Ayrılıklarımızla birlikte bütün canlılar hepimiz akrabayız

Ayrılıklarımızla birlikte bütün canlılar hepimiz akrabayız
'İnsan hayatını seçmede çok şanslı sayılmayabilir. Aynı biçimde kederini seçme şansı da yok. Ama bu kedere ortak arayabilir.'

Halim ŞAFAK'ın Murat ESMER'le söyleşisi


- Sevgili Murat Esmer; ‘Ahraz Alfabe’den (2018) sonra ikinci kitabın "Dünya Kederi" (Kaos Çocuk Parkı, Dip, 2020) geçtiğimiz günler içinde yayımlandı. Bireysel bir duygu olan keder daha kitabın başında beynelmilel bir hal alıyor. Okur bu beynelmilelliği nasıl anlamalı?

- İnsan eliyle sürekli değiştirilip dönüştürülen, her seferinde başka bir şey haline gelen/getirilen dünya, kederin ve acının çıkış noktalarından birisi oluyor bana kalırsa. Biz üzerini çiğneyip durduğumuz yerküreyi bütün bileşenleriyle, bütün ahalileriyle birlikte ve beraber yaşamaktan yana olanlarız. Ama dünya dert ettiğimizin hilafında dönüyor, dönmeye de devam edecek gibi gözüküyor. Buysa insana keder getiriyor enikonu.

Dünyanın ahalisi bu kederden neyi anlamalıdır? Ece Ayhan'dan aktarıyorum; "geçmişe bakınca anlarsınız."İnsan hafızası oluşmaya başladığı andan bugüne kadar geçen süreyi aklına getirdiğinde bu kedere ister istemez ortaklık edecektir diyesim var. Ama, Michael Foucault'un kurgu dediği normal insan bu duygunun ( keder, aşk, ayrılık, geçmiş, acı ve hayat/ölüm ) neresinde yer alır kuşkuluyum. Şiirin eline yüzüne sinen bu baskın kederi anlamanın yolu yaşadığı eve bakmaktan geçebilir. Ya da geçmişin içine gizlenen bütün öznelerin de bitmeye teşne, bitmezse yaşayamaz her aşkta.

- Ahmet Oktay’ın "Keder,/mayam benim;/çoğunluğun okumadığı/okuyanınsa horladığı simyam,/ keder/yakut parıltılı gömüm!" dizeleri senin ve şiirinin kederi için de geçerlidir diyebilir miyiz?

- Diyebiliriz, demeliyiz. Ahmet Oktay alıntılanan dizelerinde, bir taraftan da kederin anlaşılamadığına işaret ediyor. Ve bu kederi yazanı dışında bir canlı anlasın anlamasın üstünde durmadan, onu başka bir boyutta ele alıp kedere ve acıya ilişkin yeni açılımlar koyuyor ortaya. Ayrılıklarımızla birlikte hepimiz yani bütün canlılar akrabayız. John Berger'in hapishane arkadaşlığı dediği şeyi biraz değiştirip hepimiz keder akrabasıyız demek istiyorum. İnsan hayatını seçmede çok şanslı sayılmayabilir. Aynı biçimde kederini seçme şansı da yok. Ama bu kedere ortak arayabilir. Çığlık atıp feryad edip, yanına yöresine birilerini toplayabilir. Keder ortadan kalkmaz belki ama hiç olmazsa katlanması kolaylaşabilir.

- Dünya Kederi’nde Argıncık’ın (Kayseri) hikayesinin beynelmilel düzeyde ele almaya ve başka hikayelerle karşılaştırmasını da yapmaya çalışıyorsun. Yetmiyor hemen yanına İstanbul kasabasını ve başka kasabaları ve hikayeleri çekiyorsun. Hatta Argıncık’la İstanbul arasında sürekli hale gelmiş bir gidip gelme de söz konusu. O zaman muhakkak sorulmalı: Nedir Argıncık ve dünyanın kederinin neresidir/nesidir?

-Argıncık için nevi şahsına münhasır bir yer demek sanırım yanlış olmaz. 70'lerde belediye, şimdi mahalle diye anılıyor. Sırasıyla Fevzi Çakmak, Seyrani, Çankaya ve Yeşil Mahalle gibi, yoksulların yerleşip yaşadığı mahallelere komşu. Baştan beri Argıncık'ı komşularından ayıran temel özelliği, kovulup/sürülüp gelenlerin ve ötekilerin oluşturduğu bir yer olması. Bunun yanında özellikle 70'lerin başında solla kurulmuş bir ilişki de söz konusu. Başka hikayelerle karşılaştırma meselesi şaşırtıcı bir şekilde benzerlikler taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Örnekse; " baştan sona susmak"ta ( halim şafak, suteni yay. 1996 ) yaşananlar hem izleksel olarak hem de mekânsal anlamda birebir benzerlikler taşıyor. Bu anlamda 'kadın-adam' imlemesi bir hayli fazla. İstanbul'la kurduğu ilişki, Argıncık'ı yazdıran asıl kasaba olması. Başka kasabalarda araya hem iş için hem de ziyaret için girince mukayese etmek mümkün oldu belki de. Öte yandan Ahmet Erhan'ın Alacakaranlıktaki Ülke'si de benzer biçimde bir, 'biz ' ve etraf tartışmasıdır. Bununda etkisiyle "Dünya Kederi"ndeki karşılaştırmalar ortaya çıktı.

- Bu beynelmilelliğe doğru giden genişleme Argıncık’ı bir Endülüslü Marinaleda ya da 1 Mayıs Mahallesi yapmıyor ama bütün canlıların dahil olduğu yeni bir öteki ve yerellik tartışması öneriyor.

- Argıncık'ın geçmişte solla kurduğu ilişkiye rağmen tam anlamıyla 1 Mayıs mahallesi gibi temel politik özellikleri barındırdığını söyleyemeyiz. Bunun başlıca nedeni, Argıncık’ı oluşturan ahalinin sürülüp/kovulup gelmesine rağmen, en başta sürene/kovana razılık göstererek, yaşadığı evin içi dahil tam bir 'devlet' nizamını uygulaması olmuştur. 

Marinaleda olması içinse daha kaç fırın ekmeğe ihtiyaç var bilmiyorum. Ayrıca da bizde komünal anlamda bir hayat oluşturulması oldukça güç. Argıncık, geçmişe bakarak söylersek Horsana, Salur, Barsama, Cırgalan, Gömeç, Amarat ve benzeri yerleri bünyesinde bulundururken listede adı geçen köyler tam bir tarım arazisi. O dönemler de kırda mezra da olduğu kadar olmasa bile, imeceden ve dayanışma kültüründen söz etmek mümkün. Ancak bu imece ve dayanışma kültürü de, hiç bir zaman politikleşip komünal anlamda bir hayat pratiği olarak ortaya çıkmamıştır. Şimdilerde ise, bahsi geçen köy/mahallelerde lüks araçlar cirit atarken ekme/biçme işleri de büyük ölçüde gerilemiş ve orada yaşanan hayatın merkezde yaşanandan pek bir farkı kalmamıştır.

Evet en azından yerellik meselesini yeniden anlama gayreti var diyelim. Çünkü yerellik yerini hızla yerlilik ve yerlileşme pratiğine bırakıyor. Tabi bu yerlileşme bahsinde, ötekilerin de katkısı çok fazla. Geldikleri ''ortama" yabancı olmalarına rağmen, ivedilikle eskileşmişler, yerlileşmişler ve hemencecik girdikleri suyun şeklini almışlardır. Burada şu da söylenmeli, bu yerlileşme otorite baskısı ile de gerçekleşmiyor üstelik.

- Bu noktada ‘Dünya Kederi’ndeki ele alma artık yadsınması gereken ve baştan beri gerçekliği tartışmalı kır ve kasaba anlayışlarını tümden yadsıyor ve reddediyor. 

- Yadsımaya geç bile kaldık diye düşünüyorum. Merkezin kıra bakışı ve kendine benzerlikler üreterek değerlendirmeye alması geçmişten beri sorunlu ve eksiktir. Kırın kendine özgü gelenekleri, duyguları ve geldikleri yerde oluşturduğu kültürü hızla soylulaştırılarak ortadan kaldırıldı. Bu soylulaştırma politikası içinde, mekanla beraber insanlarda değiştirilip bir nesneye dönüştürüldüler. Bununla birlikte, en az soylulaştırma kadar Türk ulusçuluğuna bağlı olarak asimile etme modeli de uygulandı, az'lara, ötekilere dönük ne varsa ortadan kaldırıldı. Mahalle/köy sokak isimleri dahil her şey değiştirildi ve izleri silindi. Bu soylulaştırmada en önemli özne olan insan, en başta geldiği, yaşadığı yerin değişimiyle ilk yıkıma uğrarken bir yandan da yeni mekanın havasına adapte olmaya çalıştı. Tabii bütün bunlar olurken bir çok değeri yaşama alışkanlıkları ve kültürel bir çok şeyi de ya unutmak ya da değiştirmek zorunda kaldılar. Ve giderek kır'la merkez arasındaki makas kapandı.

- Geçmişin artık merkez olmuş gecekondu mahalleleri ve ahalilerinin yaşanmış ve bitmiş gibi görünen hayatları üstüne yazılıp söylenenler ve daha da söylenecek olanların da bir deneyim olarak bu tartışmanın içinde tutulması mümkün ve gerekli görünüyor.

- Beatriz Sarlo "Anlamak hatırlatmaktan önemlidir," diyor. Bu noktada, geçmişte yaşanan hayatları ve ahalilerin hikayelerini sözün içinde ya da yazı üzerinden anlatmak /aktarmak için anlamak gerekli diye düşünüyorum. Anlatanın yalancısıyım demek yerine, anlatanın kendisiyim demeli insan. "Dünya Kederi" bir anlamda da bunu dert ediniyor. Biz bu hayattan ne anladık? Ve neyi anlatmaya çalışıyoruz? Geçmişte de bugünde de yaşanan ve yaşadığımız hayat/lara hiçbirimizin razılığı yok.

- Dünyanın kederi aynı zamanda geçmişin ve bugününle (orda ölüp kalanlar bugünde yaşayanlar dahil) kurduğun ilişkinin bir sonucu olarak senin kederin haline geliyor.

- Tabii. Geçmişin bütün özneleri içinde hapseden bir acı yığını olduğunu biliyoruz. Bu da bize geriye dönüp her baktığımız da acıyı ve kederi hatırlatıyor. İnsan derdini/ kederini başka bir canlı üzerinde sanki daha iyi anlıyor. Empati kurarak aslında benzer dertlerin varlığını biliyor. Burada ayrıldığımız yer, o derdi aktarmanın / anlatmanın biçimleri. Aslında "derdimiz bir hikayemiz ayrı".

- Senin kederinse aşksız, ayrılıksız, acısız ve ölümsüz yapamıyor gibi görünse de Dünya Kederi’nde yaşamanın baskın duygu ve düşünce olarak önde durduğu yoğun olarak hissedilebiliyor.

- Bir önceki kitap Ahraz Alfabe benzer konuları ele alsa da onda ölüm düşüncesi başat olarak öne çıkıyordu. Dünya Kederi'ndeki ölüm düşüncesi ve duygusu ise sanki yaşaya yaşaya ölmeye hazırlıyor kendini. Bundan da önemlisi, bu hikayede de hesapta da ölüm yoktu. Aksine her şeye rağmen yaşamak vardı. Ama her şey bir sonla biter, bitiyor. Tıpkı bu hikayede olduğu gibi. Artık yaşanması mümkün olmayan bir aşkı ölerek anlatmak güçtü. O yüzden kapı, ölüm ve düşüncesine başka bir zeminde açılmak üzere kapanmadı, aralık bırakıldı.

" Başka yerde ölmek üzere"

- Eklemek istediklerin.

- Dünya Kederi kendinden ve kendinden olmayan bir oymağın içine sıkışmış ahalilerin hikayelerini içerden bilerek ve anlayarak aktarmaya çalışıyor. Bunu yaparken de aşkı bile isteye üçüncü kolu gibi yanında sürüklüyor. Okur, bu hikayede kendine dönük muhakkak bir iz bulacaktır. Çünkü Dünya Kederi'nde kurgu yok. Ne yaşadımsa ne yaşandıysa o yazıldı. Eksik fazla. " Tarih versin hükmünü".

Öne Çıkanlar