Savaş Kılıç
Değiştirme isteği
Dünyayı değiştirme isteği öncelikle dünyanın değiştirilebilir olduğunu varsayıyor. Öyle sanıyorum ki bu varsayımın ancak ampirik yani tarihsel dayanakları olabilir: Dünya (en az bir kere) değiştirilebilmiştir, öyleyse biz de değiştirebiliriz. Bu tarihsel dayanak da modern çağ için Fransız Devrimi’dir. Dünyayı değiştirme isteğinin en güçlü tezahürü olan sosyalizmin, özellikle onun “ütopik” denen versiyonlarının Fransa’da bol bol (Saint-Simon, Fourier, Cabet) ortaya çıkmış olmasından da belli bu.
Değiştirme isteğinin ikinci varsayımı, insanın dünyayı değiştirebilecek gücü olduğu. Bir başka deyişle, insanın tarihin (ve kendi hayatının) öznesi olduğunu kabul ediyor. Özne değişimle tanımlanıyor. Değişim kavramı ise bir seçim, yani tercih olduğu varsayımını içeriyor: Tarihte bir yerde yol ayrımına gelinmiş ve yollardan biri seçilmiş. Geriye dönük olarak –yani geçmişteki bir değişime ya da tercihe sadakatiyle– tanımlandığında da, anladığım kadarıyla, durum pek değişmiyor: Ancak değişimin (ya da tercihin) olduğu yerde özne vardır ya da özne değişimin (ya da tercihinin) öznesidir.
Birinci durumun (tarihsel olarak) burjuva bireyinin tümgüçlülük fantazmasıyla bağlantılı olduğunu biliyoruz. İkinci durumda (karara sadakat) söz konusu fantazmadan başka bir psikolojik mekanizmanın iş başında olduğu aşikâr: Teknik adı belki “tekrar zorlantısı”dır, ben kabaca “inat” diyorum.
Öznenin birey olması gerekmiyor tabii. Bir bireyler topluluğu olabilir, “sınıf” gibi. Ama onun özne olabilmesinin birtakım tarihsel koşulları vardı ve tarih öngörülenden başka bir şekilde cereyan edince beklenen sınıfın özne olma potansiyeli ortadan kalktı. Buna karşılık sermayedarlar sınıfının ampirik olarak tek bilinç sahibi sınıf ve özne olduğunu görmemek için bir sebep yok: Dünyayı belki yok oluşa sürükleyen tarihin öznesi onlar; yani kritik kararları onlar verdi, kritik seçimleri onlar yaptı.
Peki değiştirme isteğinin arkasında duygusal olarak neler var? Derin bir memnuniyetsizlik (pek tabii ki sermayedarlardan söz etmiyorum). Bu derin memnuniyetsizlik, değiştirme isteğini taşıyanlar için genellikle başkasının ızdırabı dolayımında dile getiriliyor. Neden başkasının? İsteği duyanlar herhalde o kadar ızdırap çekmedikleri için, ızdırabı çekenlerse değiştirmek isteseler bile önlerinde pratik ve düşünsel engeller buldukları için. Değiştirmek isteyenler kendi ızdıraplarını dile getirmeye çekiniyor da olabilirler. Bu da değiştirme isteğinin pratiğini (siyaseti) başkasının yerine yapılacak (yapılması gereken) bir faaliyet haline getiriyor. Ama özgecilerin dünyayı değiştirecek güçleri yok, ızdırap içinde olanlarınsa güçleri varsa bile dünyayı değiştirme isteği ya yok ya kısıtlı.
Dolayısıyla siyaset esasen özgecil bir söyleme dönüşüyor ekseriyetle. (Siyasallaştığı ölçüde sanat da öyle.) Buradan da bir dizi sonuç çıkıyor: Kendilerinden ziyade başkaları namına ızdırap çektiklerini dile getirenlere bir alicenaplık atfediliyor ve buna binaen bir manevi üstünlük duygusuna ulaşılıyor. Okumuşlardan, beyaz yakalılardan toplumu dert edenlerin siyasi etkinliği büyük ölçüde bu duygular etrafında şekilleniyor.
Değiştirme isteğinin tezahür ettiği mecraların başlıcası söz; yazı veya konuşma şeklinde cereyan edebileceği gibi sanat eseri, “iş” olarak da kendini gösterebiliyor bu söz. Yöntem olarak Aydınlanma’ya bağlıdır: Konuşarak, başkalarına bilgi ve görüş aktararak, büyük ölçüde rıza yoluyla değiştirmek ister öncelikle. Bir bakıma propagandayla. Bu propagandanın kendine geniş yer bulduğu mecralardan biri de eğitimdir – resmi eğitim de böyledir, ondan hoşlanmayıp başka türlüsünü vermeye çalışanların dünyası da: propaganda ve karşı-propaganda. Bilirlerse her şey (dünya) değişecektir. Ama öğretilen bilgi midir, bilgiden ziyade kanaat midir, o da pek belli olmaz. Bilgi bir ölçüde vardır elbette, ama o da tam bilgi değildir. Değiştirme isteğinin güdümünde bilgiden ziyade “bilinç” verilmeye, “aşılanmaya” çalışılır. Bilinçten de eylemin doğacağı umut edilir (resmi eğitimin doğurduğu eylem genellikle düğmeye basılınca hedef gösterilenlere saldırmaktır, muhalif olanların nihai hedefi de bundan çok farklı değil gibi ne yazık ki).
Değiştirme isteğinin büründüğü biçimlerden biri hukuki mücadele oluyor: hak mücadelesi, yani yasal zeminde hukuki yollara başvurularak yürütülen mücadele, yasaların değiştirilmesine yönelik mücadele, vs. Bu da yine söz kapsamında sayılabilir. Okumuşların yetkinliği dahilinde olduğu, ama daha zahmetli ve uzun vadeli olduğu için konuşma, yazı ya da eğitimden sonra gelen, daha az iltifat edilen ama ideolojik olarak sistem içinde görüldüğü için itibarsızlaştırılabilen bir yol olarak. Fakat yazı, konuşma ya da eğitimden daha etkili olabiliyor da bu yol.
Okumuşların (en azından artık giderek) daha az iltifat ettiği bir başka biçim ise “fiili meşru mücadele” diye tabir edilebilecek mücadele yöntemleri: grevler, iş bırakmalar, işgaller, sivil itaatsizlik eylemleri veya bunların örgütlenmesi yahut doğrudan desteklenmesi. Hukuki mücadelenin aksine kısa vadede daha etkili olsa da değiştirme isteğinin bu tezahürleri daha zahmetli ve buralarda günümüzde fiilen risk içeren yollar. Yol gösterici fikrin heyecanını kaybetmesi de canı yananlar dışında çok ilgi görmemesinin nedenlerinden biri.
Bu konjonktürde değiştirme isteği kendini daha ziyade ilk üç biçime sıkışmış buluyor: söz, eğitim ve hukuki mücadele. Bunlar daha ziyade başkasına yönelik, öncelikle başkasını göz önünde tutan biçimler – yani başkası için ve başkasını değiştirmeye dönük. Değiştirme isteğinin kendine döndüğü de olur: Bu tür durumlarda bir tür nefs terbiyesi çıkar ortaya. Yakın çevreye yöneldiğindeyse, eşini dostunu değiştirmenin dışında, çocuğunu yetiştirme, öğrenci yetiştirme gibi biçimler alarak hem başkasına hem de geleceğe yönelir.
Değiştirme isteğinin kaynağı şimdi’den duyulan memnuniyetsizlik olsa da yüzü genellikle geleceğe dönüktür. Geleceğin yedeğinde işler; başka bir dünya şimdi’den ziyade geleceğe yakıştırılır. Geleceği şimdi’de var etme çabaları ise bir nevi ütopik kopuşlar veya kesintiler yaratır.
Varsayımlarının tartışılır olmasına, olanca âcizliğimize rağmen neden vazgeçmiyor olabiliriz dünyayı değiştirme isteğinden? Gerçekten bu kadar katlanılmaz mı dünyamız (çevremiz)? Katlanılmayacak çok yanı olsa da, hele ki toplumsal adaletsizliğe katlanmak akla sığacak bir şey olmasa da, değiştirme isteğinin, kişinin kendisiyle ilgili yanları da olduğu düşünülebilir: Dünyaya uyum sağlamak istememenin (bu da herhalde son kertede ölüm arzusuna bağlanıyor), genel olarak uyumsuzluğun dışavurumu olabileceği gibi, bir nevi idealizmin ya da saplantılılığın, dünyayı kafamıza uydurma çabasının alttan alta işlemesinin sonucu da olabilir.
Yine de kendim için de tutunabilecek bir dal varsa, onun dünyayı olduğu gibi kabul etmeye yanaşmamak olduğunu düşünüyorum.
Savaş Kılıç kimdir?
1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.