Yumuşak 'g'yi bilmeyen Sayıştay raporunu okur mu?

Bütün bunlar olsaydı İstanbul belediye başkanlığına aday olan birisi Sayıştay’ın İstanbul raporunu okur ve hileleri savunmak zorunda kalıp önce 'Yalan' deyip sonra da okumadığını söylemezdi.

Binali Yıldırım’ın yumuşak "G" harfiyle sorunu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu konu üzerine sadece espriler yapıldı ama kimse fazla ciddiye almadı. Ciddiye almamanın çeşitli nedenleri var ve en önemlisi Türkiye’nin büyük bir kısmının Binali Yıldırım gibi olması. Gazete satışlarının 1 milyonun altına düştüğü bir ülkede halkın büyük bir çoğunluğunun yumuşak "G"yi bilmemesi, yazarken çoğunun "G" olarak yazmasından doğal bişey olamaz. Bu ülke hatalı sünnetlerin düzeltilmesiyle ilgili bez afişlerin asıldığı bir ülke, bu ülkede turistik yerlerde piliç çevirmenin "Translated Chicken" diye yazıldığı bir ülke, daha da komiği "Ehliyetli şoför alınacak" diye ilan verilen bir ülke.

12 Eylül darbesi sonrası parti başkanlarını bir gözünüzün önüne getirin, Turgut Özal sadece Red-Kit okuduğunu söylerdi, Tansu Çiller’le Mesut Yılmaz’ın boş vakitlerinde kitap okuyan tipi var mı, Süleyman Soylu, Sadettin Tantan vb. vb, Devlet Bahçeli kitap okusa böyle mi konuşur. Recep Tamam Erdoğan ne demişti bu konuda, "Zamanım yok bana gazetelerin özetini çıkartıyorlar". Neden zamanı yok, çünkü Erdoğan kimi kıytırık meşhurlar gibi sorulduğunda okumayı, sinemaya gitmeyi, müzik dinlemeyi boş zamanlarda yapılacak iş gibi görüyor.

Daha da gerilere gidersek fazla bişey değişmiyor, çok partili döneme geçtiğimizden sonra neden İsmet İnönü, Bülent Ecevit, Behice Boran gibi insanlar seçilmedi de dünya edebiyatını çok az bilen yada bilmeyen Adnan Menderesler, Süleyman Demireller seçildi. Çünkü halk kendisine yakın olanı seçmeye elverişli, kendisi de tiyatroya yada baleye gitmediği için bunu yapan insanlardan uzak.

Dikkat edin, bu halk ne zaman Recep Tamam Erdoğan’dan ve AKP’den uzaklaştı, ulaşabileceği meclis yerine saraya taşındığından beri, araya ciddi bir mesafe girdiğinden beri uzaklaştı. Artık yanına, meclise gidip "Merhaba sayın başkanım, sayın vekilim, bakanım" diyemediğinden beri. Belki "Sayın vekilim" diyebiliyor ama artık o vekilin hükmü kalmamış.

İşte yumuşak "G" burada devreye giriyor, kitap okumadığınız yada 2 satır bişeyler karalamadığınız için onu yabancı bir harf sanıp, kendi dilinize bile yabancılaşıyorsunuz. Kitap okumadığınız zaman dünya ekonomisinden de bişey anlamayıp, Berat Albayrak gibi çuvallıyor, Süleyman Soylu gibi JÖH’e yada PÖH’e güvenip sadece "Höt-zöt" diyebiliyorsunuz.

Hiçbirisinin siyasetini beğenmem ama AKP’den ve Erdoğan’dan yavaş yavaş uzaklaşan yada uzaklaştırılan insanları bir getirin gözünüzün önüne, Beşir Atalay, Hüseyin Çelik, Ali Babacan, Abdüllatif Şener, Ahmet Davutoğlu… Daha kimler var ve hepsi hemen hemen aynı durumda, Ali Babacan okuyarak dünyanın farkında olduğu için Erdoğan’a inşaatla bu ülkenin batağa gittiğini söyleyebiliyor, Erdoğan da okumadığı için onu yanından uzaklaştırıyor ve sonra da "Batırmışız İstanbul’u" diyebiliyor.

İnsan sadece bir Anadolu kasabasından İstanbul’a yada Türkiye’den Almanya’ya gelip de o ülkeye yada şehre entegre olmaz, adapte olmaya çalışmaz, dünya medeniyetlerine adapte olmaya, okumaya, anlamaya çalışır. Halay mutlaka çeker, saz da çalar ama bunların dışında dansların da olduğunu, çalgıların da dinlenebileceğini anlamaya ve öğrenmeye çalışır. İşte o zaman Fransa cumhurbaşkanı Macron "Cumhurbaşkanı olmak o kadar da güzel değilmiş, haftada bir Erdoğan’la telefonda konuşmak zorunda kalıyorum deyip, esasında hepimizi rezil etmez.

Zaten bu dediklerim olsa Türkiye’de anadilin ne demek olduğu üzerinde tartışma yapılmaz ve zaten Kürt olan insanlara Bahçeli Kürt kökenli demez yada durup dururken ve bence gayet de laubali bir şekilde "Ciğerparem" demez, iki satır okusa o sözcüğün ne zaman kullanılacağını bilir. Bu insanlar kitap okusa bu darbeleri yada girişimlerini yaşamayız, ben, Celal Başlangıç, Ragıp Duran ve onlarca arkadaşımız yurt dışında gazete ve TV kurmayız, ne demek istediğimizi kendi ülkelerimizde söyler, yüzlerce akademisyenle Paris yada Berlin kafelerinde sohbet etmeyiz. O zaman "Abdullah Öcalan’la niye görüşüldü" diye bir tartışma olmaz, çünkü Öcalan ya hapiste olmaz yada belki kendi halinde bir insan gibi yaşardı, belki lider bile olmazdı, Nazım’lar, Aziz Nesin’ler, Kemal Tahir’ler sadece eserlerini yazar, hapislere girmezdi. Ruhi Su kanser olduğunda devlet onu özel uçakla tedavi olabileceği bir ülkeye kendi gönderirdi. Yani en basitinden insana bir saygı olurdu, kişilerin kıyafeti kavga noktasına gelmez ve kıyafet siyasallaşmazdı.

İşte bütün bunlar olsaydı İstanbul belediye başkanlığına aday olan birisi Sayıştay’ın İstanbul raporunu okur ve hileleri savunmak zorunda kalıp önce "Yalan" deyip sonra da okumadığını söylemezdi.

İşte o yüzden şimdi başlığın tersini yazarak yazımı bitiriyorum, "SEN OKUMADIĞIN İÇİN YUMUŞAK "G"Yİ BİLMİYORSUN BİNALİ YILDIRIM."

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi