Neşe Özgen
#YersizYurdsuz: Yer’sizler savaşa nasıl hazırlanmalı?
"Bu da olmaz artık" diyerek isyan ettiğimiz, şaşırdığımız, korktuğumuz, aklımızın alamadığı bunca yabanlık, yozluk ve şiddetin adını iyi koymak gerekiyor: Erdoğan kendisine bağlı bir grup siyasi ve militer yapıyla birlikte Türkiye’yi savaşa sokmaya hazırlanıyor. Yönetiminin meşruiyeti sürdürmesi toplumsal bir mutabakattan geçmediği için sıkıyönetime çevirebileceği bir savaş hali ilanını, süreklileştirilmiş şiddeti bir yönetim biçimi olarak istiyor. Neyi olursa olsun ve ne olursa olsun yönetme arzusunun tek öznesi olarak kaldığı sürece, AKP de artık bir siyasi parti olarak mevcut olmadığından, iktidarının başka çaresi de yok.
İç savaşı çıkartmayı bir türlü başaramadığı için de, ülkeyi içinden çıkılmaz bir sarmalın içine bir dış savaşa doğru itiyor. Öte yandan hayli zamandır bir çok gösterge devletlerin de bir savaşa büyük bir hevesle meyyal olduklarını, sıcak bölgelere silah satışı ve bütçelere, finansa, illegal artığa sızma girişimlerinin artık yeterli olmadığını, savaş çıkartmadan varlıklarını sürdüremeyeceklerini gösteriyor. Bu yeni savaş süreklileştirilmiş bir kıyamet istiyor: Her ülke Yemen olsun istiyor, her devlet boyun eğsin istiyor, Dünya halklarının her bir hücresi ömrünün sonuna kadar yarı ölü ve canının son damlasına kadar ölü kalsın istiyor.
Savaş geliyor: Adını doğru koyalım. Bu yeni savaş süreklileştirilmiş ve kanlı bir şiddet konseptiyle geliyor.
Sürekli satışa çıkarılmış devasa silahlarla Dünya’nın bir apocalypse’e geçmesini, insanların çıldırıp kendi soylarını ve evlatlarını en önce yemesini, satılabilecek her değerin arsızca satılıp heder edilmesini istiyor. Süreklilik istiyor. Süreklileştirilmiş ölümler istiyor. Bu arzu da görülüyor zaten. Dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu çaresizlik duygusunun temelinde, gelmekte olanın görüldüğü bu anın acısı var.
Savaş geliyor. Şimdiye kadarkilerden daha acımasız, bütün değerleri, kültürü, yaşadığımız her anı yok edecek kadar güçlü yeni bir savaş kapıda.
Savaş geliyor: Yaşadıklarımız uzunca bir süredir bu savaşın zaten içinde olduğumuzu gösteriyor. Hayli zamandır söylenen yalanlar dikiş tutmayınca inkara, oradan arsızca ikrara şimdiyse manipülasyona başlayan bu dil tam da savaşın dili, bu dilin karşılık geldiği politika tam da savaşın politikasıdır.
AKP’den uzunca süredir beslenen ve artık ipleri de eline almış olan savaş oligarklarının, hem bu savaşın önde gelen aktörlerinden olma isteği hem de sınır ötesi muhtelif operasyonlarda muhtelif taraflarda aynı anda arsızca rol çalma girişimi sonuçsuz kaldı. Suriye ve Irak’taki operasyonlardan Kafkasya ve Balkanlardaki girişimlerde düzenli düzensiz militer güçlerin kullanılması, siyasi görünümlü ajanlaştırma faaliyetlerine; içerde artan işkence ve tutuklamalar, mahkemesiz yargı kararları, savcıların kopyalayarak raporladığı emniyet tutanakları, hapishanelerin fiilen idam cezasını uygulayan yerler olacağına dair işaretlerden, vicdani her değeri kazıyarak ve harabederek ilerleyen cezasızlık uygulamalarına kadar... hepsi Erdoğan ve çevresinde birikenlerin, uluslararası yapılarla, savaş patronları aracılığıyla işbirliği yapmakta olduğunu da gösteriyor.
Savaş kendi diliyle geliyor: Devasa silahlar, devasa siyasal siluetler, devasa bütçeler, devasa bankalar, devasa binalar, devasa duvarlar, büyük inşaatlar, büyük ölümler, devasa devlet olma vaadleri, devasa nutuklar ve devasa simgelerle (camiler, kamu binaları, giriş kapıları, anıtlar, sınır duvarları, afişler, isimler, polis vb. militer grupların abartılı giysileri vs.). Bu devasalık Roma’dan bu yana gökyüzüne, yukarıya çekilmiş olan tanrının ulu elinin yeryüzüne uzatıldığı tapınaklardan özentidir, bunun taklididir. İnsan eliyle yapılmış bir gösterişçiliktir ve aynı zamanda kendi ideolojik dilini de gerçekleyen bir gösterişçiliğin taklididir.
Heidegger’in Nazilerin iktidara gelme döneminin üç göstergesi üzerine bir konuşması vardır. Üç belirtiden bahseder, birincisi "Manipülasyon", ikincisi "Gigantismo" yani "devasalık" bir diğeri de "Americanismus" yani "Amerikancılık" (sanıldığı gibi Amerika ile ilgisi de yoktur). Heidegger, Nazilerin bu ideolojik zeminle iktidara yerleştiklerini söylüyor.
Amerikancılık "sana kim olduğunu ben söyleyeceğim, ben İmparator!" iddiasının günümüzde şekil bulmuş halidir: "Sana istediğim renkte giysiyi giydirecek, istediğim milletten olma hakkını verecek veya esirgeyecek, istediğim eğitimi uygulayacağım!" En çok ve en hilesiz biçimiyle bugün Trump’ta görülse de, elit halleri neo liberalizmle yaşdaştır. Boetie’nin 1562’te yazdığı "Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev" kitabında iyi bir tarifi vardır. Ama Americanismus bundan daha da öte, "Gross- devasa bir politiklik" iddiasıdır: Kurbağanın çatlamadan önceki son halidir.
Heidegger, manipülasyonun bulanık bir şey olduğunu belirterek, "bunu sözün yayılma zemininden çıkartamazsınız" diyor. Sözün zemini şimdilerde itibarsızlaştırma ile yürütülüyor. Bulanıklık, müphemi şüpheden kurtaran ve mutlaka suçlaştıran bir Guantanamocu suç retoriği sıradan hayatın her anına tereddüt etmeden uygulanıyor: Tecavüz edilmiş bir çocuğun ardından veya hayatı bir çatışma veya bir kazada söndürülmüş bir gencin cenazesinden dahi hellalikle konuşulamaz hale getirilen bir toplum, içine doğru inleyerek saklanmaya ve gelmekte olanın daha büyük bir şiddet olduğunu sezerek, yalnızlığına doğru ağırlaşmaktadır. Birbiriyle temasa geçmeyen sosyal yapılar ev’sizdir. Mülkünüz ister olsun ister olmasın, ister bir vatanın bir devletin kimliğini taşıyın ister taşımayın, yer’imizden yani ev’imizden edildik ve #yersizyurdsuz kaldık.
Patlayan bombaların, kan ve şiddetin, savaşlarda ya da yollarda canı alınmış hayatların sıradanlaştırılmış görüntüleriyle sersemlemiş, bir şiddet haritasına indirgeneceğini sezerek korkmuş, üzerine inen tehditle sinmiş, dilin şiddetiyle değerleri bulanıklaştırılmış ve gönül evsizliğiyle çılgına dönmüş insanların; süreklileştirilmiş bir savaş şiddetinden kendi ev yerlerini yeniden inşa edebilme başarısı haricinde çıkış şansı yok görünüyor.
Önümüzdeki savaşın kazananı olmayacağı kısa vadede açıkken, sosyal yapılar, halklar, küçük gruplar kendilerini nasıl koruyabilirler? Yurtsuz bırakıldığımız bugünlerde yerimizi yurdumuzu yani ev-içini nasıl yeniden inşa edeceğiz?
Yer tartışmaları kaçınılmaz biçimde ev ile özdeşleşir. Mekan, harita, topografya değil, "yer" neresidir? Sığındığımız çocukluk dünyamız, memleket, ev olarak tarifleriz yeri. Hafızamıza çaktığımız çocuk dünyası, nostaljik olmayan ancak yaşam ışığını tutmak için kullandığımız anılar ve bunun ötesinde kendi içimizden dışarıya uzatabildiğimiz bir sosyal uzantıdır yer. Bu anlamda dış dünyayı yeniden kurmak için de kıymetli bir töz’dür. Ki bu nedenle bizde zaman zaman "gönül" olarak da adlandırılır. Bazen "can" olarak da.
AKP’nin artık hiç kaldığını, siyasi olarak dengesizlikleri bir yana varlık alanının daraldığını söylemek, bu durumun sürdürülebilir olmadığını göstermiyor. Bu parti veya yapı yaklaşan savaşın ilk kaybedeni olacak ve dağılıp gidecektir. Kendinden daha devasalarla özne olarak rekabete girişemeyecek kadar zayıf bir yapıdır ve nesne kıldığı insanlara verdiği çökkünlükle birlikte hemen ilk başlarda çürüyerek kaybolur. Ancak nesne kıldığı varlık alanına verdiği harabiyet kalıcılaşabilir. Benim korkum budur.
Savaşın etkisini bertaraf etmekten başka bir barış umudu geliştiremeyen, gevşek örgütlenmiş, sınıfsal olarak daha az zarar gördüğünde ısrarlı, suç ve terör gibi devletçe tanımlanmış alanları aynı tanım içerisinden tartışmaktan başka çare göremeyen ya da öğretileri bir önceki yüzyılın öğretilerinin artık slogancı kopyasına indirgenmiş olan alternatif siyaset alanları bu gelişmekte olan şiddetin süreklileştirilmiş yeni biçimleriyle baş etmekte yetersiz.
Kanımca, yüzümüzü yeni gelene dönmeliyiz. İçimizi ev’i, gönülü, yeni bir hayatın dilini yeniden inşa etmeliyiz. Yeni politikaların tam da bu savaşın içinden ve tam da bunu yaparken çıkması kaçınılmaz. Hayatı isteyen ve hemen şimdi isteyen onurumuzun itibarının iadesini talep etmeliyiz, talep etmeli ve almalıyız.