Başkancı oligarşinin demokrasi karşıtlığını görmek
Feyzi ÇELİK*
16 Nisan 2017 referandumda somutlaşan fiili başkanlığa geliş süreci ve bu tarihten sonraki süreç anlaşılmadan Türkiye’de başkancı rejimin oy/demokratik yoldan gider mi gitmez mi sorusuna cevap veremezler. Olaya salt, Erdoğan’ın başkanlığı çerçevesinden bakılırsa Erdoğancılıkla birlikte seri bir şekilde ihdas edilen binlerce başkanlık görülmemiş olur. Bu başkanlar milletvekili ve bakanlardan daha önemli konumda olup, maaşları da bakan ve milletvekillerinin üzerindedir. Örneğin doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı olan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı'nın eşi ile birlikte aylık geliri 300-400 bin civarındadır. Kızılay Başkanının sadece maaşı 35 bin liradır. Yan gelirleriyle birlikte daha fazladır. Bunun örnekleri çoğalabilir. Keza kamu bankalarını atanan müdürlerin durumu da bundan farksızdır. Güvenlik adına oluşturulan danışman şeklinde oluşturulan başkanlıkların durumu da böyledir. Bunun adı Başkanlık sistemi değil Başkancı sistemdir. Adı ne olursa olsun bunların sayısı 3000-5000 arasındadır. Büyük, etkili ve kapsamlı bir oligarşi oluşmuş durumdadır. Erdoğan’a başkanlık yolunu açanlar da bunlardır. HDP’nin başarısıyla somutlaşan 7 Haziran 2015 sivil hükümet darbesinin mimarları da bunlardır. Bunların ikinci darbesi de AKP Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’na dır. Bunu çok iyi bilip de bir türlü açıklayamayan kişi de Davutoğlu’dan başkası değildir. Oy, seçim, halk iradesi Başkanın ve başkancıların umurunda değildir. İstanbul örneği ve HDP’li belediyelere Kayyım atanması bu uygulamanın somut ifadesidir. Bütün bu uygulamalar ortada iken ana muhalefet rolündeki parti CHP, iktidar kadrolarını hedefleyen Kongre ile gidebileceklerini sanıyorlar. Böyle diyerek azıcık olsa da iktidara gerçek anlamda itiraz edecek kadrolarını tasfiye etmenin gerekçesini de bulmuş oluyorlar. Muharrem İnce ve arkadaşlarının tasfiyesinde bunu görmek mümkünken, Muharrem İnce’nin yeni bir parti kurma süreci de "Sarayla bağlantılı" gösterilerek gerçeklik ters yüz edilmektedir.
31 Mart 2019 seçimleri AKP için bir hezimet gibi görünse de buradaki hezimetin AKP/MHP bakımından kendi anti demokratikliğini topluma zorla kabul ettirmeye zemin hazırlatmış olmasıdır. Bunda seçimlerde başarı gösteren muhalefetin, AKP/MHP hükümetinden kendisini düzeltebileceği beklentisi içine girmesi ve genel seçimlere gidilmesi konusundaki isteksizlik ve HDP etkisinin yok sayılmış olmasıdır. Bundan cesaret alarak hükümet, HDP’li belediyelere kayyım atayarak CHP’li belediyeleri de dolaylı kayyıma mahkum eder duruma getirmiştir. Pandemi, büyük ekonomik krize rağmen AKP/MHP’nin devlet üzerindeki etkisini artırarak 13 Mart 2019 hezimetinin genel hezimete yol açmaması için tedbir alınmasını beraberinde getirmiştir. Son günlerde Millet İttifakındaki çatlama haberleri ile birlikte ele alındığında AKP/MHP’nin kendi iktidarını sürdürme konusunda muhalefetten daha tedbirli oluğu görülüyor.
Kendilerine göre dizayn ettikleri bir sistemin başka birilerinin eline düşme ihtimalini düşünmek bile istemiyorlar. Görünüşte olsa da seçim yapmayı gerekli görüyorlar. Bu arada partileşen/militanlaşan devleti tahkim etmekten geri durmuyorlar. Kendi çıkarı doğrultusunda pandemiyi kullanarak sokakların hareketliliğine engel oluyorlar.
İslamcı otokratik bir rejim inşa etme yolunda bu kadar ilerleme sağlayan bir hükümet için genel iktidarı kaybetmek kendileri için varlık/yokluk haline geldiği için kendileri açısından hafife alınacak bir durum olarak görmüyorlar. Kendilerinin gidişatının kendileri için neye mal olacağını biliyorlar.
Normal bir demokratik hukuk devletinde iktidarda bulunanlar bir daha iktidara gelme umuduyla kaybetmeyi sineye çekebilirler. Bunların kafasında demokrasi ve hukuk geçmediğinden dolayı işi tesadüf ve şansa bırakmak istemezler. 20 aylık CHP’li belediye pratiğine bakıldığında belediyelerin önemli yetkilerinin kısıtlandığı, yardım gibi insani noktada dahi belediyelere engel getirmeleri anlayış sınırlarının ne olduğu açıkça görülüyor. İktidar, belediyeler çalışmalarını adeta paralel bir devlet gibi göstererek merkeze/başkana bağlı bir yerel yönetim görmek istiyor. Çünkü toplumla kaynaşan bir yerel yönetim örneğinin daha sonra yapılacak merkezin yönetimin kaybına örnek olabileceğini düşünüyor. Şimdiye kadar yerel yönetimlere bakış açısı anlaşılmak isteniliyorsa HDP’li neredeyse bütün belediyelere vali veya kaymakamların kayyım olarak atanmasını görmek yeterlidir. CHP’li ve diğer muhalif partilerin yönetiminde bulunan yerel yönetimlere de özüne uygun özgürlük/hareket alanı bırakması da söz konusu değildir. Mevcut belediyeler özgürce bir ihale dahi düzenleyecek durumda değildirler.
Şimdiye kadar mevcut iktidar, "seçimleri" kendi meşruluğunun gerekçesi yaptı. Baskı, hile, zorlana devrede olsa bile seçim yapmaktan geri durmadı. Seçimlerin merkezi iktidarın kaybıyla sonuçlanacağı kaygısı iktidarı var olan hukuk kırıntılarını yok etme yoluna gidebileceği hatta gerekirse genel oy hakkını engellemeye kadar gidebilecek yeni baskı politikalarını bile gündeme getirebilir.
Kamunun bütün kaynaklarının 5’li ihale şirketlerine tahsis edilmiş olması da iktidarı parsellemiş bürokratik yapıdan bağımsız değildir. Başkancı sistemin arkasındaki istihbarat, savunma, güvenlik, ekonomik ayakları da görülmeli. Özellikle yargı üzerinde hakimiyet kuran HSK başkanlığı çok önemlidir. Mühürsüz oyları geçerli sayan karara imza atan birini YSK’nın başına getirmeleri sıradan bir durum değildir. İplerin sadece Erdoğan’ın elinde olmadığı görülmeli. Sayıları giderek artan ve yüksek gelir elde eden bu oligarşinin halka ve halkın oyuna bir saygısı yoktur. Olağan seçimleri bile yaptırmama yoluna gidebilirler. Bunun için ülkeyi savaşa bile sokmaktan çekinmezler. İslam veya İslamcılık da bunların umurunda değildir. Otoriter katı laikçi ulusalcı kesimlerin rızasını almak uğruna "laik" görünmek, "İslamcı" görünmemek yolunu dahi seçebilirler. Bunun en somut örneği de İçişleri bakanı Süleyman Soylu’dur. Soylu’nun adeta fiili bir başbakan veya AKP Genel Başkanı gibi tavır ve tutum takınması önemlidir. Bu tutum bir anlamda, Erdoğan sonrası için ipuçları da ele vermektedir.
Başkancı sistem, ekonomik gidişata pansuman niyetine bedelli askerlik, vergi ve imar affından topladığı para ile ancak bir iki yıl dayanabildi. Artık vergi bile toplanamıyor. Zam ve dolaylı vergilerle gelir elde edilmeye çalışılıyor. Yama tutmayacağını uluslararası sermaye ile bağlantılı sermaye grupları ve bankalar da görüyor. Hükümet, kamu bankalarına yönelimi sağlamak için özel bankaların vergi tahsil yetkilerini kısıtlama ve onlara yüklü miktarda para cezaları veriyor.
Ne yazık ki, demokrasi artık şekli anlamda sahi yok artık. Elbette, demokratik ve barışçı yöntemler dışında bir yol da yok. Temel çıkış yolu da budur. Asgari müştereklerde beraber hareket etmek bunun çıkış noktasıdır. Nedir asgari müşterekler? Hukuk devleti, Genel oy sonuçlarına saygı, bağımsız yargı, insanlık onuru, eşitlik, özgürlük, kardeşlik...
Bir hususu da vurgulayalım. O da: muhalefetin şimdiden başkancı sistem yerine güçlendirilmiş parlamenter sistemi gündeme almış olmasının da kısa vadede çare olmayacağıdır. Öncelikli olan sistemle mücadelenin en önemli yol ve yöntemi o sistemi oluşturanlara eş değerde bir sistemin belirlenmiş kural ve süre kapsamında görev yapmasının sağlanmasıdır. Sistemi bu hale getirenlerden kurtulmanın başka bir yolu da yoktur. Marx ve Engels’in dediği gibi, "Kuşkusuz, eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini almaz, maddi güç, ancak maddi güçle yenilebilir, ama teori de, yığınları sarar sarmaz, maddi bir güç durumuna gelir."
* İstanbul Barosu, Avukat