Soykırımın hayaleti, bugünün inşası

Yüzyıl öncesini yeniden yaşıyoruz. Yüzyıl boyuncada düşük ölçüde yaşadık, bize gelmediyse ses çıkarmadık da biz gözleri kapadık acılara. Ahmet Oktay da unutulacak, Xerabe Bava da. Soykırım gibi… Taraflar kendi tarihlerini yazacak, nesiller bu tarihleri tek tarafıyla bilecekler. Yası tutulamamış politikleşen her acı gibi melankolik bir biçimde slogan halinde önümüze sürekli gelecek.

Nil MUTLUER

Ahmet Oktay Günak; PKK'nin yaptığı öne sürülen bir saldırıda geçen hafta hayatını kaybeden 11 yaşında bir çocuk. Aynı İŞİD, TAK ve üstlenilmeyen birçok saldırıda hayatını kaybeden onlarcası, yüzlercesinden gibi…

Xerabe Bava – 10 günü aşkın zamandır abluka altında bulunan, 3 kişinin öldürüldüğü, 2 kişinin kayıp ve 38 kişinin gözaltında olduğu, köylülerine işkence uygulandığı duyulan ama, hakkında bu yazı kaleme alınırken henüz kesin bilgi edilinemeyen köy, çünkü asker milletvekilleri dahil kimsenin köye girmesine izin vermiyor. Tıpkı 1990'larda Kürt coğrafyasında veya cumhuriyetin herhangi bir zamanı Alevi veya sol görüştekilerin olduğu bir mahallede yaşananlar gibi…

Ha bir de yüzyıl önce yapılan, devletin inkar politikalarını sürdürdüğü, toplumun büyük kesiminin sessizliğini koruduğu, Kürtlerin ağırlıkta olduğu küçük bir kesimin ise attığı önemli ve kıymetli yüzleşme adımlarıyla öylece duran Ermeni soykırımı var.  Herhangi bir şeyin aynısı, tıpkısı, benzeri gibi değil. Ermeni soykırımı tek başına orada duruyor ancak, bugün yaşananların toplumsal temeline de işaret ediyor:  Din ve/veya etnik temelli kurulabilecek ittifaklar ile Anadolu topraklarında binyıllarca yaşamış güçlü bir kültürü insanlarıyla yok etme ortaklığına. Yüzyıl önce soykırım ittifakını kuran siyaset ve insanlar bugünkü katliamları da hazırlamışlardı. Yüzyıl öncesi ile yüzleşmeden de bugünkü acıların bir yerlere gideceği yok. İnkar ettiğimiz geçmiş ve sessizliğin hayaleti bugünü inşa ediyor.

BOĞAZIMIZA DÜĞÜMLENEN ŞEYLER

Yeni ölüm ve acı haberlerinin önümüze düştüğü şu günlerde bu hayaletten kurtulma ihtimalinin umudunu geçen hafta bir dizi etkinlik için AKEBİ'nin (Irkçılığa, Milliyetçiliğe, Ayrımcılığa Karşı Aktivist Eylem Birliği) konuğu olarak Berlin'e gelen tarihçi Ara Sarafian'da gördüm. Sarafian'a göre devletin inkarı ve sessizliği haksızlığını bildiğinden, yenildiğinden. Sarafian, Viscount James Bryce and Arnold Toynbee tarafından hazırlanan Osmanlı İmparatorluğu'nun Ermenilere Muamelesi 1915-1916  kitabı etrafında Türkiye devleti ile geliştirilemeyen ve devletin inkarı ve sessizliği ile sonuçlanan süreci anlatıyor. Mavi Kitap olarak bilinen kitabı Sarafian tarihçi olarak yeniden ele alarak dipnotlarla açıklamalar eklemiş. Devlet, hem Mavi kitap üzerine hem de bilimsel alanda sivil toplumdan gelen ortak çalışma taleplerine sessiz kalıyor. Sarafian'a göre her sessizlik yüzyıllık inkar politikasının da onaylanması anlamına geliyor. Devlet haksızlığını biliyor.

Devlet soykırım konusunda inkar ve sessizliğini korurken sivil alan bireysel ve kollektif yüzleşmenin adımları atılıyor elbette. Üstelik 1980'lerden bugüne. AKEBİ'nin diğer etkinliğinde bize katılan Recep Maraşlı Diyarbakır cezaevinde devletin inkar politikasına karşı bir duruşu yaşam – ölüm arasındaki incecik çizgide nasıl gerçekleştirdiklerini anlatıyor:

"Sağ çıkamayacağımızı düşünüyorduk cezaevinden. Onun sorumluluğu vardı. Mahkeme tutanaklarını devletin kayıt altına aldığını bildiğimizden tutanaklarına girebildiğimiz kadar çok bilgi girmeliydik. Ermeni soykırımı da kayıt altına alınması gereken önemli bilgilerden biriydi."

Sarafian'a göre bireysel veya örgütlü sivil alanda Ermenilere yönelik katliam ve yağmalarla ilgili edilen her söz bir umut. Katliamlardan bahsederken soykırım kavramı kullanılsın veya kullanılmasın fark etmez. Bu adımlar cesurca atılsa da, fısıltı ile konuşulsa da önemli. Sarafian 2015'te dönemin Diyarbakır Belediye Başkanı tarafından soykırımın yüzüncü yıl anması için davet edilişinin değerli bir umut adımı olduğunu vurguluyor. İnsanlarla, bölgedeki köylülerle de konuşmak istiyor. Bu daha zor bir adım. Ama oluyor. Karşılaştığı insanların dedelerinden, nenelerinden duydukları belleklerdeki katliam anılarını nasıl anlattığına değiniyor. Sarafian'a göre insanlar anlatmak ve yükü paylaşmak istiyor. Karşılaşmalarını anlatırken sesi buruluyor, gözleri doluyor. Salondakiler de yalnız bırakmıyor onu bu duygu anlarında. Bir de, Sarafian insan hakları alanında önemli katkıları olan ve faili meçhul bir cinayetle hepimizin önünde ölüdürülen avukat arkadaşımız Tahir Elçi'nin bu dönemdeki katkılarına değinirken göz yaşlarımız akıyor.

Sadece bir arkadaş kaybına mı o hüzün yoksa, yüzyıllık acının boğazımızdaki düğümden taşması mı bilmiyorum. Var mı birlikte işlenen canlara mal olan katliam ve suçlara bakarken tam neye kime üzüldüğümüzü ölçecek bir ölçek? Olsa bizi rahatlatır mı? Hakikati konuşmadan, özrü dileyip devam etmeden nasıl olacak?

DÜN, BUGÜN, YARIN 

Yüzyıl öncesini yeniden yaşıyoruz. Yüzyıl boyuncada düşük ölçüde yaşadık, bize gelmediyse ses çıkarmadık da biz gözleri kapadık acılara. Ahmet Oktay da unutulacak, Xerabe Bava da. Soykırım gibi… Taraflar kendi tarihlerini yazacak, nesiller bu tarihleri tek tarafıyla bilecekler. Yası tutulamamış politikleşen her acı gibi melankolik bir biçimde slogan halinde önümüze sürekli gelecek.

Oğluna ‘şehit' demiş Ahmet Oktay'ın annesi. Ana yüreği içindeki ateşi ferahlatmaya çabalıyor. Ama biliyoruz ki bir çocuk öldü, kim yaparsa yapsın, adına ne dersek diyelim, katliamlarda ölen diğer çocuklar, insanlar gibi. Tarifsiz, acı. Şehitlik söylemi etrafında Türk milliyetçiliği kendini daha da kapayacak.

"Xerabe Bava unutulmaz, direnir" denecek ama, biliyoruz ki yüzleşilmediği sürece geriye kalan özrü dilenmemiş bir acı ve şiddete dönmeye hazır bir öfke olacak. Devlet 1990'larla adı konarak sahiden, samimice ve istikrarlı bir şekilde yaptığı katliamlar, işkencelerle yüzleşilebilseydi bugün eline silah almayı tercih eden, buna zorunluluğu olduğunu hisseden gençler sözlerini savunmanın başka yollarını bulurlardı. Oysa şimdi şiddet sarmalının ilmiklerini örüyorlar, devlet baskını arttıkça davalarına sıkıca sarılıp içlerine daha da kapanarak…

Yüzleşmeden, kaybettiklerimizin ardından sloganlar atınca rahatlamış olmayacağız.

Gene boğazlar düğümlenecek, gözler dolacak, sesimiz kayacak. Ama biz sadece ölenlere ağlayıp rahatlamış mı olacağız? Şahit olup, duyup, dinleyip, ses edemediğimiz, ses etsek de inkarın karşısındaki utanç ve öfke ile içimizi dindiremeyen hüzün hiç bırakmayacak bizi… Devlet baskısını ve ilgili siyasi aktörler yeri geldiğinde şiddet de içeren eylemlerini devam ettirecek. Dün ve bugün olduğu gibi. Ölenler ve kaybolanlar geride, geçmişte değil ki, bugünde ve yarında!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nil Mutluer Arşivi