Ragıp Zarakolu
Bakü Komünü
Aras Yayınları’nın Ronald Grigor Suny’nin "Bakü Komünü" adlı kitabını, her zamanki gibi harika bir editoryal çalışma ile yayımlanması çok iyi oldu.
Azeri arkadaşlardan şu sitemi almıştım: "Ülkemizi milliyetçiliğe terk etmiş gibi Türkiye solu. Bizi yok sayıyorlar." Bu tavrın bir yansıması da 90’da "Bakü Komünü"nün ilk baskısında yaşamıştım. Bizim sol okur, Paris Komününün gördüğü ilgiyi Bakü Komünü’ne göstermemişti. Umut ederim, Suny’nin kitabı "Yoldaş Pançuni" gibi sol okurun dikkatini çeker. Yine devresel kriz dönemlerinden birinde bulabildiğimiz çok kalitesiz bir kâğıda basılmıştı kitap.
2017’de Stockholm’de yazarın Ermeni soykırımının 100 yılı vesilesiyle hazırladığı "Ancak Çölde Yaşayabilirler / Bir Soykırımın Tarihi" (Türkçesi: Ebru Kılıç, Aras yayınları, 2016) kitabının kendisi tarafından yapılan sunumunu izlemiştik, Södertörn Üniversitesinde.
2015 Mayısında New York’da, Amerikan PEN’inin Dünya Sesleri Festivalinde, "Ermeni Soykırımı, Karanlık Bir Paradigma" başlıklı toplantıda da yolumuz kesişmişti Suny ile Peter Balakian’la birlikte.
Ama onunla yolumuzun ilk kesişmesi, araştırmacı Kudret Emiroğlu’nun onun mükemmel, "Bakü Komünü / Rus Devriminde Sınıf ve Ulusallık" adlı kitabını çevirmesi ve onu 1990 yılında yayınlamamız vesilesiyle olmuştu.
Sonra onun "The Making of the Georgian Nation" adlı kitabını hep yayımlamak istedim, olmadı. Her ulusun bir resmi tarihi vardır. Resmi Gürcü tarihçiliği de pek hoşlanmamıştı bu kitaptan. Keşke Aras bu kitabı da yayımlasa.
İlk yüz yüze tanışmamız ise galiba 2006 yılında New York Üniversitesindeki WATS (The Workshop for Armenian/Turkish Scholarship) toplantısı sırasında olmuştu.
Türkiye’de soykırım araştırmacılığının gelişmesine büyük katkısı oldu WATS’ın.
Daha sonra kimi Ermeni araştırmacılar da Türkiye’deki az sayıda liberal üniversitelerde kısa dönemli dersler verdi.
Suny’nin katkısının önemi, dar milliyetçi ya da din temelinde yapılan açıklamaların ötesine geçmeye çalışması, bir soykırımı mümkün kılan koşulları, nefret söylemi, psikoloji de dahil her boyutu ile izah etmeye çalışmasındadır.
Kimilerine göre, soykırımı almaya, niçin olduğunu çözümlemeye çalışmak onu onaylamak olmasa bile meşrulaştırmak anlamına gelir.
Bence soykırımların yinelenmesini önlemek için Suny ve Kevorkian ya da Marc Nishanian’ın yaptığı daha derinlikli, tarih ve siyaset bilimi yanında, felsefe ve psikolojik boyutu, söylem boyutunu kapsayan çalışmalar büyük önem taşıyor.
Ne yazık ki, Marc Nishanian’ın yapıtları hala tercüme edilmeyi bekliyor. Keşke İletişim ve Aras yayınları buna da el atsa. Onun "Writers of Disaster: Armenian Literature in the Twentieth Century" adlı kitabının, akademik çalışması sırasında Elif Şafak’ı nasıl derinden etkilediğini, dikkatini Zabel Yeseyan’a çektiğini, bir yerde "Baba ve Piç" kitabının yazılmasını fişeklediğini biliyorum.
Konferans sonrasında kısa süre önce, Belge Yayınlarına yapılan baskın sırasında, "arkasında bandrol olmadığı" gerekçesi ile el konan 2170 kitap arasında, 1990 yılında yayımlanan "Bakü Komünü"nün de olduğunu söyledim Suny’ye.
O da Ankara’daki bir konferans sırasında mütercim Kudret Emiroğlu ile nasıl tanıştığını, onun kendisine kitabın çevrilme macerasını anlattığını söylüyor.
Kitabın ilk yayımlanmasının üzerinden 30 yıl geçmiş bu arada!
Türkiye solu 90 küsur yıl sonra Paramaz’ı keşfetmeyi becerdi ama Bakü Komünü ve onun fişekleyicisi Ermeni Bolşevik Şaumyan’ı hala keşfedecek.
Erivan’a her gittiğimde Stepan Şaumyan’ın hemen otelin karşısındaki parktaki son derece estetik heykelini görmek beni heyecanlandırır.
Nagorno-Karabakh /Artsakh Cumhuriyetinin başkenti Stapanakert’in adı da zaten Stepanoviç Şaumyan’dan gelir. Şaumyan’ın orada anaparktaki heykeli de çok başarılı bir sanat yapıtı. Genellikle anıtları sevmem. Ama Şaumyan’ın iki heykeli de gerçek bir sanatsal duyarlılık ürünü.
Bizim solumuz Paris Komününü bilir de Ekim Devriminden hemen sonra kurulan Bakü Komünü nedense ilgisini çekmez. Bakü modern teknoloji yanında en bilinçli işçi sınıfı hareketine sahip kentlerden biriydi.
97 gün süren (Paris Komünü 71 gün sürmüştü) Bakü Komünü dünya devriminin en ilginç deneyimlerinden biridir. Farklı siyasetlerden ve kimliklerden 26 komiserin İngiliz ordusu tarafından karşı devrimcilere teslim edilmeleri ve kurşuna dizilmeleri de dünya devriminin en unutulmaz hikâyelerindendir.
Petrol kenti, İngiliz’inden Alman’ına büyük güçlerin hepsinin ağzını sulandırıyordu. Kentin 26 Temmuz 1918’de İngilizler ve Çarlık yanlıları tarafından düşürülmesinden sonra, 15 Eylül 1918’de Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa (Kıllıgil) komutasındaki İttihatçıların Kafkas İslam Ordusu Bakü’yü ele geçirdi. Bu, kentte yaşayan 30 bin Ermeni’nin yaşamına mal oldu.
Bakü’nün en görkemli yerlerinden biri de mezarların konulduğu parktaki anıttı. Burası Gezi Parkı gibi yeniden düzenleme bahanesi ile ortadan kaldırıldı 2009 yılında Aliyev rejimi tarafından. 26 komiserden 21’inin kemiklerinin çıktığı iddia edildi. Müslüman, Hristiyan ve Yahudi din adamlarının yürüttüğü dinsel seramoni ile Hovsan mezarlığına yeniden gömüldüler. Her ne hikmetse, Şaumyan dahil 3 Ermeni komiserin kemikleri ise kayıptı. O zaman Sabah’ta çıkan bir habere göre, Azeri yetkililer, kemikleri İngilizlerin Hindistan’a götürdüğünü iddia etti.
Şaumyan’nın halen Moskova’da yaşamakta olan büyük torunu Tatyana, günlük Rus gazetesi Kommersant’a hepsinin gömülmediğine ilişkin açıklamaya inanmanın mümkün olmadığını söyledi: "Arşivlerde 26 komiserin gömülüşüne ilişkin bir film hala durmakta. Üstelik büyükannem gömülme törenine katılmıştı."
Bu komiserlerden biri Şaumyan gibi mühendis olan Azerbeycan’ın ilk Marksistlerinden Meşedi Azizbeyov idi. Diğer bir komiser ise toprak reformundan sorumlu halk komiseri, Sol Sosyalist Devrimci Parti/ SR’nin sol kanadından Mir Hasanoğlu Vezirov’du. Vezirov Karabağ beylerinin soyundan ve Şuşalıydı.
1990 yılında kitabı heyecanla yayımlarken, kapak için Rainer Maria Rilke Worpswede sanatçı ve edebiyatçı kolonisinin üyelerinden biri olan Johann Heinrich Vogeler’in Bakü kentini resmeden yapıtını seçecektim.
Dünya solunun trajik hikâyelerinden biri olan, Kızıl Kürdistan gibi Sovyetlerin en gizemli köşelerini resmeden Vogeler, Worpwede sanatçı komünündeki evini (halen müze), Kızıl Yardım örgütüne hasredecekti. Burada Sovyetlerdeki büyük kıtlık döneminde getirilen çocuklar kalacaktı. Nazilerin iktidara gelmesinden sonra Vogeler birçok Alman komünisti gibi Sovyetler Birliği’ne gitti. 2. Dünya Savaşında Alman olduğu için Orta Asya’da zorunlu iskana tabi tutuldu. Tahminen 1943 yılında orada yokluk içinde öldü.