Yetvart Danzikyan
Gerçeği, yalnızca gerçeği tekrar etmek
İçinde yaşadığımız rejimin George Orwell'ın meşhur 1984'ünü, ya da karanlık bir gelecekte totaliter bir rejim içinde sıkışıp kalmış bir avuç insanı anlatan distopik bilim kurgu romanlarını çağrıştırdığını defalarca söyledik, söylendi, yazıldı, çizildi.
Öyledir gerçekten de. Ancak içinde bulunduğumuz bu hâli sadece bir siyasi-edebi fantaziyle açıklamak yanıltıcı olur. Bu durumu çok aşan bir tablo ile karşı karşıyayız. İktidarın kendi gerçeğini yeniden kurması ve yargıyı, medyayı buna alet etmesiyle.
Üç kritik dava var bununla ilgili. Kavala davası, Cumhuriyet davası ve Demirtaş davası. Üçünde de önemli gelişmeler yaşandı.
Kavala malum olunduğu üzere bir yıldan fazla bir süredir hiçbir suçlama olmadan cezaevinde tutuklu bulunmakta ya da daha doğrusu rehin tutulmaktaydı. AİHM'nin Türkiye'den savunma istemesi üzerine geçtiğimiz hafta bir iddianame yazıldı. Ancak basına açıklandığı kadarıyla iddianameye baktığımızda aslında bunun AKP medyası tarafından yazıldığını söylemek de mümkün.
Bunu biraz daha açmak gerekirse, şunlar söylenebilir. Kavala hakkındaki tezvirat, karalama, hatırlanacaktır, önce AKP'ye yakın bazı haber sitesi kılıklı operasyon siteleri tarafından başlatıldı. Osman Kavala bilhassa Kürt sorununun çözümü için gösterdiği çabalar nedeniyle bu sitelerin hedefine kondu. Ulusalcıların bütün argümanlarını devralan bu AKP yanlısı siteler, Kavala'nın Batı dünyası ile ilişkilerini de bir "suç"muş gibi gösterme gayreti içinde idiler.
Bu yayınlar bir süre sonra geleneksel-basılı AKP medyasına da sıçradı. Her gün Kavala konu edilmeye başlandı. Ve sonunda Kavala gözaltına alınırken ve alındıktan sonra bu argümanlar iktidarın en tepesi tarafından da sık sık dillendirilir oldu.
Romanlardan ziyade asli olarak gerçek hayatta totaliter sistemlerin nasıl işlediğini az biraz okumuş, bilmiş kişiler için hiç de yabancısı olmadığımız bir durumdu bu. İktidar yanlısı medyanın bir kanadı -kendinde böyle bir güç gördüğünden, ya da bu ona bahşedildiğinden- kendini istihbarat örgütü yerine koyuyor, yargı ve istihbarat onun peşinden geliyordu. Ya da belki de istihbarat içindeki bazı çevreler medyanın bir kısmını paravan olarak kullanıyorlardı. Ve hop: Önce suçlu bulunuyor sonra da suç yaratılıyordu.
Bu bir yandan iktidarın tepe yönetiminin işine geliyordu. Çünkü post-truth yani -gerçeklik sonrası- dönemde iktidarlar gerçeği eğip büküyor, deforme ediyor, kendi imal edilmiş gerçekliklerini -çok büyük kısmını ele geçirdikleri medyanın da aracılığıyla- kuruyorlardı. Dünya böyle bir çağa girmişti. Ama işin doğrusu bunlar bize hiç yabancı şeyler değildi, çünkü Türkiye devleti ve siyaseti zaten bunun üzerine kurulmuştu. 6-7 Eylül 1955 pogromundan sonra olayların sorumlusu diyerek solcuları, komünistleri tutuklamış bir ülke idik biz. Üstelik olaydan 60 yıl sonra Cumhurbaşkanı olacak kişi, bu pogromun CHP iktidarı döneminde gerçekleştiğini zannediyordu. Soykırıma uğratılmış bir halkın 100 yıl boyunca olayın suçlusu gibi gösterilmesine girmiyorum bile.
Dolayısıyla iktidarın, hem devraldığı devlet geleneği, hem de totaliter vasfı uyarınca gerçeği deforme etmesi ve bir de 'tek kişi'nin intikamcı siyaseti uyarınca bu deformasyonu yargı eliyle yapması, işine geliyordu.
Kavala ve Gezi direnişi büyük oranda bu mekanizma içinde iktidarın hedefi haline geldi. Daha doğrusu Kavala için belli ki bir suç ve örgüt icad edilmesi gerekiyordu, bu da Gezi direnişi ve birbiriyle ilgisiz diğer 15 kişi oldu.
Cumhuriyet davası meselesine gelirsek. Burada biraz daha komplike bir operasyon yürüdü çünkü işin içinde -bir miktar- gazete içi meseleler de vardı. Murat Sabuncu yönetimindeki Cumhuriyet'in Kürt meselesinde klasik (ulusalcı görüşe daha yakın) Cumhuriyetçilerden farklı bir çizgide gitmesi ve gazeteyi bu anlamda daha ileriye taşıması hem eski Cumhuriyetçilerin hem de artık MHP ile ittifak haline girmiş iktidarın tepkisini çekti. Ve sonuçta Cumhuriyet'in yazar ve yöneticileri "gazetenin yayın politikasını değiştirmek" gibi absürd, daha doğrusu ancak distopik bilim kurgu romanlarında görülecek bir suçlama ile hapse girmekle kalmadı, aldıkları ceza istinaf mahkemesi tarafından da onandı. Yani bütün bu olanlar yetmezmiş gibi yedi Cumhuriyet çalışanı tekrar cezaevine girecek.
Selahattin Demirtaş ise, artık tekrar etmeye gerek yok, siyasi nedenlere hapse atılmıştır. Tek kabahati umut veren, ülkedeki muhalefeti CHP seçeneğinden kurtaracak bir siyasetçi olmasıdır. Sadece bu yüzden hapse atılmış, yargısal olarak ise tabii ki bunlar söylenmemiş, çözüm sürecinde yaptığı açıklamalar gerekçe gösterilmiştir. Yani burada da bir "gerçeği yeniden imal etme" durumu ile karşı karşıyayız. Demirtaş son olarak AİHM'nin "hak ihlali vardır, serbest bırakılmalıdır" dediği ve iktidar tarafından "bizi bağlamaz" denerek uygulanmayan kararı AİHM Büyük Dairesi'ne taşıdı. Demirtaş, Büyük Daire'den Türkiye'nin kararı uygulamaması konusunda hüküm kurmasını talep etti.
Hasıl-ı kelam "Gerçeğin yeniden imal edilmesi" meselesi, bu konuda ve bu temada yazdığım ilk yazı değil. Bundan önce de bunları yazdım. Peki ama bir yazarın en büyük kaygısı "tekrara düşmemek" olması gerekirken, bunu niye yapıyorum? Çünkü gerçeği tahrif ederken, kendi istedikleri gibi yeniden imal ederken en büyük silahları, tekrar. Aynı yalanı bir milyon kere söylemekten çekinmiyorlar, yorulmuyorlar. Milyon kere tekrar ederek yeni bir gerçeklik kuracaklarını düşünüyorlar, daha da acısı bunu biliyorlar. Bunun karşısında belki de yapılacak tek şey gerçeği defalarca tekrar etmek. Zor, sıkıcı ama gerekli bir iş.