Yiğit Bener
Türbülansta hücum marşı…
Düm teke tek tek… Düm teke tek tek… Önce ağır bir hızda seyreden davullu ezgi, zurna eşliğinde hoplaya zıplaya giderek hızlanıp baş döndürücü bir tempo kazanıyor… Düm teke düm tek tek… Davullu tempo zıvanadan çıkıp coştukça, marş artık tam bir amok koşusuna dönüşüyor.
Bir anda ben de coşuyorum, kemerimi çözerek fırlıyorum ancak sığabildiğim koltuğumdan, tüm gücümle koşmaya başlıyorum daracık koridorda, sanki geniş bir ovada yanımda binlerce arkadaşımla el ele tutuşup kırlarda naralar ata ata yokuş aşağı koştururcasına.
Tam o sırada, güm! zıplıyoruz havaya, mayına basmış gibi. Deprem olmuşçasına sallanmaya başlıyoruz… Zınk! duruyorum mecburen. Anons yapılıyor, türbülansa girmişiz yine, koşu bitti, herkes dönsün yerine, taksın kemerini, otursun oturduğu yerde!
Zaten bakmayın böyle düz ovada keklik gibi sekme düşleri kurduğuma, benimki ham hayal işte! Saatlerdir titreye sallana yol alan daracık gövdeli tıkış tıkış uçakta mümkün mü koltuğundan kalkıp koşabilmek? Olsa olsa düş gücüyle… O da işte bir yere kadar: Doğa güçleri işe karışınca ve türbülans başlayınca zincirlerinden boşalarak koşma düşleri sekteye uğrayıveriyor.
İtiraf etmeyelim ki feci daralmıştım o seyahatte. Sevmez oldum artık iş için beni Hakkari’den Buenos Aires’e ya da Addis Ababa’dan Stockholm’e savuran bu uçak yolculuklarını. İşim yüzünden ortalama on günde bir binmek zorundayım oysa. Bu kadar çok gezdiğim için beni şanslı addetmeden önce, yıldan yıla genişliği ve önünüzdeki koltukla arasındaki mesafesi sürekli kısalan şu daracık uçak koltuklarında birkaç saat kıpırdamadan oturmayı deneyin hele! Gel de klostrofobiye tutulma…
Ağır işçilik yaptığımı iddia ederek gülünç olmaya niyetim yok. Halime acıyın da demiyorum. Neden on bin metre yükseklikte saatlerce uçarken bu kadar bunaldığımı ve kulaklığımı takıp mehteranın seslendirdiği Hücum Marşı'nı dinleyerek kırlarda koşma hayalleri kurduğumu, neden bu yolla kendimi "gaza getirdiğimi" açıklamaya çalışıyordum sadece.
"Sen de mi!" deyip yüzünüzü buruşturmayın öyle hemen. Hayır hayır, milliyetçi hezeyanlara kapılıp neo-Osmanlı fetih düşleri kurduğumu sanmayın lütfen. Coppola’nın Appocalypse Now (Kıyamet) filminde, Amerikan savaş helikopterlerinin Wagner’in operasından Ritt der Walküren’i (Valkürlerin Yolculuğu) hoparlörden çalarak Vietnamlılara saldırdıkları sahneye özenmiş değilim. Derdim fetih değil, müzik. Uçak da savaş uçağı değil zaten. Mesele şu ki, uçak yolculuğunda çok bunaldığımda marş dinlemeyi seviyorum.
Tuhaf bir alışkanlık, farkındayım. Üstelik marşlar hep askeri olarak nitelendirildikleri için, "askeri müzik ne kadar müzikse, askeri adalet de o kadar adalettir" özdeyişini sıkça kullanan benim gibi birinin böyle bir tercih yapması yadırganabilir.
Gel gör ki uçakta daraldığımda nedense her zaman dinlemekten hoşlandığım türden müziklere yabancılaşıyorum, odaklanamıyorum. İmdadıma marşlar yetişiyor. İşte bu nedenle müzik söz konusu olduğunda katı alışkanlıkları ve sembolik alerjileri bir kenara koyabilmek gerek diye düşünüyorum.
Örneğin nasıl ki Kwai Nehri Köprüsü Marşı’yla ıslık çalarken David Lean’ın The Bridge on the River Kwai filmindeki gibi kendimi ikinci dünya savaşında Tayland’da Japonlar’ın emrinde köprü inşa eden İngiliz askeri olarak hayal etmiyorsam ya da Beethoven’ın İsa Zeytin Dağında oratoryosunu (Christus am Ölberge) ve Bach’ın İsa Benim Neşem Olarak Kalacaktır (Jesus bleibet meine Freude) kantatını huşu içinde dinlerken kendimi Hristiyan mistik hayallere kaptırıyor değilsem; Hücum Marşı’nı dinlerken de sadece müziğin temposuyla ilgileniyorum, çağ dışı ideolojik çağrışımlarıyla değil.
"Ne biçim edebiyatçısın, dırdır edeceğine uçakta geçen zaman dilimini değerlendirip kitap okusana" diyebilirsiniz. Haklısınız. Zaten okumuyor değilim. Örneğin bu son yolculuk sırasında gidiş yolunda bana önce Irmak Zileli’nin akrebi yelkovanı insanların duygularına göre hareket eden Bozuk Saat’i, ardından da Aslı Tohumcu’nun Durmadan Leyla’sı eşlik etti (Eros’tik anlatım epey de güldürdü açıkçası, iyi geldi); dönüş yolunda ise Müge İplikçi’nin Çok Özel İsimler Sözlüğüne daldım. Tesadüf bu ya, tam Leyla öyküsünü okumaya başlamıştım ki, ben de uçak yolculuğunun OHAL’inden bunaldım ve öykünün kadınlar ordusu gibi kendimi dışarı atıp dans ederek şarkı söyleyesim geldi. Hücum Marşı’nı bu yüzden dinlemeye koyulmuştum.
İşin aslı şu: Uçaktayken dinlediğimde her bir marş beni o klostrofobik koltuktan söküp alır, bambaşka dünyalara savurur.
Örneğin gaydalı bir Scotland The Brave marşıyla kendimi İskoçya dağlarının eteğindeki bir tavernada, kiltini -yani İskoç eteğini- kuşanmış ak sakallı bir Sean Connery’le birlikte, gençliğinde baş rolünü oynadığı Boorman’ın bilim-kurgu filmi Zardoz’da, dünyanın gerisinde olup bitenleri umursamayan ayrıcalıklıların cam fanustaki yapay dünyasını parçalayan barbar Z’yi canlandırmadaki başarısını tartışırken hayal edebilirim.
Ay Carmela, Viva La Quinta Brigada marşı ile bu kez 1936’daki iç savaş sırasında İspanya dağlarındaki bir dar geçitte Hemingway’le birlikte Çanlar Kimin İçin Çalıyor sorusuna yanıt arayabilirim: İspanya devrimi ihanete uğramasaydı, dünya tarihinin seyri bambaşka olabilir miydi?
Kaldı ki, marşları birebir bestelendikleri bağlamla, ideolojik yüküyle özdeşleştirmemek gerek bence: İdeolojiler geçer, müzik kalır. Söz konusu müzik olduğunda da ideolojilerin ötesinde bambaşka duygu ve çağrışımlar devreye girer.
Örneğin Berlioz’un Faust’un Lanetlenmesi operasındaki Macar Marşı’nı (Rakoczy Marşı) dinlerken aklım ne bu besteye ilham veren Goethe’nin dramatik efsanesindedir ne de şeytanın ölümsüzlük vaadiyle aklını çeldiği zavallı bilim insanlarında… Ben bu marşı ne zaman dinlesem, Gérard Oury’nin La Grande Vadrouille (Şahane Oyun) adlı savaş komedisi filminde, Louis de Funès’in bu eseri seslendiren orkestranın şefini oynadığı sahneyi, ardından da Bourvil’le birlikte Tea For Two şarkısı eşliğindeki absürt hamam sahnesini anımsayıp kendi köşemde katıla katıla gülmeye başlarım.
Her şey bir tarafa, marşlar zaten tarih boyu kılıktan kılığa girebiliyorlar, sözleri değişebildiği gibi, o marşa sahip çıkan kesimler de zaman içinde farklılaşabiliyor.
Nazilere karşı savaşan İtalyan partizanlarının ünlü direniş marşı Bella Ciao’yu bilmeyenimiz yoktur. Kürtçesi ve Türkçesi dahil tüm dünya dillerinde söylendi. Popüler dizilerde çalındı, hatta pop versiyonu bile yapıldı. Oysa bu antifaşist marşın aslı, İtalya’da geçen yüzyılın başlarında pirinç tarlalarında çalışan mevsimlik kadın işçilerin (mondine) zor çalışma koşullarına isyan eden çok daha ağır tempolu bir marştır. Dahası, o ilk versiyonun Koilen isimli daha eski bir Yahudi halk ezgisinden esinlendiği de söylenir.
Bir diğer örnek, 1905 devriminden kalma bir Polonya işçi marşı olan Varşavyanka’dır. Bu şarkı daha çok 1917 Rus devriminden sonra ünlenmiş ve tüm dünyaya yayılmıştır. Ancak hiç akla gelemeyecek bir şekilde bu marş, farklı sözlerle bugün aynı zamanda Fransız 1. Paraşütçü hafif süvari alayının da marşıdır! Nazilere karşı direniş döneminde bu birliğin saflara katılan İspanyol devrimcilerinin etkisiyle benimsendiği tahmin ediliyor.
Çok daha da şaşırtıcı bir başka vaka ise ünlü devrimci Partizan Marşı’dır. Şarkının aslı, 1828’de bestelenen Amur nehri direnişçilerinin marşıdır. Daha sonra, 1917 Rus devrimi sırasında Bolşevikler sözlerini değiştirip buna sahip çıkmıştır ve "Lenin’in işaretiyle ayaklanan partizanların" marşı, iç savaş sırasında Kızıl Ordu’nun marşı olmuştur. Ancak tam aynı dönemde, karşı safta çarpışan Beyaz Ordu da aynı marşı Drozdovski Birliği Marşı olarak farklı sözlerle benimsemiştir. İkinci dünya savaşında da Kızıl Ordu bu marşı daha farklı sözlerle kullanmıştır.
Benzer bağlam kaymaları, söz değişimleri bizde de oluyor: Örneğin Osmanlı Ermenisi ünlü besteci Dikran Çuhacıyan’ın Kürdi makamındaki Plevne Marşı’nda (ya da Osman Paşa Marşı) "Tuna Nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam diyor / Şanı büyük Osman Paşa / Plevne'den çıkmam diyor." Bu sözleriyle marşa hem "Ulu Sultan Abdülhamit Han" taraftarları pek sahip çıkıyorlar hem de TSK Armoni müzikası. Ancak ben aynı marşı Ruhi Su’nun gür sesinden, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra değiştirilmiş Demokrat Parti karşıtı sözleriyle dinlediğimi de hatırlıyorum: "Olur mu böyle olur mu / kardeş kardeşi vurur mu / kahrolası diktatörler / bu vatan size kalır mı…" Dahası, 1970’lerde bu kez "Bu meydanda cengimiz var / Er olan meydana gelsin / Faşistlere hıncımız var / Devrimciler safa gelsin" sözleriyle Timur Selçuk’tan da dinlediğim bu marşı, yürüyüşlerde de sıklıkla söylerdik.
Daha sonra duydum ki Beşiktaş taraftarları aynı marşı "Göztepe'ye hıncımız var / Beşiktaşlı safa gelsin" şeklinde uyarlamışlar. Eh, neden olmasın? Zaten Fenerbahçe taraftarları da eşkıya Arabo için bestelenmiş Ermeni marşı Zartir Lao’yu Zafer Yakında adıyla takımlarına dönüştürmediler mi? Galatasaray taraftarları boş durur mu? Onlar da Mehteranın Hücum Marşı’nı "Aslan kükremiş geliyor / üstünde forması / şampiyonluk kupasını almak yetmiyor…" sözleriyle uyarlamışlar.
Uzun lafın kısası, madem onca marş bu kadar zıt kutuplara savrulmuş, kılık değiştirebilmiş, o zaman lütfen kimse benim uçakta müziğine odaklanıp Hücum Marş’ı dinleyerek kırlarda koşma düşleri kurmamdan ve bu sayede uçak boğuntusunu üstümden atmaya çalışmamdan başka anlamlar çıkarmasın.
Zaten marşı sonuna kadar dinleyemediğimi söylemiştim, türbülansa girdik, hücum marşı da zafer koşusu da kesildi, nefesler tutuldu, tadım kaçtı.
Bu boğuntu geçecek elbet. Zaten uçak da inişe geçti, alçalıyor epeydir. Gerçi ininceye kadar türbülanstan kurtulamayacağız besbelli. Ama eninde sonunda yere ineceğiz her halde. Tek mesele şu: Yumuşak iniş mi olacak bu, yoksa burun üstü çakılacak mıyız? İnsan türbülansta bunalırken bunları düşünüyor ister istemez.
Öyle ya da böyle, sonuç belli oluncaya kadar bırakın da bari kendimi müzikle, marşlarla, kırlarda koşma düşleriyle avutayım. Hiç yoktan iyidir: Düm teke tek tek…