Seran Vreskala
'Sanatçılara soruşturma açmanın sebebi bence güç zehirlenmesi'
Seran VRESKALA
ARTI GERÇEK – 36 yıldır müzik piyasasında olmalarına rağmen özellikle 90’lara asla silinmeyecek bir damga vurmuş müzisyenler olarak, bizim nesil için çok önemli bir yere sahip Grup Gündoğarken. Çıkardıkları her albümde mutlaka dillere dolanan ve liste başı olan en az 2 şarkıları oldu. Ajda Pekkan, Ferdi Özbeğen, Neco, Ayşegül Aldinç, Nükhet Duru, Kenan Doğulu gibi sektörün değerli isimleri onların şarkılarını okudular ama özellikle ‘Ellerimde Çiçekler’, ‘Ankara’dan Abim Geldi’ ve Leman Sam’ın da seslendirdiği ‘Rüzgâr’ isimli parçalarının herkes için bambaşka bir yeri var. Grubun en ünlüsü amcaları İlhan, en sessizi Gökhan, en yakışıklısı ise Burhan idi. Burhan Şeşen halen grubun en yakışıklısı olarak anılıyor. Çok uzun süre hiç ayrılmayan grup, müzikal tavırların değişmesi ve İlhan Şeşen’in solo çalışmak istemesi yüzünden yaklaşık 10 yıldır yollarına ayrı devam ediyor.
Öncelikle son derece samimi, yumuşacık, insanlara saygılı ve fazla mütevazı bir adam Burhan Şeşen. Daha ilk telefon konuşmamızda o kadar içten davrandı ki, söyleşimizin çok keyifli geçeceğinden emindim. Gazetecileri anlamasının altında yatan en büyük nedenin, kendisinin de bir zamanlar muhabirlik yapmasından ve Güneş, Nokta ve Ses gibi mecralarda köşe yazmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Telefonda kendisine ‘Metin Akpınar hakkında konuşan birkaç sanatçıdan birisiniz, çekinmiyor musunuz’ diye sorduğumda ‘Çekin çekin nereye kadar çekinebiliriz ki? Birilerinin bir şeyler söylemesi gerekiyor’ dedi. Geçen yıl da Sabahat Akkiraz ve Erdal Erzincan’a TRT’nin koyduğu sansüre tepki göstermiş ve o sansür kalkana kadar bir daha o kanala gitmeyeceğini belirtmişti. Bu yüzden zaman zaman yandaş medya tarafından hedef gösteriliyor. Her şeye rağmen konuşurken ağzından çıkan kelimelerin kimseye zarar vermemesine, kimseyi kırmamasına dikkat ediyor. Şimdilerde Grup Gündoğarken, Enver Aysever ile birlikte ‘Nereden Nereye’ isminde yarı stand-up yarı konser, nostaljik belgesel tadında müzikal bir gösteri yapıyor. İçinden Demirel, Özal, Ferhan Şensoy, Metin Akpınar, Nazım Hikmet, Tarık Akan, Adile Naşit gibi siyasi kişiliklerin ve ülkeye damgasını vurmuş sanatçı değerlerin geçtiği gösteride zaman zaman kahkahaya, zaman zaman gözyaşlarına boğuluyorsunuz. En azından bana öyle oldu.
Ülkemizde müzik, sinema, sanat ne kadar özgür sizce ya da özgür mü?
Özgürlüğü sadece müziğe endekslememek lazım. Tek tek sinema, müzik, kitap ne kadar özgür diye ayrıştıramayız bu durumu. Yine de bu dönemlerin hem sanatsal hem de siyasi çıkışlar için faydalı olduğunu düşünüyorum. Biraz evvel Enver’le de konuşuyorduk; sanattan birazcık anlayan bir kadro işbaşında olsaydı belki daha hoşgörülü, eleştiriye daha açık bir Türkiye’ye uyanırdık diye. Kitap okuyan, sinemaya, tiyatroya, baleye giden bir ekip bizi yönetseydi, şimdiki durumumuz bambaşka olurdu. Ne yazık ki bütün bu kutuplaşmanın sebeplerinden biri de bu; sanattan uzak olmaları… İnsanları insanlıktan çıkaran iki sebep vardır; biri sanattan, diğeri çevreden uzaklaşmalarıdır. İnsanın adlandıramadığı, zaman zaman anksiyete sayılabilecek iç huzursuzluğunun ve duyarsızlığın en büyük sebepleridir bunlar. İstatistiklere baktığınızda, dünyada özgürlük sıralamasında Türkiye’nin şu anki durumu, gazetecilerin tutuklanmasıyla daha da ortaya çıkıyor.
Türkiye’de sadece tutuklu öğrencilerin sayısı 70 binin üzerinde.
Gerçekten mi? Daha da şok oldum. Tutuklu öğrenci sayısı 70 binin üzerinde mi? Bu iki kelimenin, yani öğrenci ve tutuklu kelimelerinin yan yana gelmesi bile acayip. Çok korkunç.
En son tutuklanan Boğaziçili öğrencilerin evlerine uzun namlulu silahlarla, koç başıyla, maskelerle falan girilmişti. 18 yaşındaki öğrencilere bayağı terörist muamelesi yapıldı.
Çok korkunç. Özellikle şu Metin Akpınar ve Müjdat Gezen hikayesinden sonra hep geçmişe yönelik karikatürler falan yayımlandı; orada bikinili İsmet İnönü’yü, mayolu Erbakan’ı falan gördük, hiç kimse böyle bir muameleye maruz kalmadı, herkes güldü geçti. Mizahın olmadığı yerde ne nasıl yeşerecek, gülmediğiniz yerde hayat ne kadar çekilebilir olacak; insanlar somurtmayı ciddi devlet adamı olmakla karıştırıyorlar. Alakası yok aslında. Maalesef durum böyle ve bu da bize denk düştü, yapacak bir şey yok!
Demirel, Erdal İnönü, Erbakan komik politikacılardı. ‘Benzin vardı da biz mi içtik’ Demirel’in en komik söylemlerinden biridir mesela. Metin Akpınar’la Zeki Alasya’nın Deve Kuşu Kabare tiyatrosunun sergilediği oyunlarda, genelde devlet büyükleriyle ve ülkenin durumuyla dalga geçen skeçler olduğu halde zamanın politikacıları bilet alarak onları izlemeye giderdi.
Aynen öyle. Dediğim gibi sanattan, mizahtan kopuk olmanın bunda çok büyük bir etkisi var. Sadece Müjdat Gezen, Metin Akpınar için değil, Adile Naşit, Kemal Sunal için bile laf söylendi. Bu isimler bizim ortak hafızamız, ortak mirasımızdır; bunları mı silmeye çalışıyorlar artık bilemiyorum.
Sizce Metin Akpınar’a bu muameleyi edenler küçükken ona gülmemişler midir?
Yüzde yüz gülmüştür. Hepimiz onlarla büyüdük. Böyle insanlara soruşturma açmanın sebebi bence güç zehirlenmesi… Bunun başka bir ifadesi olamaz. Zaman zaman hem yaşa hem konuma göre bazı duygular ön plana çıkar. Belki çok genç olsaydı -20-25’li yaşlarda- bu duruma daha farklı bir bakışı olurdu. Artık ülkede tek adam iktidarı var; ona gittiğiniz zaman, gözünüz de kalbiniz de duygularınız da bir şekilde bağlanıyor sanıyorum. Eminim çok profesyonel bir kadrosu, danışmanları vardır; onların da kendisini doğru yönlendirmediğini düşünüyorum. Herkesle kavgalı, herkesle mahkemelik olmak yerine bir başkanın, cumhurbaşkanının tam tersi çok uzlaştırıcı olması, yangına körükle gitmemesi lazım. Böyle bir şey yok ama ne yazık ki!
Her kesimi kucaklaması lazım bir cumhurbaşkanı olarak.
Evet. Hepimiz bu ülkenin çocuğuyuz.
Müjdat Gezen ‘dilimi kesseler, işaret dili öğrenir yine eleştirimi yaparım’ dedi.
(Gülüyor) Adı üstünde, eleştirmektir bu, hakaret değil ki! Eleştiriye niye kapalıyız ki yani?
Sedat Peker ‘oluk oluk kan akıtacağız’ deyince ifade özgürlüğü, Akpınar eleştirince ‘silahlı isyana tahrik’ oluyor.
Hepsinin farkındayız. Bu zaten yargının bağımlı olduğunu gösteriyor. Çok acayip ama bu konular hakkında çok da konuşmak ve bu tip şeylerle uğraşmak istemiyorum aslında. Konuşmaktan çok çekinen bir insan değilim ama artık söylemekten dilimizde tüy bitti. Anlatmaktan, yazmaktan dilimizde tüy bitti. Ülkenin bir tarafı, cumhurbaşkanının diğer ülke liderleriyle olan ilişkilerine ‘cumhurbaşkanımız bütün dünyaya ayar çekiyor’ diye baktığı zaman, onlarla ortak bir dil oluşturmak çok çok zor oluyor. Siyasi bir üsluptan, bürokratik bir dilden bahsediyoruz; ayar çekti lafı o kadar lümpen, o kadar ucuz bir söz olarak kalıyor ki, iletişim kuramıyoruz bile. Konuşsak bile derdimizi anlatamıyoruz karşılıklı olarak. Bir kere daha evvel hayatımızda % 50 gibi bir şey yoktu yani. Halka o kadar oransal bakılmaz ki!
DÜNYADAKİ EN TEHLİKELİ ŞEY MEDYANIN TEKELLEŞMESİDİR
İnançlı insanlar bile bu konuda adaletli davranmıyorlar sanki; İslam adalettir aslında.
Yüzde yüz. Zaten herkes bir İslam yorumcusu, İslam alimi kesildi. Bana sorarsanız İslam bir felsefedir. Yalan olmasın, herhalde 15 kere falan okumuşumdur Kuran’ı, notlar falan alarak; alfabesiyle, Osmanlıcası, Arapçası, Farsçasıyla anlamaya çalışarak… Ama maalesef çok fanatik bir ulus olduk artık. Bir siyasi görüşe bir takım tutar gibi bağlanmak, sorgulamadan inanmak durumu çok zor. Biat kültürü modeli olmasa, sorgulama kültürleri olsa bunu görecekler ve İslamiyet’in yanlış yorumlandığını fark edecekler. Herkes kafasına göre bir hadis çeviriyor. Medyaya çıkan yaşlı başlı bir sürü sapık adamın konuşmalarını görüyorsunuz, olacak iş değil! Aklı, bilimi, felsefeyi tartışalım diyeceğim ama şimdi ayar çekti diyen biriyle hangi siyasi görüşü, hangi siyaseti, hangi dış ilişkileri konuşabiliriz ki? Çünkü onun için mühim olan ayar çekmesi, üslubu değil! Zaten bu ‘Reis’ lafından da kaynaklanan bir şey. Reis lafı öyle çok da kucaklayan bir laf değil ama Baba lafı öyleydi mesela.
Bu konuda en büyük sorunlarımızdan biri de durumları taraflı bir dille anlatan yandaş medya. Neredeyse bütün mecralar aynı başlığı atıyor artık.
Bence dünyadaki en tehlikeli şey medyanın tekelleşmesidir zaten. Bu resmen haber alma özgürlüğünüze direkt sabotajdan başka bir şey değildir. Dediğiniz gibi, başlıklar bile aynı… Ben zamanında çeşitli mecralarda muhabirlik yaptım; ‘aman ha başlıklara çok dikkat edelim’ derdik, benzeri bile olmasın diye uğraşırdık. Bu kadar fütursuzca taraf olmak çok tehlikeli.
Acaba hepsinin ortak bir mesajlaşma gurubu mu vardır, ‘haydi yarın bu başlığı atıyoruz’ diye?
(Gülüyor) Bir kere çok iyi organize oldukları belli. O nedir, kimdir bilmiyorum ama bence her şey tek elden çıkıyor. Herkese o kişiden, o kurumdan bir talimat gidiyor ve o başlıklar atılıyor.
Uğur Dündar bu konuda bir fıkra anlatmıştı; Napolyon bir gün dünya liderleriyle konuşmaya gitmiş. Obama’ya "eğer benim elimde sizdeki silahlar olsaydı, Waterloo savaşını kesinlikle kaybetmezdim" demiş, sonra Putin’e "eğer sizdeki kadar güçlü bir istihbarat teşkilatı bende olsaydı, o savaşı asla kaybetmezdim" demiş; sonra da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dönüp "sizdeki basın benim elimde olsaydı, o savaşı kaybettiğimi kimse duymazdı" demiş.
(Gülüyor) Çok güzel anlatıyor olanları…
Peki, yavaş yavaş özgürlüklerimizin alındığı, basının susturulmaya çalışıldığı -en son Halk TV ve FOX TV programlarına kapatma cezaları verildi-, insanların hedef gösterildiği bir dönemde bu sansürler müziğinize nasıl yansıyor?
Ya açıkçası bunlar beni çok etkilemiyor çünkü ben çok kapalı yaşayan biriyim. Sanırım 7 senedir gazete okumuyorum, TV izlemiyorum. Bu, lütfen marifet gibi görülmesin, şarkı üretebilmek için bunu yapmak zorundayım. Kendi adıma temiz kalmak istiyorum. Şarkı yapmak ya da eser üretmek zor değil de onu sergilemek, insanlara ulaştırmak biraz zor. Onu yayınlamak, bir yerde sahne bulmak zor.
Birçok tiyatro oyunu da mekân bulmakta zorluk çekiyor. Mesela ‘Adalet Sizsiniz’ oyunu bu anlamda bayağı zorluk çekti.
Şimdi Enver Aysever ile yaptığımız ‘Nereden Nereye’ isimli oyunumuzu sergilemek için, en gelişmiş illerde, ilçelerde bile mekân bulmakta zorlanıyoruz. Salonlar sadece belediyelere değil, bazen valiliklere de kültür müdürlüklerine de ait oluyor; dolayısıyla zorlanıyoruz ama biz üretmeye, yapmaya devam ediyoruz. Bir gün bu durumun, bu sistemin değişeceği, yarın daha özgür bir ülkeye uyanacağımız umuduyla yaşıyorum hala.
Faşizmin tüm dünyayı sardığı bu dönemde yarın daha özgür bir ülke umudunu taşıyor musunuz gerçekten?
Tabii ki. Baktığınız zaman durum kötü görünüyor haliyle ama bu durum tüm dünyayı etkisi altına alsa da insanlar kapitalizmin ne olduğunu gördüler artık. Belki daha iyi bir hali bizler göremeyeceğiz ama dünya daha iyi bir yere doğru gidecek. Mecbur yani, başka çaresi başka çözümü yok! Dünya mutlaka bu faşizm ve vahşi kapitalizmden kurtulacak. İnsanlar paranın her şey demek olmadığını bence anlayacaklar.
Madem tiyatrodan söz açıldı, Enver Aysever ile birlikte sahnelediğiniz ‘Nereden Nereye’ isimli müzikal şovunuzdan bahsedelim o zaman.
Bu bizim Enver’le birlikte yaklaşık 4-5 aydır yaptığımız bir proje. Enver tam anlamıyla bir tiyatro aşığıdır, biz de çok eski dostuz. Hep konuşurduk birlikte bir şey yapalım ama ne yapalım diye. Oyun hem Türkiye’nin hem de Grup Gündoğarken’in ve Enver Aysever’in nereden nereye geldiğini anlatan çok tatlı bir oyun. Birbirine paralel giden bir kurgusu var şovumuzun. Arada şarkılar, görüntüler var; herkesin çok beğeneceğine, çok seveceğine eminim.
Fazla duyulmadı gösteriniz, ben duymamıştım mesela bugüne kadar.
Haklısınız. Ne basında ne mekanlarda yer bulamıyoruz ki, nasıl duyulsun? Intagram’dan falan paylaşmaya çalışıyoruz. Eskisi gibi kimse bir oyuna gelip eleştiri yapmıyor ki! Ama biz çok mutluyuz. Mart’a kadar bayağı oyunumuz var, çok tempolu gidiyor şimdilik.
MAZHAR’IN BİRİLERİNE ŞİRİN GÖRÜNMEK İÇİN KABE GİBİ KUTSAL BİR MEKANI KULLANACAĞINI SANMIYORUM
Bunca yıldır müziğe büyük emekler vermiş biri olarak, Mazhar Alanson gibi size yarenlik etmiş müzisyen arkadaşlarınızın bazen ilginç açıklamalar yapmaları ya da yandaş medyaya röportaj vermeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mazhar’ı yıllardır çok iyi tanırım, kendisi gerçekten de çok spritüal bir sanatçıdır. Manevi duyguları yüksektir. Mesela bir Ahmet Özhan’a tasavvuf müziği yaptığı için karşı çıkabilir misiniz? Çünkü Ahmet Ağabey 40 yıldır bu yolda zaten. Bence Mazhar da öyle. Belki anlatmak istediğini tam ifade edememiş olabilir ama Mazhar zaten ruhani bir insandır; 80’lerde ‘Sufi’ diye bir şarkı yapmıştır. Mazhar’ın birilerine şirin görünmek için öyle bir beyan verdiğini, Kabe gibi kutsal bir mekanı bunun için kullanacağını sanmıyorum. Mesela Bülent Ortaçgil bizim çok önemli bir değerimizdir; yandaş bir mecraya röportaj verdi diye onu bir anda karalamayı da anlamıyorum. Ben sonuna kadar Ortaçgil’in yanındayım; o adam hayatımıza dokunmuş, şarkılarıyla derman olmuş, bu kadar üstüne gidilir mi? O söyleşiyi size ya da Birgün gazetesine verseydi bu kadar olay olmazdı.
Bu anlamda sanatçıları da ikiye böldüler.
Aynen öyle. Bu kadar çabuk harcamayalım insanları, bunların hepsi ayrı bir değerdir.
Orhan Gencebay da sanat hayatında hiç olmadığı kadar saldırıya maruz kaldı bu yüzden; en son ‘sanatçı dediğin muhalif olmaz, devlet imkanlarından yararlanmasın o zaman’ diyerek yine şimşekleri üstüne çekti.
Siz dinlersiniz dinlemezsiniz Orhan Ağabey’i ama ben şuna bakıyorum; Orhan Ağabey çok özel bir müzisyen ve müzisyen olarak eleştirebilirim onu. Sanatçı olmanın ilk iki şartı bir şey üretmek ve muhalif olmaktır. Öbür türlü besteci, yorumcu, yazar, şarkıcı, yönetmen her şey olabilir ama sanatçı olamaz. Eğer bugün sol bir iktidar da olsa bütün muhalefetimi yaparım. Bunun sağla solla bir alakası yok. Bir ideolojisi olan, eser üreten her sanatçı muhaliftir ve bunu hayatın her katmanına yansıtır. Bu illaki siyaset olmak zorunda da değildir. Eşcinsellikle, hayvan haklarıyla, kadın haklarıyla ilgili de muhaliflik yapabilir ama illa ki muhaliftir. Bana göre de bu sıfatlara sahip insanlar muhalif değilse sanatçı olamaz. Aydın dediğin muhaliftir. Sanatçı zaten siyasetin üstünde biridir. Hala Aşık Veysel, Itri, Beethoven diyorsak bu sebepledir.
MÜYORBİR başkanı olarak son zamanlarda gündeme gelen MESAM’daki olaylar zinciri hakkında ne söylersiniz?
Orhan Ağabey de Arif Ağabey de müzisyenlikleri tartışılmaması gereken değerlerdir ve çok önemli müzik insanlarıdır. Onların arasının açılması kadar beni üzen bir şey inanın ki yok. 16 yaşından beri arkadaşlar, eminim ikisi de MESAM’ın yararını düşünüyor, bundan hiç şüphem yok ama olayların bu hale gelmesi çok üzücü. Bunların hepsi kutuplaşmaktan. Arada bin tane ara renk, sıcak tonlar var ama ya siyah ya beyaz olarak yaklaşıyoruz olaylara. Bunu nasıl çözeceğiz bilmiyorum. Her yere bulaşan bu kutuplaşmayı çözmemiz lazım ama nasıl olacak hiçbir fikrim yok.
İlkokula düşmüş parti tartışmaları; minnacık çocuklar hiç anlamadıkları bir konu hakkında kavga ediyorlar.
Öyle artık. Evde ne görüyorlarsa onu yapıyorlar. Kimse alınmasın ama zaten devamlı televizyon seyreden bir ailenin çocuğunun normal olmasını kimse beklemesin. Mutlaka o kavgacı, dövüşçü, iddiacı, egosu yüksek, bencil, paylaşmayı bilmeyen birisi olacaktır. Bu çok net. Haberlerden tutun dizilere kadar çok kötü bir televizyonculuk var. Eskiden habercilik diye bir şey vardı ama şimdi cep telefonuyla çekilen bütün şiddet görüntüleri televizyonlarda. Hiçbir haber özelliği, hiçbir kamera açısı yok, sadece şiddet içerdiği için yayımlanıyor. Çocuk babasını vuruyor, anne evladını dövüyor, hayvanlara işkence yapılıyor; şimdi bunları izleyen çocuğun normal olmasını bekleyebilir misiniz? Evlerinde sürekli televizyon açık olan aileler çok dikkat etsinler, çocuklarına çok büyük zararları oluyor.
'SEN ZATEN ARKADAŞININ KIZIYLA YATAĞA GİREN ADAMSIN’ DİYE YAZDILAR
Sosyal medyayla aranız nasıl?
İyi, fena değil. Hem Twitter hem Instagram kullanıyorum. Özellikle Twitter’ı yoğun olarak kullanıyorum.
Sosyal linçe de uğruyorsunuz arada.
(Gülüyor) Tabii canım olmaz mı? Çok. Neler neler yaşıyorum hem de. Çok bel altı saldırıyorlar. En son attığım Tweet ile ilgili ‘amca yıllar evvel bir filmde oynadı, orada rahmetli arkadaşının kızıyla sevişme sahnesi oldu, sen zaten arkadaşının kızıyla yatağa giren adamsın’ diye yazdılar. Ya böyle bir saçmalık, çirkinlik olur mu? Kardeşim o bir film ya, o bir film, anlıyor musun, o bir film. Öyle bir şey aslında olmuyor. Fikre yönelik bir şey yok, üslup bu. Çok feci. Bu nasıl toparlanacak, onu bilmiyorum. Bunu yapan insanlar da Kurtuluş Savaşı’na katılmış adamların torunlarının torunları falan yani… Dışarıdan bir göçle gelmedi ki bu insanlar. Çok şaşırıyorum bunları görünce. Sanki ben 1000 yıldır hayattayım. Bu kadar deformasyon 20-30 senede olamaz yani. Bu kadar bozulma olacak iş değil! Bu yüzden kendimi çok yaşlı hissediyorum.
Bundan 7-8 yıl evvel ‘müzikte Rap ve Hip Hop ön plana çıkacak’ demişsiniz, nitekim iki tür de son yıllarda en çok öne çıkan müzik tarzı oldu.
CEZA, Gazapizm benim de beğendiğim gruplardan.
Anarşist bir müzik türü aynı zamanda.
Evet. Alt kültüre de artık ses vermek gerekiyor. Argoyu da bana sorarsanız çok başarılı bir şekilde kullanıyorlar. Küfür ediyorlar diye tepki gösterenler var ama günlük dilimizde de kullanılıyor bu küfürler. Rap yapıyorsan, küfür de kullanacaksın, onların ifade tarzı bu. Şarkıların sözleri çok anlamlı bir kere.
Pop müziğin biteceğini düşünüyormuşsunuz.
Aslında öyle, biteceğini düşünüyordum. ‘Üçüncü Yeniler’ diye adlandırılan alternatif müzikler yapan genç bir kuşak var mesela, müziğin biraz oraya kayacağını düşünüyorum. Hep aynı tarz düzenlemeler, hep birbirine benzer sesler istemiyor artık insanlar. Burada da en büyük kabahati yapımcılarda buluyorum. Bir müzik prodüktörü olarak davranmıyorlar, sadece para katıyorlar. Sadece satış hedefli bakıyorlar.
Mesela Aleyna Tilki’nin YouTube’daki bir videosunu 350 milyon kişinin izlediğini söylediler.
Tabii tabii. Çok büyük manipülasyonlar oluyor dijital sektörde ama hayatımız dijitalde artık, kimse CD satışı beklemesin. Dijitali doğru kullanmanın ve ondan para kazanmanın yolunu öğrenmek lazım. ITunes, YouTube, Spotify gibi platformlar birer müzik marketi artık. Yeni müzik dediğinizde aklıma benim de dinlediğim Sena Şener, Can Kazaz, Son Feci Bisiklet, Büyük Ev Ablukada gibi isimler geliyor. Aleyna Tilki de parasal girdi anlamında sektöre çok büyük katkısı olan biri, belki müziğini, kendisini sevmezsiniz ama sektörde maddi karşılığı olan bir insan. Bu yüzden kimsenin onu küçümsememesi lazım. Gençler bundan anlamaz derseniz çok büyük bir yanılgıya düşersiniz. Tam tersi, gençler birçok şeyi çok iyi biliyorlar ve çoğu şeyin farkındalar. Kaliteyi de kalitesizliği de ayırabiliyorlar.
Müzik ortamındaki kalitesizlik dünyadaki kültür ortamında da yansıdı.
Evet. Sanki insanın DNA’sı ile oynandı. Hep hayretler içerisinde izliyorum bu sosyolojik değişimi. Buradaki en büyük kabahat biraz da teknolojiyle gelen hızlı tüketme hali. Eskiden cep telefonu, hızlı tren falan yoktu ve bizler hayatı olanca haliyle yaşayabiliyorduk. Duygular vardı. Şimdi görüntülü konuşabildiğimiz için özlemeyi bile unuttuk.
Amcanız ayrıldıktan donra Grup Gündoğarken’in dinleyici kapasitesinde bir değişiklik oldu mu sizce? Yani eskiden sahip olduğunuz o şaşaayı özlediğiniz oluyor mu?
Yok ya. Müzikal anlayış ve tavırlar değişince ortada grup olmanın bir hukuku kalmıyor artık. Vardır ya öyle mutsuz evlilikleri sürdürme zorunluluğu gibi durumlar, biz onu yaşamak istemedik ama severek ayrıldık. (Gülüyor) Amcamla hala konuşur, görüşürüz. Hatta son albümde beraber şarkı söyledik.
Peki, yeni nesli yakaladığınızı düşünüyor musunuz?
Henüz değil. Bu yüzden gençleri de yakalayabilmek için sosyal medya uzmanı bir PR’cıyla çalışmaya başladık. Gençler bizim şarkılarımızı biliyorlar ama o şarkıların bize ait olduğunu bilmiyorlar. Onu hatırlatmakta fayda var.
Görünürlüğünüz de yok.
Ondan değil aslında, çıkacak bir mecra kalmadı. Eskiden konserler, kültür sanat olayları falan yazılırdı, şimdi öyle bir şey yok ki!