yıkamadan olmaz!

hayatında eline deterjan değmemiş insanların ürettiği sosyal bilimle, bütün bir evi çekip çevirdikten sonra makalesinin başına oturanınki bir olabilir mi?

cumhurbaşkanı tayyip erdoğan’ın başdanışmanlarından özlem zengin, bingöl’de düzenlenen ulusal kadın girişimciliği kongresi’nde en iyi fikirlerin aklına bulaşık yıkarken geldiğini söyleyerek gündem oldu, biliyorsunuz. bulaşık makinesinin en mütevazı evlere bile girdiğini göz önüne alınca açıklamayı samimi bulmak kolay değil. gerçi tahta kaşıklardır, dibi tutmuş tenceredir (ki bir tefekkür alametidir) falan derken elde yıkanacak üç-beş parça çıkıyor ama bunlar düşünmeye fırsat vermeyecek kadar kısa sürede biter.

üç çocuk annesi özlem zengin daha önce topal soyadını da kullanıyordu. artık bunu kullanmamasını boşandığına yoruyorum ve o yüzden, böyle önemli bir görevdeyken o azıcık bulaşığı eşine devretmesini öneremiyorum.

ama bu bize başka bir gerçeği hatırlatıyor. yapılan araştırmalar, özellikle afrika, kuzey amerika, latin amerika ve okyanusya başta olmak üzere, son 20 yılda tek ebeveynli ailelerin sayıca artarak çekirdek aileleri geçtiğini gösteriyor. bunlar, ezici ağırlıkla, bir kadının bir ya da birkaç çocuğun bakımını tek başına üstlendiği aileler; sadece boşanmalar ya da eşlerden birinin ölmesiyle oluşmuyor. özellikle afrika ve latin amerika’da babanın çalışmak üzere başka bir yere, başka bir ülkeye gidip buharlaşması (buharlaşan babalara hatta buharlaşan erkeklere siz de kendi hayatınızda rastlamışsınızdır) ve özellikle erken yaşlardaki planlanmamış hamilelikler de tek ebeveynli ailelerle sonuçlanıyor. tabii bir de tek başına ya da bir başka kadınla yaşayan kadınlar var.

çocuk bakımıyla tek başına baş etmek zorunda kalan kadınlar bir erkek adına da çalışıyor ama bulaşık yıkayan her kadının mutlaka bir erkeğe hizmet etmesi söz konusu değil. ve hanelerinde erkek olmadan yaşayan kadınları göz önünde bulundurmayan tahliller eksik kalmaya mahkum.

ama bulaşıkla, genel olarak evişleriyle toplumsal cinsiyet arasındaki ilişki üzerine söyleyebileceklerimiz, söylemek zorunda olduklarımız da bundan ibaret değil. evişleri kapsamında yapılan hemen her şey evin dışında yapıldığında bir meslek anlamına geliyor. örneğin bulaşıkçılık mutfaktaki ilk çıraklık aşamalarından biri. bulaşıktan sebze doğramaya, oradan aşçı yardımcılığına, oradan da şefliğe geçmek mümkün. ama aynı iş hatta bütün bu işler, bir kadın tarafından evde –tabii ücretsiz- yapıldığında küçümseniyor. yani kadınlara mahsus sayılan emek süreçleriyle, erkeklere mahsus sayılanlar arasındaki tek fark ücret değil, itibar açısından da büyük bir fark var.

cinsiyetçi işbölümü sadece "iş"i yapanların hayatını değil, "işi" de belirliyor. düşündüğümüz, yaptığımız her şeye kendi yaşantımızı, deneyimimizi akıtıyoruz, öyleyse, örneğin hayatında eline deterjan değmemiş insanların ürettiği sosyal bilimle, bütün bir evi çekip çevirdikten sonra makalesinin başına oturanınki bir olabilir mi?

klasik iktisadın ekonomik insan’ı, "homo ekonomikus" en az emekle en fazla faydayı hedefler. bu annelik emeğini, örneğin, acaba üstü açıldı mı, diye gece uyanıp kontrol etmeyi açıklayamaz. ama bu deneyim de insanlık tarihinin ve üretimin bir parçası.

yani erkeklerin bulaşığı üstlenmesi, sadece eşitliğe, kadınları bu işlerden kurtarma amacına hizmet etmiyor. bu pratiği dışlayan, bu pratikle tanışmamış insanların ürettiği bilim, siyaset, edebiyat da eksik kalıyor. tabii siyaset açısından bu daha da önemli. eliyle, bedeniyle çalışmamış, bir ürün ya da hizmet üretmemiş, sadece karar vermiş insanların yaptığı siyasetin temsiliyeti de olmuyor.

bir örnek daha vermek istiyorum: dünyanın birçok yerinde, annelerin oluşturduğu barış hareketleri siyasetçilere, hiçbir savaşın evlatlarını kaybetmeye değmeyeceğini anlatmaya çalışıyor. bu ilk bakışta, kadınları anneliğe sıkıştıran bir yaklaşım ama bir yandan da, hiç çocuk bakmamış bir sürü baba olmasına rağmen neredeyse her kadının –kardeşi, akrabası vb.- bir çocuğun üzerinde emeği oluyor. yani "annelik" fiziksel değil, toplumsal bir deneyim. savaşla ilgili kararları alanlarla toplumsal olarak çocukların bakımını üstlenenlerin aynı kişiler olması bir farklılık yaratır mı? bu en azından düşünmeye değer bir nokta bence.

çin halk cumhuriyeti ile ilgili, en sık tekrar edilen kara propaganda malzemesi, profesörlerin tarlada çalışmaya mecbur edildiğiydi. oysa oturmaktan tutulmuş sırtlarına, kapalı odalarda temiz havaya hasret kalmış ciğerlerine iyi bile gelmiş olabilir. nitekim karl marx, komünist toplumu, işbölümünün olmadığı, insanların sabah avcılık yapıp öğleden sonra balık avlayacağı, akşam sığır yetiştirip yemekten sonra da felsefe eleştirisiyle meşgul olacağı bir toplum olarak tasvir eder, malum. (fikirden ibaret erkekler göz önüne alındığında, özellikle felsefe eleştirisinin selameti açısından bunun şart olduğu aşikâr.) avcılık ve sığır yetiştirmek bir yana, balık yemenin bile –haklı olarak- sorgulandığı günümüzde, hele de yemeyeceğiniz balıkları tutmak kabul edilemez. ama gündüz muhasebe/felsefe/siyaset/bilim yapıp akşamüstü yemek pişirmek, gece de çamaşır yıkamak yani iki cinsiyete mahsus sayılan işleri –tıpkı pek çok kadın gibi- yapmak mümkün. bir erkeğin kendisini bu zenginlikten mahrum etmesi için ne sebep olabilir?

ayşe düzkan kadın erkek İş emek