviribilimde “yalancı/sahte eşdeğerliler” (faux amis) denen sorunun dil-içi veya tarihsel örnekleri diyebiliriz andıklarımıza. Kelime düzeyini aşan bir örnek vereyim, Aşıkpaşazade’den (imlayı modernleştiriyorum): “Ve [Osman Gazi] bir nice gazileri baş bezleriyle avrat donuna koydu.”

Bugünkü Türkçede kullanılmayan tek kelime yok bu cümlede. Günümüz konuşuru açısından en belirgin fark şu: “Avrat” kelimesi taşra ağızlarına özgü ve yericileşmiş durumda. Anlamının, bugünkünün aksine “eş, zevce”den ziyade genel olarak “kadın”a karşılık geldiğini metinden çıkarabiliriz yine de. Biraz daha kafa yorduğumuzu düşünelim: “Don” kelimesinin geçmişte, bugünkünün aksine “iç çamaşırı” anlamına gelmediğini, daha geniş bir değeri olduğunu çıkarsayabiliriz. Onun için ipucu var metinde: “Avrat donuna” sokmaya yarayan şey “baş bezi”. Üçüncü fark “gazi” kelimesinde. Bugün “savaştan sağ çıkmış, belki yara almış eski asker” anlamında kullanıyoruz. Ama metnin öncesini sonrasını da okuyunca biliyoruz ki burada “gazi” savaştan çıkmış, emekli diyebileceğimiz askeri değil muharip askeri anlatıyor. Bu farkları göz önünde tutarak günümüz diline çevirelim: “Ve birçok savaşçıyı başörtüsüyle kadın kılığına soktu.”

Kaynak-metnin hedef-metinde değişmeyen üç kelimesi var: “bir”, “ve” ile “baş”. Bu kadar kısa bir örnekte bile çevirirken neredeyse bütün kelimeleri değiştirmemize sebep olan ne? Kelimelerin değerinin değişmiş olması. Buna yapısal süreksizlik diyelim. Filoloji eğitimi almamış biri, 15. yüzyılda yazılmış bir metni okumaya çalıştığında her şeyi olmasa da bir şeyleri anlıyorsa, bunu mümkün kılan ne? Buna da yapısal süreklilik diyelim.

Süreklilik ile süreksizlik arasındaki ilişkileri anlamak için, tarihte özdeşlik meselesiyle ilgili karmaşık dilbilim tartışmalarına girmek gerekiyor. Kısaca söyleyecek olursam, bir dilin tarihindeki dönemsel katmanları (işbu örnekte Eski Anadolu Türkçesi ile 21. yüzyıl Türkiye Türkçesini, ama iki katman arasında bu kadar uzun süre olması gerekmiyor, 15. yy ile 16. yy da iki ayrı katman olabilir) ayrı birer eşzamanlı yapı saymak ve bu eşzamanlı yapılar arasındaki biçimsel özdeşlikleri de birer eşseslilikten ibaret saymak lazım ki anlamın hakkını verebilelim. Ama bu varsayımı kabul ettiğimiz zaman da çeşitli güçlükler yakamızı bırakmıyor: Örneğin eşsesliliğin ötesinde ya da yanı başında eşdeğerlilik de yok mu? Bunlara ne ölçüde özdeşlik diyebiliriz? İki biçim arasında eşdeğerlilik nasıl saptanacak? Hangi noktadan sonra iki ayrı yapı olduğunu varsayabiliriz? Bu teorik soru ve sorunlar bencileyin dillerin tarihine ve dilbilimin teorisine meraklı bir âdemoğlu için ilginç. Ama dille ilgili herhangi bir pratiğe bulaştığımızda fiilen karşımıza çıkan, karar vermemiz gereken konular bunlar aynı zamanda. Örneğin dil-içi çeviride.

Yaygın pratiğin aksine dil-içi çevirinin diller-arası çeviriden çok farklı olmadığını; tanıdık öğelerin özdeş olduğunu varsaymakla, kalanlar için sözlüğe bakmakla yetinilemeyeceğini kabul etmemiz lazım. Sadece bugünün okurunun metne erişebilmesi için yapılmayan, aynı zamanda filolojik bir doğrulama aracı olan, eski metnin doğru anlaşılıp anlaşılmadığını gösteren ya da doğru anlamak için kullanılan çeviri, geçmişteki anlamı betimlemek için, bugünkü dili bir üstdil olarak kullanır – tabii her çeviride olduğu üzere, hedef-dilin mevcut kısıtlarıyla birlikte. Ama geçmişi anlamak için şimdiyi kullanmamız diyalektiğin hoş bir cilvesinden ibaret değil (nitekim İngilizce gibi bir başka dili de kullanabilirdik), aynı zamanda potansiyel bir sorun kaynağı. Prezantizmin veya anakronizmin tuzaklarına düşmemek için, anlamı tarihselleştirmek için, kendi dilimize dair bilgimizi askıya almamız, bugünkü biçimine de yabancılaşmamız gerekir.

yazı Çeviri Metin sözcük eski dil dilbilim