Akdeniz’de maceraperest Müslüman Kardeşler
Av. Memet KILIÇ*
Doğu Akdeniz’de yaşananlar tüm taraflarca hararetle tartışılıyor. Herkes işin tarihsel boyutuna değiniyor, kendini uluslararası hukuka göre haklı görüyor, ancak uluslararası hukukun bu konuda ne dediğini söylemekten geri duruyor.
Bu konuda fikir yürütürken, işi hamasete indirgemek sadece yanlış değil aynı zamanda tehlikelidir. Yunanistan’da hiç kimse Yunan ırkçılarının peşinden gitmek zorunda olmadığı gibi, Türkiye’de de hiç kimse Müslüman Kardeşler’in maceraperestliğinin destekçisi olmak zorunda değil.
Yakın tarihte neler olmuştu?
Konunun normatif alanını incelemeden önce yakın tarihe de kısa bir bakalım:
29 Ocak 2017 tarihinde zamanın Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar‘ın yanında tüm kuvvet komutanları ile Yunan karasuları içerisinde Kalimnos Adası (Kalymnos) çevresinde gösteri mahiyetinde bir tur yaptığını hatırlayan var mı? Kardak (Limnia=İmia) konusunu 21 yıl sonra ısıtma ihtiyacı duyulmuştu.
Hatırlamıyorsanız bu yazıyı okumaya mutlaka devam edin.
Tansu Çiller hükümeti döneminde adaya karşılıklı bayrak çekmeler ile başlayıp 31 Ocak 1996 yılında Türk ve Yunan savaş gemilerinin karşı karşıya gelmesine giden süreç karşılıklı provakasyonlar ile doluydu. Olası bir savaş ABD Başkanı Bill Clinton’un danışmanı Richard Holbrooke’un devreye girmesiyle önlenmişti. "Gemi yok, asker yok, bayrak yok mottosu ile var olan duruma "Status Quo" dönülmüştü.
Kardak krizinden daha tehlikeli!
Avrupa’daki diplomatik kaynaklar şu anki krizin 1996 krizinden daha olgun daha tehlikeli olduğunu belirtiyorlar ve bunun için iki önemli nedeni öne sürüyorlar. Birincisi Türkiye’deki hükümetin kararlarını günlük değiştirebilmesi ve bu nedenle hesap edilemez bir hale gelmesi. İkincisi ise hükümetin doğal ortağı olarak görülen MHP’nin savaş çığlıklarını arttırarak kurtuluş Savaşı göndermesi yapıp Yunanları denize dökmekten bahsetmesini gösteriyorlar.
İhvan (Müslüman Kardeşler)
Erdoğan’ın uzun süredir Lozan Antlaşması‘nı kötülemesi, aslında Türkiye’nin kurucusu Atatürk ile mücadele hevesinden kaynaklanıyor. Kendisini Türkiye’nin yeni kurucusu görmesinin ötesinde bir de ümmetin umudu olarak görmesi sendromu göze çarpıyor. Aralık 2017 tarihinde Sudan’a gidip Hartum Üniversitesi’nde El Beşir kardeşinden Sevakin Adası‘nı istediği ve orada TİKA ile projeler hedeflediğini duyurmuştu. Bunu yaparken Yeni Osmanlıcı Müslüman Kardeşler rüyasını kendi tabanına gösterme emelleri vardı. Müslüman Kardeşler’den El Beşir Nisan 2019 tarihinde askerlerce hükümetten indirildi ve şimdi Cenevre’deki Uluslarası Ceza Mahkemesi önünde gün sayıyor.
Lozan Antlaşması 12. maddesi hükmü ile Türkiye’ye üç deniz milinden daha yakın olan adaları sadece Türkiye’ye vermiş ve orada da üç adayı istisna tutarak bunları Yunanistan’a vermiştir: İmbros, Tenedos ve Rabbit Islands (Tavşan Adaları).
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu 1 Aralık 2016 tarihinde Milliyet gazetesi üzerinden Kardak dahil 18 adanın Türkiye’ye ait olduğunu duyurmuştu. Yunanistan Dışişleri Bakanı buna sert yanıt vererek, Çavuşoğlu‘nun ‚kovboy mantığı ile hareket ettiğini‘ söyleyip, Yunan askerinin hazır olduğunu bildirmişti.
Uluslararası deniz hukuku
1982 yılında imzalanıp 1994 yılı kasım ayında yürürlüğe giren Uluslararası Denizhukuku Antlaşması bir çok Birleşmiş Milletler üyesi tarafından imzalanmıştır. Bugüne kadar bu sözleşmeyi imzalamamış olan Türkiye kendi açısından haklı olabilir ancak hükümet yetkililerinin bu antlaşmanın işlerine gelen maddelerine atıfta bulunmaları dünyaca çaresizlik ifadesi olarak görülmektedir.
Bu antlaşma teorik olarak Yunanistan’a karasularını altı milden 12 deniz miline çıkarma hakkını vermektedir.
Ancak şu an asıl kavga daha çok münhasır ekonomik bölge (MEB) konusunda alevlenmektedir. Türkiye adaların münhasır ekonomik bölgesi olamayacağını söylemektedir. Bu nedenle MEB’in Yunanistan anakarası ve Türkiye anakarası arasındaki suyun tam orta noktasından ikiye bölündüğünü iddia etmektedir. Böylece bir çok Yunan adası Türkiye’nin MEB alanı içerisinde kalmaktadır. Bunu Türkiye dışında uluslararası alanda kabul eden bir başka ülke bilinmiyor.
Uluslararası adalet Divan’ının kararlarına göre de en azından üzerinde insan yaşayan adaların karasuları ve kendilerine ait MEB’leri var. BM Deniz Hukuku Sözleşmesi de bu yönde. Bu sözleşmenin 121’inci maddesinin 3’üncü fıkrası ‚üzerinde insan yaşamasına müsait olmayan adacıkların MEB’leri olamayacağını öngörüyor.
Harita: Wikipedia
Ancak bu konuda Yunan tarafının da afaki iddiaları var: Bazıları Yunan MEB‘lerinin Türk MEB‘lerini ortadan kaldırdıkları iddiasında bulunuyorlar.
Uluslararası Adalet Divan’ının İtalya ve Tunus arasında İngiliz Kanal Adacıkları‘na ilişkin verdiği karar dikkate alındığında, münhasır ekonomik bölgelerin çakışması durumunda her iki kara parçasının çevrelediği suda orta noktada bir bölüşme olunması görülecektir. Ayrıca BM Deniz Hukuku Antlaşması’nın 7’inci maddesinin 6’ıncı fıkrası da bölüşümün hakkaniyete uygun olması gereğini, bir ülkenin çizeceği deniz sınırlarının diğer ülkeleri denizden yoksun bırakacak şekilde olamayacağını hükme bağlıyor.
Bunu bilen Yunan tarafı konuyu sadece MAB konusu olarak Uluslararası Adalet Divan’ına hakemlik konusu olarak götürmeye hazır. Ancak bunun yapılabilmesi için tarafların hem Adalet Divanına gitmek ve hem de hangi konuda gitmek istedikleri konuda uzlaşmış olmaları gerekmektedir.
Yunan tarafı kara sularının teorik olarak 12 mil olduğunu iddia etmekle birlikte pratikte bunu altı mil üzerine çıkarmamaktadır. Bunun nedeni sadece Türkiye değil orada uluslararası suları kullanan diğer uluslarla da çatışmamak içindir. Ayrıca Türkiye 12 deniz mili uygulamasının "casus belli" (Savaş Nedeni) olacağını uzun yıllardır ilan etmiştir. Bunu ben ilk defa 1985 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi‘nde devletler hukuku dersinde Prof. İlhan Akipek hocamdan duymuştum (1995 TBMM kararından da önce, fiili olarak).
Kardak ve sonrası
Kardak krizinin başlamasından altı ay önce TBMM 8 Haziran 1995 tarihinde aldığı bir kararla Yunanistan’ın karasularını altı milin üzerine çıkarmasını savaş nedeni ilan etmişti. Uluslararası yorumcular bunu Birleşmiş Milletler Antlaşması‘nın 2‘inci maddesinin 4‘üncü fıkrasında öngörülen ‚kuvvet kullanma‘ yasağına aykırı görmüşlerdi.
Bundan altı ay sonra Türk Dışişleri Bakanlığı Kardak Adası’nın (İmia) Türkiye’ye ait olduğunu ilan etti. Bunun nedeni tüm adaların kendi karasuları olmasıydı.
Uluslararası gözlemciler, Türkiye’nin bu nedenle mümkün mertebe çok sayıda küçük adayı kendi adası ilan ederek kara sularını Avrupa’ya doğru genişletme çabası içinde olduğunu iddia ediyorlar. 16 Şubat 2017’de Türkiye’nin Ege’de bir manevra düzenlemesi ve Yunan botlarını gerçek mermilerle ötelemesini bu işin başlangıcı olarak görüyorlar.
Ana muhalefet partisinin de uluslararası hukuk ve diplomasi gözetmeksizin, iktidari yıpratma hevesiyle, iktidara gaz vererek 18 adayı niye alamıyorsunuz şeklindeki açıklamaları, muhalefetin de gerçeklikle bağını kopardığını şeklinde yorumlanıyor.
Yunanistan kendi tezlerini Türkiye ile İtalya arasında yapılan 28 Aralık 1932 tarihli protokole dayandırmaktadır. Bu 37 maddelik protokolün 30’uncu maddesinde kardak Adası’nın İtalya’ya ait olduğu karara bağlanmış. Daha sonra Paris Antlaşması’yla 1947 tarihinde İtalya’nın elinde olan tüm bu adalar Yunanistan’a devredilmiştir.
Paris anlaşması her ne kadar 14 adayı isim isim saymış olsa da, Yunanlı yorumcular "çevre adalar" ibaresinin de diğer adaları kapsadığını iddia etmektedirler.
Gözlemciler Türkiye’nin 70 yıl boyunca tanıdığım sınırları birden bire neden tanımadığını sormaktadırlar.
Türkiye ne 1947 tarihli Paris Antlaşması’nın ne de 1982 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Antlaşması’nın tarafıdır. Buna rağmen Türkiye’nin sadece işine geldiği noktalarda bu sözleşmeye dayanması (örneğin Karadeniz ve Akdeniz’de karasularını 12 mile çıkarması) uluslararası gözlemciler tarafından çok yadırganıyor.
Paris Antlaşması gerçekten de sözü geçen adaların silahsızlandırılmasını öngörüyor. Ancak Yunan tarafı Türkiye’deki politikacıların daha çok iç kamuoyuna gaz vermeye yönelik açıklamalarını tehdit olarak gösterip savunma amaçlı orada olduklarını söyleyebiliyor.
İki NATO ülkesinin çatışması
Eskiden beri Ege’de Yunan ve Türk pilotlarının ‚it dalaşı‘ (dogfight) devam etmektedir. Ancak Türkiye’deki darbe girişiminden sonra hava kuvvetlerindeki pilotların yüzde 40‘ının görevden uzaklaştırılması, daha az tecrübeli pilotların uçuş yapmasını gerektirmektedir. Bu uluslararası güvenlik uzmanlarına göre çatışma riskini arttıran bir unsur olabilir.
Yunanistan’ın hava sahasını da bu bölgede 12 mil olarak kabul etmesi gerçekten bir anormal durum yaratmaktadır. Bu konuda uluslararası mahkemeye gidilmesi durumunda, mahkemenin daha adil bir çözüm önerisini getirmesi kaçınılmaz olacaktır ve Yunanistan belki de sekiz milin de altında kalan bir hava sahasıyla yetinmek durumunda kalacaktır.
Katar’ın kasası ve İhvan’ın bekası için bir memleket evlatlarını feda edemez!
*Av. Memet Kilic, 53 yaşında. Almanya Yeşiller Partisi politikacısı, Ankara ve Karlsruhe/Almanya Baroları Üyesi. 17. Dönem Almanya Parlamentosu Milletvekili. İç İşleri Komisyonu Üyeliği Yaptı. 2009-2013 yılları arasında Radyo Televizyon Üstkurulu Üyeliği ve Alman Ordusu İçkomuta Konseyi üyeliği yaptı.