Yiğit Bener
Temas ve mesafe
Adadaki ilk teması 24 Haziran’da kurmuşuz. Mesafe bir metreden fazla. Dokunma, sarılma, kucaklaşma falan yok. Dahası, göz teması bile yok. Telefondaki sesle yetinmişiz sadece.
"Yazar dediğin kaleminden vazgeçmemeli" tiradı çekmiş bana. Anımsadım: Ezelden beri var aramızda o çekişme. Ben sadece bilgisayarda (eskiden daktilo) yazabiliyorum, o ise kalemle. Bu konuda bir televizyon programında tartışmışlığımız var.
Haklı aslında, bilgisayarda daha üretken olunduğunu iddia edecek değilim: Kitap sayısını kıyaslamaya kalkarsak halim harap! Üstelik kalemin kâğıda temas etmesinin yazıya ayrı bir derinlik kattığı fikrine açığım, ciddi bir metne elle temas edilmesi duygusuna da…
Lakin mesele kendi yazdıklarıma ille ekran ve klavye mesafeden bakma inadı değil. Elim kalem tutmuyor! Çocukluğumdan beri el yazım çok (ama çok!) kötü: Önce Fransa’da Fransız kaligrafisiyle başlayıp ardından yerli ve milli olana temas ederek uyum sağlamaya kalkarken olan oldu, iflah olamadım. Elle yazınca ben bile sonradan okuyamıyorum neler yumurtladığımı, el yazımla arama mesafe koymak zorunda kaldım. Bu durumda, okumayan okura nasıl gönül koyayım?
"Yazı Sanatı bir mesafe ayarı gerektiriyor" demiş sözünü ettiğim yazar, sözünü henüz etmediğim kitabında. "Bir de: Temas alanı yaratıyor Yazı. Birbirlerine sıkı sıkı bağlılar" diye de eklemiş.
Mesafe. Temas. Mesafe.
Bunlar aslında birbirimize virüs alıp vermekten çekinerek evlerimize, odalarımıza çekildiğimiz bu günlerin ola ki (kelimenin tüm anlamlarıyla) can alıcı konuları…
Yazı insanı için de öyle değil midir? O da öyle demiş zaten: "Yazı adamının başkalarına, ama ondan önce kendi kendisine mesafesi. Başkalarına dokunması, ama önce kendine uzanması. Dokunması, değmesi."
Bunu biraz açmakta yarar olabilir.
Yazmak için bir ölçüde tecrit olmak gerekiyor kuşkusuz, yani yazıya odaklanabilmek için dış dünyayla teması kesmek… Fiziksel teması kesmeden de bu odaklanmayı becerebilen, örneğin insanların sürekli girip çıktığı bir kahvede bir masanın köşesine ilişerek kalem oynatabilen yazarlar var, örneğin o.
Dikkati ne yazık ki kolay dağılanlardan olduğum için, ben mutlaka kapısı kapanan bir odaya gereksinim duyarım. Hatta yüksek sesle müzik dinleyerek (tercihan kulaklıkla) dış dünyadan gelen sesli uyaranlara da kapanmayı yeğlerim.
Dış dünyayla arasına mesafe koymak, yazarın kendi iç dünyasıyla, dolayısıyla kâğıda yansıtacağı duygu ve düşüncelerle temas kurabilmesi için şarttır.
Gelgelelim, yazı bir yandan da dışımızdaki dünyaya, yani başkalarının yaşamlarına, hatta sıklıkla "şimdi burada" olanın ötesine, geçmişe / geleceğe, düşsel olana ve soyutlamalara uzanıp dokunmaktır. (o da bunu az çok böyle ifade etmiş kitabında) Başka bir deyişle, yazıda dış dünyayla temas kurabilmek, yazarın kendi göbeğinin etrafında dönmeyip kendisine de mesafe almasını gerektirir.
Bu çaba sıklıkla başkalarının metinleriyle de uzaktan ama derinlemesine temasa ihtiyaç duyar. Kendi yazı odama çekilip bu yazıyı tasarlarken onun yıllar önce yazdığı, "temas ve mesafe" konusunu derinlemesine irdeleyen metnine temas etme ihtiyacını hissetmemin nedeni bu.
Onun yazdıklarına dönecek olursak: "İnsanı, bir yalnızlığı besler, uyanık tutar; bir seçtiği, kimi zaman da boyuneğmeyi kabul ettiği ilişkileri. Birincisi yayıldığı alanı mutlak kılmaya kalkıştığında, orada kavrulursunuz. İkincisi, birincisini hiçesayma eğilimini dur durak bilmeksizin dayatacak olursa, bu kez havasız, boğulursunuz."
Her birimizin zorunlu olarak dışarıdan/toplumsal ilişkilerden kopup içe/özel mekânımıza kapandığı bu ilk dönem, yalnızlaşmanın kavurucu etkisini hissetmek için henüz erken olabilir, ama yürekte şimdiden çakan kıvılcımlar, yakında alazlanacak yangın konusunda bizleri uyarıyor.
Üstelik herkesin anakaradan koparılıp kendi iç adasına çekilmeye mecbur bırakılmasının nedeni ölümcül bir salgın hastalık korkusu olduğunda, bu yolculuğun kendisi başlı başına iç bunaltıcı bir nitelik kazanmıyor mu?
Tıpkı İsviçreli ressam Arnold Böcklin’in Ölüler Adası tablosunu düşündüren bir yolculuktur bu.
Tabloda adaya doğru yol alan kayıkta, kefen beyazı giysili kadını adaya götüren kürekçinin Yunan mitolojisinde ruhları yeraltına götüren kayıkçı Kharoon’u simgelediği söylenir. Böcklin bir mektubunda şöyle demiş: "[Bu tablo] öyle bir durgunluk hissi yaratmalı ki, resme bakmakta olan kişi kapı çalındığında bile irkilmeli…"
Tabloya bakarken bir yandan da Rachmaninov’un senfonik şiiri Ölüler Adası’nı da dinliyorsanız, irkileceğiniz kesin!
Aslında bizler de artık her kapı çalındığında, gelenle birlikte içeri sızabilecek olan virüsü düşünerek irkilmiyor muyuz? Böylesine ürpertici bir ölüler adasında yapayalnız kalmak ister miydiniz?
Israrla henüz adını anmadığım kitabın girişinde yazarın uzun uzun bu tabloya değinmesi boşuna değil sanırım.
Öte yandan, dış dünyayla teması kestiğimiz oranda daraldığını hissettiğimiz iç mekânımızı eğer başkalarıyla paylaşıyorsak, bu zorunlu ve kesintisiz temasın bir süre sonra bizi boğabileceğini de -şimdiden boğmaya başladığını?- daha bu ilk günlerde bile hissetmiyor muyuz? (aynı mekânı paylaştıklarımız en yakın aile fertlerimiz, sevdiklerimiz oldukları halde)
Pascal Quignad’dan bu bağlama da uyarlayabileceğimiz bir alıntı var kitapta: "Çokun boğduğu, azın açlıktan öldürdüğü durumlar bozuyor dengeyi, tel cambazı gibi yaşamayı öğrenme sanatı bu."
Korona tecridinde yaşama sanatı da bir tür cambazlık gerektiriyor olabilir mi?
Roland Barthes’in Birlikte Nasıl Yaşamak adlı çalışmasına da değinmiş yazar. Düne kadar enikonu kutuplaşmış, yaşam tarzları, düşünce ve inanç yapıları iyice ayrışmış bir toplumda birlikte nasıl yaşanır sorusuna yanıt ararken, bugün sevdiklerimizle/seçtiklerimizle/yakınlarımızla birlikte nasıl yaşayacağımızı sorgular hale gelmemiz virüsün ayrı bir cilvesi.
"Doğru temas ve mesafe dengesini" kurmaktan söz ediyor Enis Batur, yazıyı, yazını, yazmayı, yaşamı, ölümü, iç yolculuğu, adada tecrit olmayı, Heybeliada’yı, ama en çok da teması ve mesafeyi tüm yönleriyle ele aldığı ve artık adını anmam gereken Ada Defterleri’nde.
Yazının doğal akışından bir şekilde koptuğu, koparıldığı, örneğin önemli toplumsal olaylar tarafından rehin alındığı dönemlerde yeniden yazının yolunu bulmak için sıkça başvurduğum bir yazardır Enis Batur.
"Neyi yazayım, yazabilir miyim ki, yazsam ne işe yarar, zaten bu koşullarda yazmanın ne anlamı olabilir?" sorularına yenik düşmek üzere olduğumda onun satırlarına sığınmak bende yeniden yazma arzusunu tetiklemiştir daima. Onun kitaplarının her bir satırına sızabilen yazma tutkusu bulaşıcıdır. Ben de zaten bulaşsın istedim: İlk baskısı 2008 tarihli Ada Defterleri’ne temas etmem, onun metnine bulaşmam bundandır.
"Paylaşarak yaşamak istiyorsan yalnızlığını, olabildiğince içeri çekil" diyor Enis ve hemen arkasından da ekliyor: "En ağır yalnız kalışlar, güruhun ortasında doğar, büyür, sonra da kişiyi ezer."
Temas ve mesafe arasında bir denge arayışı mı yoksa aynı gerçekliğin -örneğin virüs tecridinde bizleri bekleyen acı gerçeklerin- iki farklı yüzü mü?
Gerçi zorunlu tecrit farklı, tüm dengeleri bozan bir etken olarak görülebilir. Bir ölçüde öyledir de kuşkusuz.
Öte yandan, mesafe enikonu arttığında bile, temas daima bir yolunu bulur, eğer buna bir şekilde ihtiyaç duyuyorsak… Hele bu devirde! Mesafeyi her an sıfırlayabilen, teması neredeyse her ana yayabilen teknolojiler elimizin altındayken… Hatta çoğu zaman olağan gündelik hayatımızda bile bizi esir almışken.
Yine de içinde olduğumuz dönemde bu mesafeli temasın, bağımlılığa dönüşmüş her zamanki toplumsal alışkanlıktan bir farklılığı var gibi geliyor bana.
Hepimize en yakınlarımızla bile aramıza mesafe koymamız gerektiği söylenen böyle bir dönemde, eğer sıklıkla birbirimizi gerek sosyal ağlardan gerekse de daha özel kanallardan telefonla ya da internet aracılığıyla arama çabasındaysak, temas kurma, temas etme, temasta kalma ihtiyacını hissediyorsak, bunu sadece kötü bir çağdaş alışkanlığa, tecridin sıkıcılığına ya da ölüm korkusuna bağlayamayız sanki.
Bu seferki temasın niteliği farklı: Mağarada soğuktan donmamak için birbirine sokulan en ilkel atalarımız gibi, bizler de ola ki büyük felaketler karşısında zaman zaman göstermeyi başarabildiğimiz en gelişkin insani davranışı sergiliyoruzdur: İnsanlığın bir tür olarak varlığını sürdürebilmesinin tek koşulu olan dayanışmayı…
Üstelik bu sefer teması yakın çevremizin ötesine, tüm dünyaya taşıyoruz. Çünkü bu sefer insanlığın tümü küresel olarak gerçekten aynı su alan gemide: Toplumu yönettiğini sananların tüm kutuplaştırma gayretlerine ve beceriksizlerine karşın, bu felaket anlarında bile varsılların ceplerine girecek parayı sağlama almaktan başka bir refleksi olmayan ekonomik düzenin vicdansızlığına karşın, bu koşullarda tek çözüm, dayanışmanın hepimize her an temas edebilmesidir: Sığınacak evlerinden mahrum bırakılan, mülteci kamplarında, sokaklarda ya da hapishanelerde ölümle mücadele etmek zorunda kalanları da unutmadan…
Görünen o ki, bu sefer dayanışmanın gereği olan mesafeye çekilerek, dayanışmanın ifadesi olarak teması hep birlikte sürdüreceğiz.
Ölüler adasından geri dönebilmenin koşulu bu.