Aşağı bakarak yaşamak zor zanaat
Josef H. KILÇIKSIZ
Siyasal İslamcıların uzun iktidar yürüyüşünün tarihsel arka planı, birçok anakronik mitle, içtimai-siyasi kırılmalarla ve fetişle doludur. Gelin, bu tarihsel arka plana birlikte kısa bir göz atalım.
Türk Devrimi, emperyalizm karşısında mazlum milletlerin uyanışına katkı sağladı ancak bağımsızlık savaşı sınıfsal bir temele oturtulmadı.
Emperyalizmin işleyişinin somut mekanizmaları ve sınıfsal içeriği hakkında yeterince kafa yorulmadı.
Emperyalizme karşı olmanın söylemsel karşılığı olan "Tam Bağımsız Türkiye" sloganı zamanla solun bir miti haline geldi.
Atatürk’ün Sovyet dostluğu ideolojik olmaktan çok stratejik bir olguydu. Atatürk’ün «Batı hayranlığı» ise daha çok laik boyutları olan pozitivist kültürel bir hayranlıktı.
Başta, kamu öncülüğünde karma ekonomi, halkın alım gücünü arttırma, bölgeler arası dengeli kalkınma perspektifleri korundu ancak NATO’ya üyelikle birlikte direksiyon küresel kapitalizme eklemlenmeye doğru kırıldı. Bu da karşı devrimin ekonomik ayağını inşa etmek anlamına geliyordu.
Komünizme karşı "Yeşil Kuşak" stratejisi emperyalizmin Türkiye’deki operasyonel yeteneğini arttırdı.
Devletin güvenlik aygıtının genetik kodlarına Sol’un her rengiyle mücadele doktrini işlendi.
Devletin güvenlik aygıtı sağcı ve milliyetçilere karşı yüksek oranda tolerans gösterirken, her türlü Sol’a karşı vahşi refleksler geliştirdi. Bu refleksler, devletin, "kızıl tehlikeye" karşı her ne pahasına olursa olsun korunması doktrininin soğuk savaş versiyonu anlamına geliyordu.
Soğuk savaş biteli çok oldu ama poliste ve orduda aynı refleksler hâlâ devam ediyor.
Siyasal İslamcıların iktidar serüveni, Kemalist devletle şizofrenlik bir ilişkiye evrildi. Onlara önce sopa gösteren devlet şimdi havuç gösteriyor.
Başta iktidar olup ama "muktedir" olamayan siyasal İslamcıların iktidarını, devletle aynı doktrinel DNA’ya sahip ırkçı sağ (MHP), Milliyetçi Cephe hükümetlerinden beri tahkim etmeye başlamıştı.
Otoriter yönetimlerin erk aygıtının orkestral vitrininde "aktif bir kişi" olur. Ancak bu aktif kişi ceberut devletin ezici gücünü başka aktörler (mesela Bahçeli, ya da Soylu) ile paylaşır. Çünkü ilerde hesap sorulması olası bir sorumluluğun altına tek başına girmek, onun için ağır bir yüktür.
Diğer yandan, e-muhtıralar, post modern darbeler, Kanadoğlular gibi aktörler, zamanın AYM’si, "mezardakileri kaldırarak evet oyu kullandıranlar", "yetmez ama evetçi" küçük burjuva aydınları, siyasal İslamcıların uzun iktidar yürüyüşlerine dolaylı katkılar sağladılar.
Türkiye 21 Ekim 2007 referandumu sonrası dönüşümle bir türlü başa çıkamadı. Halkoylaması, kazananlar ve kaybedenler ile birlikte milliyetçilik ve sinizmle iyi yönetilebilecek bir öfke ve rövanşist hissiyat da üretti.
Bu süreçte devlet partisi CHP’nin durduğu yer hayli sorunluydu.
Kemalistler, iktidarın İslamcılardan yeniden fethine dair, en azından yüz yıl önceki kadar, sarhoş edici ve cesur yanılsamalar beslemeyi sürdürdüler.
Ermeniler, Dersimliler ve Kürtler bin yıllık yurtlarından ya sürüldüler ya da soykırıma uğradılar. Güç bela kalmaya çalışanlara ya «varlık vergisi» ya da "varoluşsal tehlikeler" dayatıldı.
Gayrimüslimlerin maruz kaldıkları pogrom ırksal ve dinsel iken Kürtlerinki daha çok kültürel ve siyasaldı.
Köy boşaltmalar, insan dışkısı yedirmeler, asit kuyularına atmalar, Oktay Yıldıranlar, Filistin askısı, mazgal deliğinden uzatılan göz bağları, cop, çıplak arama, polisin gaz fişeği ve jandarma dipçiği bu siyasi pogromun anahtar mefhumları haline geldi.
Mağdur siyasal İslamcılar zamanla bugünün zalimlerine dönüşürken mağduriyetten kendilerine bir siyasi kimlik inşa ettiler. El insaf! Gezi’den bile kendilerine bir vaka-i mağduriyet çıkarmayı başardılar.
Bunların mağduriyeti, demokrasiyi uygun durakta içinden inilen bir otobüs olarak gördükleri kadardı. Ne yazık ki o durakta o otobüsten çoktan indiler.
Üstelik bu tayfa o kadar takiyeci ve münafık ki, paracıklarını "dış minnak" diye höykürdükleri ve her gün küfrettikleri sözüm ona "küffar" Batı ülkelerine kaçırıyorlar.
Muhalif diyebileceğimiz tüm kategorileri bürokrasiden dışladılar.
Siyasal İslamcılar, kültürel iktidar alanını fethetmek için, rejimin diskurunu kullanandan, devlete her türlü çürümüşlüğüyle sahip çıkandan, ırkçı ve şoven olandan "sanatçı-aydın" devşirmeye çalıştı.
Sağın ve dincilerin bir türlü hâkim olamadığı kültürel iktidar alanını muhalif izleklerle kullananlar kategorize edilip şeytanlaştırıldı.
Bu mikro kültürel evrende iktidara güzelleme yapmayan yazar, sanatçı ve bilim adamları seçkinci-vesayetçi ya da terörist olmakla suçlandı.
Uysal olmayanlar izole edildi, hapse atılıp, işkenceye uğradı. Bazıları yurtdışına kaçtı, bazıları siyasi kırıma uğradı, bazıları ise resmen yok edildi.
Bu büyük kırım aslında Mustafa Suphilerden beri devam ediyor.
Boğaziçi vakasının da gösterdiği gibi «Moğol filleri» son muhalif ceplere dalıp, çöldeki son vahayı talan etmeye çalışıyor.
Moğol filleri sadece siyasi alanı değil ekonomik alanı da sosyal Darwinist bir doktrinle talan ediyorlar. Halk, uzun yıllardır yüksek enflasyona, kurdaki dalgalanmalar yüzünden ani yoksulluğa, kapitalist çetenin yağma ve talanına, karaborsaya, kuyruklara ve mafyanın rant çemberine maruz bırakılıp ekonomik olarak eziliyor.
Kısacası günümüz Türkiye’sinde muhalifler, görece seküler ordunun dipçiği ile dinci otokratların polis copu arasında bir seçime zorlanıyor.
"Osman Kavala’nın karısı provokatördür." diyenler oldum olası eril dinci feodallerin politik tercihlerini temsil ettiler.
Bu söylemler, Erdoğan’ın gölgeli "öbür dünyasına" kasvetli yeni perspektifler açıyor.
Bu, "sonradan görme" dincilerde eğer biraz olsun «Anadolu irfanı ve edebi» olsaydı, zaten "mağdur" bir adamın eşine bu sözlerle saldırmazlardı.
Varoş İslamcıları, oldum olası, kadının toplumdaki her türlü statüsüne düşmanca yaklaşıp onu toplumdaki "ifsadın" asıl sebebi olarak gördüler.
Tunus'ta halk, "Sokak halka aittir" şiarıyla polis şiddetini ve göstericilerin haksız yere tutuklanmasını protesto etmek için neredeyse her gün gösteri yaparken, Türkiye bir Tunus kadar olamadı.
Bu halk, yağa zam geldiğinde, ucuzuna, doğalgaza zam geldiğinde, kombinin ayarına, elektriğe zam geldiğinde, gözleri kamaşırcasına, hasletle sarayın ışıklarına, insanlar işkence ile öldürülürken, başka tarafa baktı.
Şimdilerde "aşağı bak" komutunun etrafında yeni bir kolektif kimlik inşa ediliyor. Aslında bu kimlik, Erdal Eren’in yaşı büyütülüp idam edileceği sırada, Evren’e, miting alanlarında, "As, as" diye bağıranların desteğiyle yıllar önce inşa edilmeye başlanmıştı.
Yıl 1984, DAL şubesinde gözaltındayım. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün bodrum katı işkencehaneye çevrilmiş. Sıra sıra dizili hücrelerden feryatlar yükseliyor. Gündüz saatlerinde bir tim gelip herkesi işkenceye çekiyor. Sonra gecenin bir vakti nefesleri alkol kokan başka bir tim geliyor. Yandaki hücreden "Abi ben daha yeni işkence gördüm" bağrışlarını duyuyorum.
Yaklaşan ayak seslerinden ve sinkaflı küfürlerden sıranın bana geldiğini anlıyorum. Ne yalan söyleyeyim, çok korkuyorum. Bir önceki işkence faslının- kısa sürmesine rağmen- şiddeti nedeniyle bayılmışım. Çok zayıflamışım o zamanlar. Sorgu sırasında polisin biri bıyıklarımı yolduktan sonra beni tutup duvara savurmuş.
Aşırı korkudan mıdır nedir, korku eşiğini her nasılsa aşmışım. "Bu sefer uzatılan gözbağını takmayacağım" diyorum kendi kendime.
Kısa bir süre sonra hücrenin mazgal deliği aralanıyor. Birden anason kokusu doluyor içeriye. Sarhoş bir sivil polis, mazgaldan gözbağı uzatırken, bana «Aşağı bak» diye komut veriyor. Ardından "Papaz kurusu, al tak bunu" diyor. Uzatılan gözbağını almıyorum. Polisin eli havada kalıyor.
"Kime diyorum, taksana lan" diye bağırmaya başlıyor. Yüzünü loş karanlıkta iyi seçemiyorum. Ardından yüzünü mazgal demirlerine dayayıp «Yere bak lan yere bak, or…u çocuğu» diye bağırmaya başlıyor. Ben donakalmışım. Adamın gözüne gözüne bakıyorum. «Yüzümü gördün, bittin lan sen» diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor. Umurumda değil. Mazgal deliğini kapatıp gidiyor. Polis gittikten sonra hücreye sonradan konan diğer hükümlü, «Abi sen ne yaptın? Bunlar artık seni yaşatmaz» diyor. Sesim titrerken, «Ne olacaksa olsun, artık s…de değil diyorum.» Ardından «Biz ayaklarımıza değil, yıldızlara bakmayı öğrenmiş bir kuşağın çocuklarıyız.» diye bir aforizma çakıyorum. Adam mal mal yüzüme bakıyor. Elbette olmadık ve ilgisiz kıyılar değil sözümün gittiği yerler, diye boşuna umutlanıyorum. Fakat sonradan anlıyorum ki hücreme yerleştirilen şahıs polisle ortak çalışan bir muhbirmiş.
Tabii bu olaydan sonraki işkence faslı daha da sert geçiyor.
Kısacası, "aşağı bak!" komutu, işkenceye, faşizme, hücredeki sidik kokusuna, Emniyetin bodrum katından yükselen feryatlara, siyah gözbağına, mazgaldan uzatılan kuru ekmeğin yere düşen kırıntılarını yemeğe, korku terinin nemle karışan kokusuna ve polisteki ideolojik kadrolaşmaya dair şiddetli çağrışımlar barındırıyor.
Üstelik yere bakması gereken bu ülkenin aydınlık yüzlü gençleri değil, mafyalar çakarlı araçlarla konvoy yaparak adliyeye gelirken ses çıkartmayanlardır. Kadın cinayetlerine engel olamayanlardır. Çocuklara din kisvesi altında tecavüz edilirken susanlardır. İntihal yaptığı kanıtlanmış, parti kaderi, rektör atayanlardır. Kısacası, bu ülkede hırsızların, istismarcıların ve tecavüzcülerin aşağı bakması gerekiyor, asla ülkenin onuru gençlerinin değil.
Öğrenciler eften püften gerekçelerle tutuklanırken, mafya bozuntuları salıverilip gazeteciler, aydınlar ve muhalifler içerde tutulurken, işkence devam ederken, kadınlar eril feodaller tarafından katledilirken, çocuklar yatağa aç girerken, sürgüne zorlanan aydınlara sosyal statüleri kaybettirilip, mallarına mülklerine çökülürken, eski mazlumlar günümüz zalimlerine dönüşürken, neler olup bittiğini bilen AB ve uygar dünya susarken, ülke kuduz sağ popülistler için oyun alanı haline gelirken, faşizan rejimin on sekiz yıldır hiçbir şey olmamış gibi devam etmesini ve hala yüzde otuzlar gibi bir halk desteği almasını ben de dayanılmaz buluyorum.
Aslında siyasal İslamcılar geçmişin içinden bir gelecek devşirdikleri için muhafazakâr değiller, geçmişin geleceği rehin almasına yol açtıkları için muhafazakârlar. Hürriyet tutkunu genç kuşak nedeniyle, geçmişi ve onun özlemini kaybettiklerini fark ettikleri için, geçmişi o kadar yad edip gençlere zulmediyorlar. Havada asılı durmaları işte bu yüzdendir.
Gençler, bir gün acaba bu ülkenin köyünde kasabasında, şehrinde, asık suratlılık, ustura bakışlar, kamburluk, düşük omuzlar, sert ideolojik ciddiyet ve taassupla tasvir edilebilen yalancı ve acımasız eski bir döneme veda edilip, mutlu ve özgür bir yeni dönemin nasıl başladığını deneyimleyebilecekler mi? Bu sorunun olası tüm yanıtları ne yazık ki muğlaktır.
Dinciler iktidarın Babylon’una "Tanrı'nın kapısı"ndan girdiler. O kapıdan girenler, rivayet odur ki, şehir yerle yeksan olmadan koltuklarını bırakmayacaklar.