Aytül Hasaltun Bozkurt

Aytül Hasaltun Bozkurt

Tilbe Saran: Sana önerilen çalışma yöntemini sorgulamaya, ‘dur’ demeye hakkın var

'Hiç bir şey insan varlığı ve yaşamından kutsal değildir. Sanat dahil.'

Cesaret bulaşıcıdır -ki bu toprakların çocukları olan bizler bunu eski Türk filmlerinden iyi biliriz- ve belki de tam da bu yüzden ki bugün, 2017’de Alyssa Milano tarafından büyük bir itiraza dönüşen Me too Hareketi’nden, aradan geçen senelere ve hızla akan gündemlerimize rağmen bahsedebiliyoruz. Zamandan ve mekandan bağımsız, dalga dalga yayılan etkilerinden birini ise geçen Cumartesi günü yaşadık. Tiyatro camiasının saygın kurumlarından biri olan Tiyatro Medresesi’nin kurucu ortağı da olan Celal Mordeniz hakkında, sosyal medya kanallarından bir ifşa geldi. Yine de bir grup insan için bunun öncesi de var; birgün mail kutularında karşılarına çıkan çok uzun, çok zarif, çok içten kaleme alınmış ve şaşkınlık, kızgınlık, öfke yaratan bir mektupla haberdar oldular/olduk. Ve o günden sonra işimizi güvenle yapabilme, sahnemizi, prova salonumuzu ve dersliklerimizi utanç, aşağılanma, baskı ve eziyetten arındırabilmek ama en çok da belki gelecek nesile iyi bir miras bırakabilmek için harekete geçtik. Adının gizli kalmasını rica eden ve hiçbir hukuki süreç başlatmayı düşünmeyen Ayse2021’in ifşasının ardından birbiri ardına yeni ifşalar gelmeye devam ediyor. Bizler ise var gücümüzle bir sahne etiği oluşturabilmek için çalışmaya. ‘Eti senin kemiği benim’ diye ustalarımıza teslim ettiğimiz, tüm cinsiyetlerden çocuklarımızın ve bizlerin de ne eti ne kemiği, kendimizden başka kimsenin değil. Usta, duayen, patron, devlet, eş…

Zaten uzun bir zamandan beri çalıştığımız/tartıştığımız/düşündüğümüz hak ve özgürlükler meselesinde kendi alanlarımızda da ince ayarlar yapma zamanımız gelmiş, yaşadığımız son olay bize bunu hatırlattı. Artık gün bugün. Sendikalarımızda, meslek örgütlerimizde, tüm eğitim kurumlarımızda, tüm sahnelerimizde utanç, aşağılanma, baskı ve eziyete maruz kalmadan, açık kimliklerimizle, insan onuruna yakışır biçimde var olabilmek tek derdimiz.

Süreci ve alanla ilgili çalışmaları, birlikte yol almaktan gurur duyduğumuz, gözbebeğimiz oyuncu Tilbe Saran’la konuştuk.

Sahne çalışmalarında, eğitmen- öğrenci, akran, kadın-erkek gibi ilişkilenme modellerimizi tartıştığımız bir süreçteyiz. Bu ilişkilenmelerde nelerin değişmesi gerektiğini düşündük ve harekete geçtik kısaca bahseder misiniz?

Sevgili Aytül, bildiğin gibi pandemi sürecinde bir dayanışma ve haberleşme ağı olarak kurduğumuz senin de üyesi olduğun Gösteri Sanatlarında Kadın adlı bir grubumuz var. Her ne kadar bu alanda çalışan meslektaşlarımızın halini hatırını sormak için toplaşılmışsa da  zaman içinde mesleki sorunlarımızı, çalışma pratiklerimizi masaya yatırdığımız, dünya örneklerini incelemeye çalıştığımız bir platforma dönüştü. Ve yakın tarihte basına da yansımış sinema- televizyon sektöründeki taciz ifşalarının peşi sıra tiyatro sahnelerinden de benzer şikayetler yükselmeye başlayıca, Susma Bitsin hareketinden de ilham alarak sahne sanatlarındaki ilişkilenme modellerini tartışmak ihtiyacını duyduk. Ve tüm ezberlerimizi bozup zamanın ruhunu yakalayan eril dilden uzak bir çalışma  kültürü oluşturabilir miyiz diye konuşmaya başladık. Aslında tek bir sözcük ile ‘sınırlar’ı konuşuyoruz. Sahne sanatları alanındaki ilişkileri de bu bağlamda masaya yatırdık. Eti senin kemiği benim anlayışından çağdaş bir eğitim modellemesine geçerken kişisel alan (mahrem) nedir, kamusal/ sanatsal alan nedir ve bu sınırlar öğrenci-öğretmen, oyuncu-yönetmen, dansçı-koreograf rol dağılımında nasıl tanımlanmalıdır ve çalışma ilkelerini saptarken kişisel güvenliğin çerçevesi nasıl oluşturulmalıdır sorunsalları üzerine de kafa patlatmaya, dünya örneklerini incelemeye başladık.

Sanat ve yaratıcılık açık düşünme ve özgürlüğe ihtiyaç duyan bir alan aslında. Sahne için açık ve özgür ifadeyi de budamadan her ilişkilenme için uygun zemini nasıl yaratabiliriz, sahne etiği dediğimizde temel olarak neyi anlayacağız?

Galiba çalışma kültürünü oluştururken temel insan hakları bildirgesinde yazan hakların içselleştirilmesiyle başlamalıyız. Öncelikle nerede, kiminle, ne zaman, ne yaparsan yap ifade özgürlüğü kapsamında her şeyi söylemeye hakkın var. Sınır ihlali gibi hissettiğin her şeye itiraz hakkın var. Sana önerilen çalışma yöntemini sorgulamaya, ‘dur’ demeye hakkın var. Ya da bir yöntem araştırması yapıyorsan, rızasını aldığın biriyle alışılmış yolların dışında yollar araştırmaya da hakkın var.

Ama tüm bunları yaparken;

Bir kişiye ya da gruba, belli özelliklerinden (cinsiyet kimliği, ırkı, etnik kökeni, yaşı, fiziksel özellikleri…vs) dolayı önyargılı davranılamaz. Pozitif veya negatif ayrımcılık yapılamaz.

İçinde bulunduğun yapıdaki (okul, kurs veya çalışma mekanları) hiyerarşik örgütlenme hiç kimsenin kişilik haklarına saldırı anlamına gelecek biçimde kullanılamaz.

Bu kültürde cinsel taciz, homofobik ve transfobik şiddet kabul edilemez.

Kişinin bedensel, ruhsal, zihinsel bütünlüğünü bozacak hiç bir çalışma meşru kabul edilemez

…gibi çok temel insan hak ve özgürlüklerinin temel alındığı bir etikten söz ediyoruz.

Sanat alanında eğitim alırken ya da çalışırken kişinin sınırları gene kişinin kendisi tarafından ifade edilmelidir. Zira farklı kültürlerde farklı anlayış ve davranışlar, farklı ‘mahrem’ler olabilir. Karşılıklı olarak, bu sınırlar ifade edildiği anda tüm taraflar bu sınır çizgilerine yargılamadan, aşağılamadan saygı duymakla sağlıklı bir üretim ortamı sağlayabilirler.

Özgürlükle sorumsuzluk birbirine karıştırılmamalı. Kaldı ki sanatta ‘engel’ gibi görünebilecek sınır çizgileri zaman zaman yaratıcılığı kışkırtan etmenler olmuştur. Hiç bir şey insan varlığı ve yaşamından kutsal değildir. Sanat dahil. ‘Tüm kara parçalarında!’

60 kadınla bir toplantı yapıldı. O toplantıda dikkat çekici olanlar neydi, nasıl bir hat izlenmesi öngörülüyor bundan sonra?

Evet bir ön toplantı yapıldı, bundan sonra dileyen herkes çalışma gruplarına katılarak bu kültürün sağlıklı bir biçimde oluşturulmasına katkı sunarak sorumluluğu paylaşacak. Umarız ki kısa zamanda her kurum ve kişi bu temize çekilecek yeni sahne ‘etik’ini hayata geçirmek üzere düşeni yapacak ve meşrebince davranmaktan imtina edecektir.

Bu çalışma nasıl başladı, süreci biraz anlatabilir misiniz? Başka ifşalar da geldi ve kurumlar kimin diye de tartışıyoruz bir yandan; sanata desteğin çok az hatta belki de hiç olmadığı bir ortamda hepimizin bir tuğla eklediği kurumlarımızı nasıl koruyabiliriz ya da korumalı mıyız?

Sanırım süreç bütün dünyada Me Too hareketinin ivme kazanması, ve yıllardır toplumsal cinsiyet konusunda cansiperane çalışan hemcinslerimizin kararlı duruşları sonucu başladı. Yani kızkardeşlik dayanışması ile "Kadın kadının yurdudur" mottosu ile başladı.

Bu topraklarda kültür sanat ve bilim ne yazık ki son yıllarda iyice değersizleştirildiği için kişisel çabalarla taş üstüne taş koyarak, ekmeğinden kısıp hayallere emeğini yatıran bir avuç delinin gayretiyle sürdürülebildiğinden, tuhaf bir dokunulmazlık hissi oluşuyor. Ama işte tam da bu yüzden hayalleri kirletmeye hiçbirimizin hakkı yok. Eteğimizdeki taşları döküp özeleştiri mekanizmasını işletmeye başlamalıyız. Hayallerimize, bedenlerimize, özgürlüklerimize ve emeğimize sahip çıktığımız kadar sahip çıkmalı ve sorumluluk almalıyız. Zira sorumluluğun olmadığı yerde özgürlükten de söz edemeyiz. Bu temize çekilecek kültürün yapı taşlarını oluşturacak ‘değerler’i teker teker ışığa tutarak en kapsayıcı dille, elmas keskinliğine taşıyıp zihnimize nakşetmeliyiz. Ve her çalışmada kendimizi bu ölçekle değerlendirmeliyiz.

Fail/faillerle ilgili muradımız ne? Hiçbirimiz bir adaya kapatıp sosyal izolasyona tabi tutmayı öngörmüyoruz, bir dava süreci de yok üstelik. Adaleti nasıl sağlayacağız ya da içimiz ne olursa biraz da olsa soğuyacak?

Ben hakim ya da savcı değilim. Hiç birimiz değiliz. Ve olmamalıyız da! Bu toplantılar da bir mahkeme alanı değil.

Ahdımız, toplumsal cinsiyet, ayrımcılık konularında ‘iktidar’ dilini değiştirmeye çabalayarak ve vicdanlarımızda temel insan hakları tohumlarının kök salmasına uğraşarak, ‘Adalet’i yasaların sağlaması için uygun iklimi yaratmak. Hatta en çok; adaletsizliğe uğrayanların çabalarıyla, içi yananların konuşmaya başlamasıyla, sessizliği yırtarak, görünmez kılınanı ortalığa saçarak yüreklerimizi soğutabiliriz. Sorunları halının altına süpürmeyip hep birlikte kolkola, dayanışmayla hiç kimsenin cesur olmasına gerek kalmadan yan yana yürüyerek halledebiliriz.

Bir taraftan öyle bir konjonktürdeyiz ki bu tartışmalar çok kolaylıkla iktidarın lehine manipüle edilebilir. Bununla ilgili hassas ayaralarımızı nasıl yapıyoruz. Neye karşı daha da uyanık olmak durumundayız?

Bence asıl uyanık kalınması gereken şey içimizdeki ‘bu iktidar dili’, bu tahakküm alışkanlığı, bu eril dilin yarattığı ve sürdürdüğü dikey hiyerarşik yapıları dokunulmazlıkla muhafaza etmeye çalışan kültür. İnce ayar işte tam burada galiba; en çok kendimize karşı uyanık olmak zorundayız yoksa o iktidarın üreticileri oluveriyoruz!

Bu konuda yoğun çalışan çekirdek ekibin içerisindesiniz ve bir kadın olarak sanat yolculuğunuz nasıldı (tahakküm konusunda özellikle) ve kişisel muradınız nedir?

Şu gelip geçtiğimiz dünyada kimseyi kalıcı bir hasarla yaralamamak, gönül kırmamak, kul hakkı yememek….kişisel muradım olabilir. Ama daha güzeli herkesin kendi biricikliğinin değerini anladığı, farklılığını saklamak zorunda hissetmediği bir dünyanın hayaline inananları çoğaltmak.

Şu koca dünya, küçük kız çocukları için pek şefkatli değil. Benim için de değildi. Kadın ağırlıklı bir ailede büyüdüm ama aslında kadınsı bir iklim değildi. Toplumsal önyargıların hepsinden nasibimi aldım. Duygusal şiddete de, cinsel tacize de uğradım. Ta ki bunların sadece benim başıma gelen felaketler değil, ortak bir sorunun yansımaları olduğunu idrak edene kadar.

‘Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu’*nun inşaasında belki de bu yüzden hassasiyetle var olmak istiyorum. Kendi kadınlığımı yeniden inşaa etmek için.


*Elda Abrevaya

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytül Hasaltun Bozkurt Arşivi