Savaş Kılıç
Etimoloji sevdası
Dile ilgi duyan pek çok kişide bir etimoloji merakı olur; hatta dile ilgi genellikle etimoloji merakıyla başlar. Kelimelerin kökenlerini bilmek, hele ki kelimenin şimdiki anlamıyla “kökenindeki” anlamı arasında bir ilişki olduğunu sezmek hoşumuza gider, bizi iyi kötü düşünmeye sevk eder. Köken anlamı geçmişin başkalığını hatırlatır bir yandan, bir yandan da o başkalığın şimdiyle ilişkisi pek bir şeyin değişmediğini düşündürür. Yabancı ile tanıdık arasındaki bu ilişki, yani yabancının tanıdığın akrabası olduğu varsayımı içimizi rahatlatır. Böylece ezel ebet değişmeyen bir şeyler, hatta birtakım hakikatler olduğuna duyulan derin inanç pekişir, kaos karşısındaki kaygımız bir nebze diner, tanıdık-yabancı kozmosta bizden öncekiler gibi yol aldığımızı hissetmenin verdiği güven ve sükûnetle ölüp gitmeye razı oluruz.
Dile yaklaşımın bu en amatörce, dolayısıyla da en kolay yoluna Saussure yöntemsiz diyordu. Neden mi? Çünkü etimoloji çoğu zaman için iki biçim, hatta iki görünüş arasında bağ kurulmasından ibarettir. Köken birim ile sonuç birim arasında kurulan ilişki büyük ölçüde rastgeledir. Özdeş kabul edilenler iki (ya da daha fazla) sistemin parçası olarak görülmez, filanca zamandaki bağımsız x öğesi ile falanca zamandaki (genellikle günümüzdür o) bağımsız y öğesi arasında bir özdeşlik kurulur. Öğeler ayrı ayrı sistemlerin parçası olarak görülmediği gibi bu öğeleri meydana getiren altbirimler (kökler, ekler, çekimler, vs) de değer bakımından özdeş, en azından benzer sayılır. Aradan geçen onca yüzyıl, belki binyıl neredeyse hiçbir şey olmamış gibi katedilir.
Buraya kadar sözünü ettiklerim sırf doğru etimolojiler. Bir de yanlış etimolojiler var. Saussure’ün yöntemsizlik tespitinin had safhada geçerli olduğu alan da onlar işte. Yanlış etimolojilere hayali bir örnekle başlayayım: Dilimizde yazık kelimesinin bugünkü anlamını biliyoruz, hayıflanma ya da kınama (yazıklar olsun!) anlamında bir nida olarak kullanıyoruz. Diyelim ki bir kişi tarihsel bir metin okudu, ya da merak edip bir sözlük açtı ve kelimenin tanımında “günah” yazdığını gördü. Olası kökenini düşündü ve kafasında bir şimşek çaktı: Yazık’ın yazmak fiilinden geldiğini düşündü, belki bir-iki kaynak karıştırdı ve yazmak kelimesinin eski anlamlarından birinin “doğru yoldan ayrılmak, günah işlemek” olduğunu keşfetti. Heyecanı arttı ve bu fiil ile “kâğıt, defter, tahta, ekran gibi bir yüzeye harf denen uzlaşımsal işaretleri kullanarak sözleri kaydetmek” anlamındaki yazmak fiili arasında bir bağ kurdu. O bağ büyük ihtimalle, “günah işleme” anlamındaki fiilin “sözleri kaydetmek” anlamındaki fiilden geldiğini varsaymak olur. Buraya kadar sözünü ettiğimiz hayali öznenin heyecanla bu varsayımı doğru kabul ettiğini ve tarihe, psikolojiye, felsefeye vs meraklı olduğu için önce –belki bilerek belki bilmeden– Platoncu bir adım atıp tarihsel bakış açısıyla “yazmak günah işlemektir” dediğini, sonra hızını alamayıp “Günah işlemek alnımıza yazılmıştır, biz insanlar günah işlemeye yazgılıyızdır” diye yorumladı, bunu da diyelim psikanalizle ilişkilendirdi …
Bu uydurma ve komik örnekte yanlış nereden kaynaklanıyor olabilir? Birincisi, örneğimiz Türkçe olduğuna göre, Türkçenin geçmişinin iyi bilinmemesinden: Eskiden yazmak, şimdiyse azmak (anlamı da bir ölçüde değişmiştir: geçmişte “yolunu kaybetmek, doğru yoldan uzaklaşmak”, bugünse “sınır aşmak, doğru yoldan uzaklaşmak, haddinden fazla olduğu varsayılacak ölçüde cinsel arzu duymak”) şeklinde söylenip yazılan bir fiil olduğunu, o fiilden azgın (eskiden “doğru yoldan sapmış, günahkâr”, şimdilerdeyse “sınırı aşmış, sapkın, haddinden fazla olduğu varsayılacak ölçüde cinsel arzu duyan”) diye bir kelime türediğini, fiilin yazı yaban gibi bir ikilemede, Akyazı gibi yer adlarında yaşayan başka bir türevinin bulunduğunu, bu tür kullanımlarının “insanın yolunu kaybedeceği kadar büyük, geniş düzlük; ova, çöl” anlamını taşıdığını hesaba katmamaktan, bilmemekten ileri gelir. Bilmediğini bilmediği için yaptığı yorumun mesnetsiz ve yanlış olabileceği aklına gelmez.
Hayal ettiğimiz bu örneğin başka kelimeler üzerinden gerçek olduğu epey bir durum var ne yazık ki. Bu tür çabalara çoğunlukla psikanalize, felsefeye, tarihe meraklı olanlar arasında rastlıyoruz. Kimsenin hevesini kaçırmak istemem, ama etimoloji (köken bilgisi) diye sundukları şey esasen kendilerinin nesneye yakıştırdıkları bir yorumdan ibarettir. Örnek: Erkek kelimesinin “erk+ek” şeklinde etimolojisini yapan biri, bunun üstüne erkeklik ile erk ve ek arasında ilişki kuruyorsa, sözgelimi “Dilin dehası erkeği yalnızca ‘erk’le tanımlamamış, yanına ‘ek’ de koymuştur. Öyleyse bireyi erkek olmaya götüren yol yalnızca erkten değil, eklerinden de geçecektir” gibi yorumlarda bulunuyorsa, “dilin dehası” diye kendi erkeklik tasavvurunu kelimeye yansıtmaktan başka bir şey yapmıyordur. Çünkü erkek kelimesi “güç” ya da “iktidar” anlamındaki erk’ten gelmez; burada söz konusu erk/irk eskiden “koç” demekti, söz konusu +ek de “ilave” anlamına gelen ek sözcüğü değildir, küçültme ya da benzetme ifade eden bir isimden-isim-yapma takısından ibarettir. Bir başka önemli nokta: Eski Türkçede (ve birtakım Türk dillerinde) “dişi olmayan insan” kavramı kişi, er gibi kelimelerle de ifade ediliyor. Erkek’in köken anlamını ve “erkek” denen kavram alanını yorumlamak için bunların hepsini birlikte ele almak gerekir.
O zaman kendimize güzel sorular sorup yorumlanmayı bekleyen başka gözlemlenebilir olgularla karşılaşabiliriz: Örneğin, “koççuk, koçumsu” anlamına gelen bir kelime neden “insan türünün dişi olmayan temsilcisi”ni anlatmak için kullanılmış olabilir? Buna benzer başka kelimeler var mı? Neden insan türünün yavrusunu anlatmak için “domuz yavrusu” anlamına gelen çocuk kelimesi kullanılmış olabilir? Aynı anlamda başka ne deniyordu? Başka dillerde de insanı anlatmak için hayvanlar âleminden alınma kelimeler kullanılıyor mu? Aaa… İngilizce kid de köken olarak “keçi yavrusu” demekmiş! Bu yeni verileri yorumlamak heyecanlı sonuçlara ulaştırmayabilir ama belli kültürlerde insanın geçmişte dünyayı nasıl algılayıp kavradığına dair bazı ipuçları elde edebiliriz.
Etimoloji sevdalılarına haksızlık etmeyeyim: Türkçede dört dörtlük bir etimoloji sözlüğümüz yok henüz, sorunların bir kısmı bu eksiklikten kaynaklanıyor. Yine de meraklısının bakabileceği güvenilir birkaç kaynak var: Bütün kısıtlılığına rağmen Hasan Eren’in etimolojik sözlüğüne, İlham Ayverdi’nin ve Andreas Tietze’nin lugatlerinin etimoloji kısımlarına bakabilirler. Yorumlanmak istenen kelimeleri tek başlarına değil belki karşıt belki yakın anlamlılarıyla birlikte ele alabilirler, o zaman yorumlar da büyük spekülasyonlara kanatlanmak yerine ayaklarını tarihsel bir zemine basabilir.
Mevcut etimoloji sevdası, “zamansız” (!) bir hevesin tezahürü olmasının ötesinde, bizim, yani tarihin şu ânında bu ülkede yaşayıp şu dilde yazanların bir kısmının bilgiyle (ya da ampirik olanla) nasıl ilişki kurduğuna, düşünmeyi ne menem bir meşgale olarak tasavvur ettiğine, yazmaya ve öğretmeye ne şekilde yaklaştığına, makbul olan söylemin nasıl üretildiğine dair de bir şeyler söylüyor. Spekülasyona kanat açmayayım, belki bir gün ampirik verilerle incelenip yorumlanır bu da.
Savaş Kılıç kimdir?
1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.