sendikadan başkası mümkün değil mi?

ama işte bugün bir sınıf örgütlenmesine, her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. her geçen gün derinleşen ekonomik krizin üstüne gelen pandemi bu ihtiyacı katlıyor.

türkiye’de sol için 12 eylül öncesi biraz islamcıların asrı saadet’i gibi, en azından öyle bir muamele görüyor.  aslında 1960 anayasasının sağladığı görece ferahlık, sınırlı da olsa oluşan imkânlar, solun dünya üzerindeki yükselmesinin etkileri 12 mart öncesinde ortaya çıktı ve bu dönemi izleyen onyıllara damga vuran  hareketler oluştu. bugün bunlar, tanınmış simaların, bir kısmı kurgu, bir kısmı hatıra süsü verilmiş anekdotların birbirine teyellenmesiyle ajitasyon malzemesine dönüştürülse de, önemli deneyimler oluşturdu. aynı dönem yürütülen kimi tartışmaların bugün herhangi bir anlamı olmasa da değerli olduklarına şüphe yok. 12 eylül öncesi olarak tanımlanan dönem ise, bu omurganın ete kemiğe büründüğü, fikirlerin gerçek birer hareket haline dönüştüğü, hayatın içinde sınandığı, sağlamasının yapıldığı dönem oldu. 12 mart muhtırası öncesi dönemden en az anılan, en az hatırlanan, irdelenen, tahlilleri en az etkileyen direnişin 15-16 haziran olması ayrıca üzerinde durulmaya değer bir konu. 

bugün kendini solda tanımlayan insanların çoğu, 12 eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe öncesindeki dönemi, kurumsal, akademik tarih yazımından değil öznellikle malul hatıralardan, bire bin katılan anlatılardan ve yukarıda tarif etmeye çalıştığım, birbiriyle kanlı bıçaklı olanları, birbirleriyle hiç tanışmamış çünkü apayrı dönemlerde yaşamış olanları birbirine teyelleyen ajitasyon malzemelerinden tanıyor, maalesef. o dönemi yaşayanlar birer birer aramızdan ayrılıyor, birçoğu döneme ilişkin gözlemlerinin, çocukluktan yeni çıkmış insanların bakışıyla yapıldığını teslim etmiyor… ele almak istediğim konuyla doğrudan bağlantılı olmadığı için kısaca değineceğim; o dönemde sol ciddi bir kitleselliğe sahipti ama ciddi bir siyaset kurucu unsur olduğunu söylemek güç. diğer yandan sendikal örgütlenmenin geldiği nokta anlamında, özellikle disk’in öncesiyle ve sonrasıyla kıyaslanamayacak kadar büyük bir etki ve örgütlenme alanına sahip olduğuna şüphe yok. solun çok çeşitli kesimleri, sendikal alanda aktifti ama bu alanda öncü olanın ismail bilen’in genel sekreteri olduğu, yasadışı çalışmak zorunda olan türkiye komünist partisi olduğuna da şüphe yok. bu çizginin sendikal alandaki faaliyeti, çalışma tarzı sorgulanabilir; bu sorgulamayı, solun bugün de mevcut olan bölünmüşlüğünün o dönemde daha sert şekillerde tezahür ettiğini düşünerek yapmak ve her durumda şunu teslim etmek gerekir bence; tkp çizgisi bir sendikal gelenek bıraktı türkiye’ye. ancak, tkp’nin daha sonra tip’le birleşmesiyle başlayan süreçte bir biçimde likidite olması, önemli kadrolarının bir kısmının işçi sınıfını öncelemeyen çizgiler benimsemesi, türkiye’de sendikal hareketin zayıflamasının sebeplerinden biri, bence. ama sadece biri. sendikal örgütlenme güçleşti, devletin kendi sendikaları var, işkolu yetkisi almak çok zor, iş güvencesinin git gide ortadan kalktığı koşullarda sendikaya üye kaydetmek çok zor, son yirmi yılda üretimle ilgili hakim olan ideoloji, "tasarım"ı öne çıkartarak emeği görünmez kıldı… diğer yandan yeni koşullara uygun yeni sendikal örgütlenme ve mücadele biçimleri üzerine verimli tartışmalar da yürüyor.  

ama işte bugün bir sınıf örgütlenmesine, her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. her geçen gün derinleşen ekonomik krizin üstüne gelen pandemi bu ihtiyacı katlıyor. sınıf artık, sadece üretirken ve sadece gündelik hayatımızı sürdürürken değil, hastalık ve ölümde de görünür hale geldi ve hastalık da sınıf merkezli bir örgütlenme alanına dönüştü. 

en görünür olan nokta, sağlık hizmetine erişim. covid-19 belirtisi gösterdiği halde test yaptıramayanlar ve tedbir amacıyla bir ay içerisinde 8 defa test yaptırabilenler var. aynı şekilde, testi pozitif çıktığı halde ilaç verilip eve gönderilenler ve hastanede tıbbi bakım alabilenler var. burada sadece servet ve/veya sermaye sahibi olmaya dayanan bir ayrıcalık yok, bütün otoriter rejimlerde olduğu gibi siyasal yönetici elitin ayrıcalığı da var. 

ikinci nokta, karantina koşullarında dahi çalışmak, üretmek zorunda olanlar. işsizlik ve açlıkla bulaşı arasında tercih yapıp bulaşı riskini seçenler. ikinci testten mahrum bırakılan hastalar, hasta halde evinde tedavi olmaya çalışırken yeni bir test yaptırmak için hastaneye gidecek güvenli ulaşım imkânından yoksun olanlar… 

bulaşıdan korunma konusunda kişisel olarak alınacak tedbirler tabii ki önemli ama korunmanın kişilerin iradesine bırakılması, üretimin, eğitimin, sağlık hizmetlerinin örgütlenmesinde bir düzenlemeye gidilmemesi farklı gelir gruplarının ve farklı sınıfların hastalık karşısındaki eşitsizliğini artırıyor. 

bütün dünya aşının bulunmasını bekliyor, aşı bulunduğunda benzer eşitsizliklerin tekrar tekrar ortaya çıkacağına şüphe yok. bütün bunlar yeni örgütlenme biçimleri gerektirmiyor mu?

bu örgütlenmeler, işyerinin –birlikte zaman geçirmek, birlikte hareket edebilmek, üretimi durdurabilmek vb.-  dinamiklerinden ve sendikacılığın imkânlarından yoksun olarak yola çıkar tabii. ve ama farklı dinamikler ve imkânlar sunabilir. emekçi olduğu için, çalışmaktan başka geçim yolu bulunmadığı için, teste, tedaviye erişimi olmadığı için canı tehlikede olanlar bizleriz; kendimizi politik görüşlerimizle, yakın ya da üye olduğumuz politik örgütlenmelerle tanımlıyoruz ve bunu merkeze alarak hareket etmeye çalışıyoruz belki. ama aslında bu yeni sınıfsal örgütlenmelerin özneleriyiz. geçmişin güçlü sendikalarıyla geleceği kuracak örgütler arasındaki bağı biz kurabiliriz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi