Gözdeki kusur
Gözün görmediğini yakalamayı sağlayan fotoğraf karesi gibi, yazmanın başlı başına keşfettirici değeri vardır. Tabii bu aynı zamanda kendimizden, karşımızda ve yanımızda duran okurdan başka bir otoriteyi hakem kabul ettiğimiz anlamına gelir.
Paul Valéry’nin Degas Dans Desen’ini okumak istiyordum nicedir. Nasıl olduysa kendime ait bir-iki saatim olduğuna kanaat getirerek kitabı elime aldım. Gelin görün ki tekinsiz bir şey fark ettim: Ben bu kitabı meğer zaten okumuşum; kimi satırların altını çizmiş, bir-iki sayfaya notlar bile düşmüşüm. Okumuşum okumasına ama okuduğumu hatırlayamayacak kadar unutmuşum. Evet, “hafıza-i beşer nisyan ile malul”; hayır, B12 haplarımı düzenli alıyorum, ama durum da bu: Bırakın kitabın içeriğini (sık sık başıma gelen bir şey), okuduğumu bile unutmuşum (işte bu ilk defa başıma geldi belki, okuduğumu unuttuğum kimbilir daha neler var). Neden böyle olmuş olabileceğini düşünmedim değil, kitabı ne zaman okumuşumdur diye kafa da yordum: Açıp Türkçe çevirisinin ne zaman çıktığına baktım (arkadaşım Orçun Türkay çevirmişti, okumak için fazladan bir nedendi bu, o kadarını hatırlıyordum), belki de salgın ve kapanma döneminde bir telaşla okuduğum için, nice şeyler gibi yok saydım, unuttum gitti. Kısacası, bunamaya başladığıma yormaktansa (ne de olsa henüz o kadar yaşlı değilim), insan zihninin kendi kendine oynadığı oyunlardan biri addedip işin içinden çıkmaya meylettim (ne yapacaktım ya, yirmi yıl sonraki halimi mi düşünecektim).
Yakın zamanda okuduğum bir kitabı hiç hatırlamazken Valéry’yi ilk ne zaman okuduğum hatırımda: Yirmi yıl kadar önce bir gün, kütüphanede çalışırken, istediğim kitabın depodan getirilmesini beklemeye koyulunca, adını bolca duymuş, çevirilerini rastladıkça okumuş olduğum bu yazarın Varyeteler’inden ilkini raftan alıp sayfalarını karıştırmıştım. Konusu ilgimi çekmiş yazılardan birine dalıp diline kendimi nasıl kaptırdığım, yazıları büyük bir hazla okuduğum dün gibi aklımda. Ama o yazıların da içeriğini hatırlamıyorum artık, dönüp bir daha bakmam gerekiyor. Okuduklarımı unutmaktan duyduğum rahatsızlık aşikâr, aldığım hazzı unutmamak ise gönlümü okşuyor. Demek ki elimizde kalan bir hoş tahassüs imiş.
Bu hepten unutma olayını Valéry’de, onun gibi bir rasyonalistte yaşamam da manidar, hatta ironik. Ki edebi bir rasyonalizmin olup olamayacağını, olursa nasıl bir şey olabileceğini de hep onunla, onun çevresinde düşünürüm (böyle söylediğime bakmayın, düşünmeğe pek halim yok: düşünürdüm). Rasyonalist değilim, herhangi bir mezhebi seçecek kadar derinleşmedim felsefede. Ama bir dönem, hem mecburiyetler hem de kişisel ilgim dolayısıyla, bir miktar okudum rasyonalistleri. Buna da memnunum, çok şey öğrendim (öyle sanıyorum). Gelin görün ki söz konusu düşünme biçimini de giderek unutuyorum ki bu da beni yine rahatsız ediyor.
Degas Dans Desen’i okumaya niyetlendiğimde karşıma çıkan, ilk okumada altını çizdiğim rasyonalist bir değini kafamı kurcalıyor bir süredir: “doğrudan gözlemin şaşırtıcı yanlışlığı”ndan, “gözlerimizle gördüğümüz şeyin sahteliği”nden söz ediyor Valéry, ve ekliyor: “Gözlemlemek büyük ölçüde görülmesi beklenen şeyin imgelenmesidir.” Gözün kusurlarını ortaya çıkaran da bir teknik, bir alettir:
"Muybridge’in fotoğrafları tüm heykeltıraş ile ressamların atın çeşitli hareketlerini betimlerken yaptıkları hataları açığa çıkarmıştı. O zaman, gözün ne denli yaratıcı olduğunu, daha doğrusu algının bize gözlemin kişisellikten uzak, kesin sonucu olarak yansıttığı her şeyi gerçekte nasıl işlediğini gördük. Leke durumu ile şey ya da nesne durumu arasında başlı başına gizemli bir dizi işlem devreye girer, tutarsız, ham verileri olabildiğince düzenler, çelişkileri çözer, çocukluğun ilk yıllarından beri biçimlenen yargıları devreye sokar, bize uzam, zaman, madde, hareket adlarıyla sınıflandırdığımız süreklilikler, bağlantılar, dönüşüm biçimleri dayatır. Dolayısıyla, eskiden hareket halindeki hayvan göze göründüğü gibi canlanıyordu kafalarda". (s. 53-54)
Bu duyu (ve sağduyu) eleştirisini biliyor ve anlıyorum: Başımızı kaldırıp baktığımız zaman güneşin dünyanın etrafında döndüğünü sanmamıza yol açan yanılsaması duyuların bu; evet, teleskopla baktığımız zaman dönenin dünya olduğunu anlıyorduk. Yine duyular söz konusuydu ama onların verdiği izlenimi düzelten bir aletti, onu da akıl yapmıştı. Valéry işte bu düşünceyi resme uyguluyor. Gözümüze güvenemeyiz, gördüklerimiz büyük ölçüde yanlış, öyleyse izlenimlerimizin düzeltilmesi gerekiyor. Peki bunu becerebilecek nedir sanatta? İşte, beni avcuna alan düşünce ve satırlar da bu soruya bağlanıyor. Degas özelinde desenin, çizimin duyu izlenimlerini düzelttiğini söylüyor Valéry:
"Bir şeyi elde kurşunkalem olmaksızın görmek ile onun çizimini yaparken görmek arasında çok büyük bir fark vardır. Daha doğrusu, birbirinden çok farklı iki şey görülür. Gözümüzde en bildik nesne bile onun çizimini yapmaya çalıştığımızda bambaşka olur: Onu bilmediğimizi, daha önce gerçekten hiç görmediğimizi anlarız. O âna dek göz yalnızca aracılık etmiştir". (s. 47)
Aldatan gözü alt etmek için bir alete, bir araca ihtiyaç vardır. O araca kalem de diyebiliriz, çizme istenci de, çizmenin kendisi de. “Bir şeyi fiilen desenini çizmeden kesin biçimde algılayamam, o şeyin desenini de başta algıladığımı, iyi bildiğimi sandığım şeyi büyük ölçüde değiştiren istemli bir dikkat olmaksızın çizemem. Bildiğim şeyi –en iyi arkadaşımın burnunu– bilmediğimi anlarım.” Ve bingo! Valéry kaçınılmaz benzerliği kurmadan geçmez: “Bunun ile düşüncemizi daha bilinçli bir ifadeyle belirtmek istediğimizde ortaya çıkan şey arasında biraz benzerlik vardır. O da aynı düşünce değildir.”
Duyuyu, duyunun ham izlenimini düzeltmek için alete ihtiyacımız olduğu gibi düşünceyi, ham, işlenmemiş düşünceyi düzeltmek için de alete muhtaç değil miyiz? Peki bu alet ne? Yine kalem. Ama bu kadar mı? Kalem ne getiriyor dilimize ki düşüncemizi düzeltmek zorunda kalıyoruz? Bir başka deyişle, kalemin getirdiği hangi dildir, o dilin hangi bileşenleridir düşüncemizi düzelten?
Bu filozof-edebiyatçı “biraz benzerlik” diyor ama ben her zamanki eğilimimle uçlara gitmek istiyorum: Neden tam benzerlik değil? Göz için çizim neyse düşünce için de yazmak o değil mi? Bildiğimizi sandığımız şeyi –en iyi arkadaşımızın burnunu– yazmaya kalkışınca yine daha yakından tanımıyor muyuz, nesneye dair düşüncelerimiz değişmiyor mu? Değişiyor, nitekim Valéry de kabul ediyor bunu, ama biraz kurcalamak istiyorum.
Öncelikle, söz konusu analojiyi okuma ve çeviriyle başlatabiliriz. Orçun Türkay önsözünde diyor ki: “Daha önce, ‘Deniz Gömütlüğü’ üstüne kendi yazdığı, görece kısa bir metni çevirmiştim de canım çıkmıştı. Sonunda, eskilerin dediği gibi, doğru dürüst okuyabilmek için bu kez Degas Dans Desen’i çevirmek istedim. Canım çıktı.” (Altını ben çizdim, s. 8.) Valéry’nin demin alıntıladığım pasajını okuma ve çeviriye uyarlayalım ve Türkay’ın sözünü ettiği doğru dürüst okumanın ne demek olduğunu anlamaya çalışalım:
"Bir metni çevirme niyeti olmaksızın okumak ile onu çevirisini yaparken okumak arasında çok büyük bir fark vardır. Daha doğrusu, birbirinden çok farklı iki şey okunur. Gözümüzde en bildik metin bile çevirisini yapmaya çalıştığımızda bambaşka olur: Onu bilmediğimizi, daha önce hiç gerçekten okumadığımızı anlarız. O âna dek göz yalnızca aracılık etmiştir. Bizi konuşturmuş, düşündürmüş, (…) kimi zaman içimizde duygular uyandırmıştır. Hatta bizi büyülemiştir. (…) Bir metni fiilen çevirmeden kesin biçimde anlayamam, o metnin çevirisini de başta anladığımı, iyi bildiğimi sandığım şeyi bir ölçüde değiştiren istemli bir dikkat olmaksızın yapamam. Bildiğim şeyi –en sevdiğim yazarın sıfat tercihlerini– bilmediğimi anlarım".
Demek ki çeviri, bizim gibiler, bu işlerle uğraşanlar için, ve belki filologlar için,[1] önümüzdeki nesneyi görebilelim diye elimize aldığımız kurşunkalem, Galileo’nun teleskopu gibi bir alettir.
Okumak ve çevirmek için geçerli olan, düşünmek ve yazmak için de haydi haydi geçerli değil mi? Kafa yoralım. Düşünce ham bir şekilde var olabiliyor mu? Dilden önce ancak “bulutsu” bir yığın halinde var olan düşünceye iyi kötü şekil veren dildir. Bu kadarını biliyoruz. Dilin kendisi bir teknik. Dilyetisi belki organdır, bilemem, ama diller, belirli bir dil bir teknik. (Bir başka deyişle, biyolojiyle hiç ilgisi olmayan, insanın eliyle diliyle yarattığı bir alet – tabii en ufak bir olumsuz değeri yok benim için “alet” tanımının.)
Peki dil nasıl bir biçim veriyor düşünceye? Eh, bulutsudan hallice bir biçim, diyelim. Konuşurken, düşüncelerimi sözlü olarak aktarırken, kendimden utandığım, söylediklerimin düşünce adını hak ettiğinden kuşkulandığım çok olur: Başı sonu belirsiz, kâh tutarlı kâh çelişkili, bazen düpedüz yanlış kelimelerle, peş peşe koşulmuş bir yığın kırıntı gibi gelir bana söylediklerim. Yazmaya başlayınca kendimi biraz daha rahat hissederim ama sırf yazılı anlatımda kendimi daha iyi bulduğum için değil, düşünce dediklerime iyi kötü bir düzen geldiğini gördüğüm için asıl.
Düşünce kelimesi birden çok anlam taşıdığı için küçük bir açıklama yaparak aynı zamanda bu söylediklerime bir örnek verebilirim: Bir yandan “fikir” anlamına geliyor, yani düşünme etkinliğinin belirli ve kısıtlı bir sonucu; bir yandan “kişisel kanaat”lerimize diyoruz, bir yandan da “uzman görüşü”ne. Öte yandan ben burada “düşünce yazısı” dediğimizdeki anlamıyla kullanmaya çalışıyorum, yani fikirlerin iyi kötü bir dikkatle geliştirilmesi süreci benim için düşünce. İşte bu örnekteki gibi yazmak, öncelikle fikri açmayı, netleştirmeyi, ardından onun az çok sabitlenmiş bir biçim almasını sağlar. Oyun hamuruyla oynarcasına, fikrimizi eğer büker, dilin izin verdiği ölçüde değiştirip nispeten kalıcı bir biçim veririz ona. Bu da bize başka fikirlere (“önermelere”) geçme imkânı verir. Zihnin, hafızanın yükünü azalttığı gibi, fikirlerimiz arasında ilişkiler kurmamızı da sağlar. İşte o zaman fikri geliştirmeye koyulabiliriz.
Tabii nasıl geliştireceğimize dair bir bilgimiz, sezgimiz varsa. Fikrimizi temellendirmeyi deneyebiliriz, hem kendimiz hem de okur için örnek vererek açmaya bakabiliriz, fikrimizi neden-sonuç ilişkisine oturtmaya gayret edebiliriz. Bu bildiğimiz en basit, en sıradan yöntemdir, ama bu aşamada bile daha önce aklımıza gelmeyenleri fark edebiliriz, yani yöntem bize aynı şeyi farklı görme imkânı sunar. Biraz daha azimliysek, fikirlerimizi mantık süzgecinden geçirmeye çalışabiliriz: Bunu söyleyebilmek için neleri varsayıyorum, peki bu söylediğimden ne gibi sonuçlar çıkar? Bu soruların peşine düşebileceğimiz gibi, doğruluğundan şüphe etmediğimiz fikirleri karşıtlarıyla çarpıştırmayı, o önermelerin haklılık payını görmeyi de deneyebiliriz. Bütün bu süreç bize bambaşka şekilde düşünme, daha önce düşünmediklerimize kafa yorma şansı verir. Gözün görmediğini yakalamayı sağlayan fotoğraf karesi gibi, yazmanın başlı başına keşfettirici değeri vardır. Tabii bu aynı zamanda kendimizden (kendi hüsnüne hayran, tatlış öznelliğimiz), karşımızda ve yanımızda duran okurdan (hem ikna etmek istediğimiz hem de zaten-hep ikna olmaya hazır muhayyel muhatap) başka bir otoriteyi hakem kabul ettiğimiz anlamına gelir.
Bunları sözlü olarak da yapabiliriz elbette ama başı sonu belirsiz, yorucu bir söz tufanı halini alması muhtemeldir; yazıdaysa önermelerimizi daha rahat döne döne sınayabilir, mantıksal bir sıra içinde sunabilir, düzenini değiştirip baştan kurabilir, yanıldığımızı fark ettiğimizde düzeltebiliriz. Yazı bize düşüncemizi olabilecek en iyi “biçimde” ifade etme imkânını verir. Valéry’nin Degas ahlakını anlatmak için söylediği sözü yazı için de kullanabiliriz: “Biçim gerekçeli bir karardır.” Burada biçim bizim için aforizmavari bir formül de olabilir yazının kompozisyonu da. Ama biçim, açıkça ifade edilebilir olsun olmasın, gerekçesiyle birlikte var olur.
Ben de “atlara güvenmeyen kusursuz binici” (s. 51) gibi bu yazının biçimi üstünde daha çok çalışmak isterdim ama halim yok.
[1] Nitekim sevip saygı duyduğum bir dilbilimci diyor ki “Büyük çevirmenlerin büyük birer eleştirmen olduğunu, yazdıkları önsözlerin genellikle özgün eserler üzerine yapılmış en iyi incelemeler arasında yer aldığını biliyoruz.” Bkz. François Rastier, “La traduction: Interprétation et genèse du sens”, haz. Marianne Lederer et Fortunato Israël, Le sens en traduction içinde, Paris, Minard, 2006.