Koray Düzgören
Tek tip yetmez zincire vurun!
"Guantanamo’daki mahkumlar zincirli, biz hiç olmazsa onları zincirlemiyoruz" diyor Cumhurbaşkanı, tek tip tutsak elbiselerini savunurken.
Muazzam bir hoşgörü tabii…
Üstelik de ona göre, zincirin olmayışı cezaevleri sistemimizin ne kadar özgürlükçü olduğunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanı’nın bu konuşmasından onun bu konulara ne kadar vakıf olduğunu anlıyoruz. Memleketin onca hayati meselesinin yanı sıra zaman ayırıp bu önemli konuyu da etraflıca incelemiş.
Tutsak elbiselerinin niçin gerekli olduğunu ve hangi tip tutsağa hangi renk tulumun giydirileceğini en ince teferruatına kadar düşünen bir cumhurbaşkanımız var.
Niçin böyle bir karara vardığını anlatmak için ne diyor?
"Grand tuvalet giyinip mahkemeye geliyorlar. Öyle şey yok, tek tip tulum giyecekler" diyor. Yani iyi halden, kılık kıyafetten dolayı mahkemeyi etkileyip ceza indirimi alma ihtimallerinin ortadan kaldırılmasını istiyor.
Tabii asıl amaç, Gülen Cemaati sanıklarının ve Terörle Mücadele Yasası gerekçe gösterilerek yargılanan gazeteci, yazar, çizer, politikacı ve aydınların kişiliklerine saldırmak. Onları psikolojik olarak çökertmek. Dirençlerini kırmak.
Bu amaçla Adalet Bakanlığı eliyle cezaevleri yönetimleri henüz yargılanan, suçlu oldukları bile kesinleşmemiş on binlerce sanığa-tutsağa özel bir programla ağırlaştırılmış zulüm yapılıyor. Zaten faşist bir anlayışla çıkartılmış cezaevi yönetmeliğini OHAL keyfiliği, gaddarlığı ve kindarlığı ile birleştirerek akla gelen gelmeyen ne kadar vicdansızlık varsa bu insanlara uyguluyor. Onlara büyük bir hınç ve nefretle saldırıp en doğal haklarına bile ulaşmalarını engelliyor. Cezaevine düşmüş olmalarından dolayı onlara ilave bir ağır ceza kesiyor.
Bunlar yetmezmiş gibi şimdi de tek tip elbise dayatılıyor. Üstelik de isnat edilen suç çeşitlerine göre ayrım uygulanarak.
Mutlaka tek tip tulumlar için Cumhurbaşkanı’nın bizzat seçtiği renklerin de bir gerekçesi vardır.
Şimdi renkler meselesine girip canınızı daha fazla sıkmak istemediğim için bu konuyu bir kenara bırakıyorum.
Erdoğan tulumu savunduğu konuşmasında zincirden de söz ediyor. Onların, -ABD’yi kastediyor- mahkumları duruşmalara zincirli getirdiğine değiniyor. Hatta Küba’daki Guantanamo zindanında Afganistan’da, Irak’ta orada burada El Kaide ya da Taliban örgütleriyle ilişki olmalarından kuşkulanılıp terörist diye yakalanan ve yıllardır sürekli zincirli tutulan tutsaklardan söz ediyor.
Biz zaten Guantanamo’daki bu tutsakları 2002 yılından bu yana turuncu renkli tulumlarından ve ayaklarından hiç çıkartılmayan zincirlerinden tanıyoruz. Bir kısmı salıverilmiş olsa da 50 kadar sanık ya da mahkum olmayan, haklarında bir iddianame bile hazırlanmamış ve yargıç karşısına çıkartılmamış tutsaklar bunlar. Sanık ya da mahkum sayılmadıkları için de hiçbir hakları yok.
Cumhurbaşkanı da bir zamanlar, hepsi Müslüman olan bu tutsaklardan söz edip insan hakları üzerine konuşurdu.
Şimdi ise adeta ABD’nin onlara reva gördüğü insanlık dışı uygulamaların bir kısmını savunuyor. "Bizde zincir yok" diyor, ama eli kulağında, FETÖ’cülere ve terör sanıkları ve mahkumlarına, yani siyasi tutsaklara duyduğu kin ve nefret nedeniyle yakında zinciri de getirebilir.
Tek tip elbiseyi dile getirip ilgililere talimat veren de o olmuştu.
ZİNCİR YOK AMA İŞKENCE ÇOK
İşin aslına bakarsak cezaevlerindeki ağır insan hakları ihlalleri ve insanlık dışı uygulamalar zincir kullanmayı aratmayacak boyutlarda ve ağırlaşarak devam ediyor.
Şimdilik zincir kullanılmıyor ama sanıklara, hatta zanlılara, şüphelilere bile uygulanan ters kelepçe, çıplak arama, kameralarla tutsakların her hareketini, konuşmasını izlemek, en ufak itirazda ağır tecrit ve hücre cezaları vermek vb. yöntemleri ile diğer vahşet uygulamaları görülmemiş boyutlarda.
Bu nedenle Cumhurbaşkanı "Bizde zincir yok" derken birden irkildim.
Yakında, "İbreti alem için şunları zincirleyelim de devlete, hükümete karşı çıkmak neymiş görsünler" diyerek bunu da gerçekleştirebilirler.
Çünkü Erdoğan, "Biz de zincir yok" derken bir yandan da ABD’de bazı eyaletlerde uygulanan sanığı ayağından zincirleyerek duruşmalara getirme uygulamasından söz etti.
ÖRNEĞİMİZ 1925-30’LARIN TÜRKİYESİ
Olur mu olur!
Ama bu uygulamanın örneği ABD olmaz. Yerli ve milli takıntılı AKP, 1925’lerde, 30’lardaki Türkiye uygulamalarından alır feyzini.
Son iki buçuk yıldır, barış masasının devrilmesiyle savaş konseptine yeniden dönülmesi üzerine özellikle Kürt meselesinde ve özgürlükler alanında 40-50 yıllık kazanımların birer birer geri alındığı bir süreci yaşıyoruz.
Adeta 1924’lerin, 1935’lerin ve sonrasının azılı faşist devlet uygulamaları hortlatılıyor. Hatta onlar hafif kalıyor bugünkülerin yanında.
Son uygulamalara bakalım:
Meclis’te Kürdistan lafının edilmesi yasaklanıyor. Bu amaçla Meclis İçtüzüğü değiştiriliyor. Bütçe tartışmalarında Kürdistan dediği için HDP Milletvekili Osman Baydemir’e ceza veriliyor.
Birden adeta 1925 Şark Islahat Planı anlayışına dönülüyor. Kürdistan, Kürt lafları yeniden yasaklanmaya çalışılıyor.
Son KHK ile de AKP, "resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişilerin cezai sorumluluğunu" ortadan kaldırıyor.
Bu aslında AKP’nin kendi silahlı milislerini meşrulaştırma ve onlara dokunulmazlık kazandırma hamlesi. Böylece darbe girişimi bir yana, iktidarın "Bu darbe girişimidir" dediği her türlü protesto, gösteri ya da itiraza karşı kanlı saldırılar, hain tertipler düzenlenebilecek. Bunu yapanlara herhangi bir sorumluluk yüklenmeyecek.
Bu kararname de 29 Temmuz 1931 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan Ağrı, Erzincan-Pülümür olayları ya da Kürt isyanı nedeniyle çıkarılan kanunun bir maddesini hatırlatıyor.
Eser Karakaş Artı Gerçek’teki son yazısında bu kanunun söz konusu maddesini alıntılamış.
Kanunun adı, "İsyan mıntıkasında işlenen ef’alin suç sayılmayacağına dair kanun". Resmi Gazete, ahali tabirini kullanıyor ve ahalinin söz konusu kalkışmayı bastırma anı ve sonrasındaki ef’alinin (fiiller, işler) suç sayılmayacağı karara bağlanıyor.
Burada hiç olmazsa sınır konulmuş. Olay belirlenmiş.
AKP’nin KHK’sında ise ucu açık bir yetki var. Sorumsuzluk sivil şahısları da kapsayan ve muhtemel olaylar için de geçerli bir affı vaat ediyor. Böyle bir anlayış açıkça AKP’nin iç savaş beklentisini ortaya koyuyor. İktidara yönelik en ufak bir karşı çıkışın bile kanlı bir şekilde engellenmesi için mafya tarzı örgütlenmelere yeşil ışık yakıyor.
Görüldüğü gibi her uygulamanın kökeninde Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan bir arka plan var.
O nedenle ben sıra ‘zincirlemeye’ geldi diyorum.
1925’lerde, 30’larda hatta daha sonraki yıllardaki bazı olaylarda, mesela Şeyh Sait İsyanı’nda, Ağrı İsyanı’nda, Dersim soykırımında ve başka olaylarda fotoğraflarını gördüğümüz sahneleri de yaşayabiliriz. (Manşetteki siyah beyaz fotoğraf Dersim soykırımı sırasında yakalanıp zincire vurulan ve yöre halkının gözünü korkutmak için teşhir edilen köylüleri gösteriyor)
Sanıkların, hatta zanlıların zincirlenerek teşhir edilmeleri ve ABD’deki gibi zincirli prangalarla duruşmalara getirilmelerine tanık olabiliriz.
Tek tip tulumu getiren üst akıl bunu da pekala yapabilir.
Aslında, önümüzdeki dönem başka ne gibi yasaklarla, uygulamalarla karşılaşabileceğimizi görmek için kendi yakın tarihimize dönüp bakmamız yeterlidir.
Türkiye’yi 1925’li, 30’lu, 40’lı yıllara döndürmeye çalışan AKP-MHP, Ulusalcılar, Milliyetçiler, Putinciler ve hatta bu koalisyonun sadık destekçisi devletçi CHP’nin belki de zincirden sonraki adımı İstiklal Mahkemeleri bile olabilir.
"Önce yargıla ve mahkum et, sonra tanık dinle, delile gerek yok" ilkesi ile hızlı karar veren mahkemelere dönmek konusunda bir zorluk çekeceğimizi sanmıyorum.
Cumhuriyet Gazetesi’yle ilgili görülen davanın son duruşmasında yaşanan rezalet ve hukuksuzluk adeta yeni tarz bir İstiklal Mahkemesi anlayışının zaten yerleşmekte olduğunu gösteriyor.
"Zulüm Koalisyonu", hızla Cumhuriyetin kuruluş yıllarına doğru gaza basıyor.
Demek ki duvara toslamak için geri vitesi tercih ediyorlar.