'Benim Annem Cumartesi' şiirleri
Nusret GÜRGÖZ
Süleyman Cihan’a…
Son günlerde okuduğum güzel bir şiirle gireyim yazıya. Betül Dünder’in ‘Unutmanın Kısa Tarihi’ kitabından ‘Zirvede’ şiiri:
Kaç gün oldu Ali’den haber yok
gözlerinden yok, bıyığından yok
haberlerde de yok Ali ne zamandır yok
oysa zaman bizim
dağın yamacına doğru öyle bakakalışımız gibi
ama karlıymış dağ ama gelincik basmış gözümüzün gördüğü
anlasalar bizi acılar basmış bu sıralar bizi düşler basmış
bizi sırasıyla bir acı bir düş bir eza anlatır gibi değil
kimse kimsenin elçisi olmaz iken şu dağın gelinciği bak sen
Ali’yi sesleniyor derinden, kızıymış gibi toprağın
çağırın bütün göklerden bütün kuşları
bağırın bir ovaya bir yaylaya bir dağa
bağırın bir içinize bir dışınıza
hani mevsimler gelirdi birbiri ardı sıra
nasıl gitmez insan insanın peşinden
yok! haber yok!
ne üzümün salkımında ne kayısının çekirdeğinde
ne dalgasında denizin ne sazlığında kıyının
çıt yok! – çamurdan mıydı sizin inandığınız efendiler
çıt yok! – kemikleri bağırır oysa insanın kaybolmaktan
çıt yok! aya bak üçtür dönüyor dünyayı
Ali’nin yüzü aydınlansın diye gecede
çıt yok!
annem bir boşluğa bakıyor kaç gecedir
kaç gecedir benim yazgıma yanıyor
beni mi doğurmuş Ali’yi mi
beni mi kaybetmiş oğlunu mu
gelincikler mi vakitsiz ölür çocuklar mı
annem kalbimi dinliyor kaç gecedir
kaç gecedir benim azlığıma üzülüyor
nasıl azalırdı insan
nasıl yok olurdu sevmesi içinin - hatırlamıyor
cumartesileri sayıyoruz beraber
ve diyorum ki bu cumartesilerin bir şimşeği olmalı
susanın içine bilenenin içine
görüp de demeyenin içine içine çakmalı
inandım çakarsa o şimşek sanki Ali gelecek
yoksa gerisi dağın yamacına bakakalmak
haziran geçti temmuz geçti geçti ağustos bakakalmak
nasıl dönüyordu yuvaya kuşlar – bir bilene sorsak
anneler avuçlarını açarak
ne söylüyor… ne söylüyor bakakalmak
zirvede kimler var hâlâ tanrılar mı? ( 1)
Devam edelim.
İlk alıntı Arjantin’den: ‘’ Maria Elena ile Benja, silahlı ve sivil giyimli kişiler tarafından 6 Şubat 1977’de evlerinde yakalandılar. Her ikisi de 17 yaşlarındaydı. Maria Elena da, Benja da 12 Nisan gecesi Escuelita’dan alınıp vuruldular… Carlos’la Hugo, 2 Şubat 1977’de Bahia Blanca’da üniformalı ordu personeli tarafından yakalandı. Her ikisi de 18 yaşındaydı. Carlos’la Hugo’ya ağır işkenceler yapıldı. Bir kuyuya kollarından asarak Carlos’un omzunu kırdılar. Bir daha onlardan haber alınamadı.’’ ( 2)
İkinci alıntı Türkiye’den: ‘’ 1984 Şubat. İstanbul’da Maksut Tepeli’nin evi basıldı. Maksut evde yoktu. Polis, evde bulunan Şükrü Çal’ı gözaltına aldıktan sonra evde karakol kurdu. Bütün bunlardan habersiz eve girmeye yönelen Maksut, kapıyı açtığında karşısında polisleri gördü. Hızla uzaklaşmaya çalışırken, polis kurşunlarına hedef oldu. Kurşun kalçadan girip kasıklardan çıktı. Yaralı halde gözaltına alındı. 5 Şubat 1984 tarihinde polisler tarafından katledildi. Şu an bile mezarının nerede olduğunu bilen yok.’’ ( 3 )
Arjantin’de 1976 – 1982 arasında otuz bin kişi, ölüm mangaları tarafından kaçırılıp katledildi ya da kaybedildi.
Faşizmin yöntemleri, ülkeler farklı olsa da birbirine çok benziyor. Teşkilatı Mahsusa’dan bu yana, adlar değişse de yöntemler değişmemektedir. Biz ilk kayıp öyküsünü Sabahattin Ali’den başlatmış olalım. Ancak, özellikle 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra kayıplar artmış, 1990’dan sonra kayıplar zinciri Kürt illerine ulaşmıştır.
Arjantin’de anneler, Plaza de Mayo Meydanı’nda, o tarihten bu yana çocuklarını arıyorlar, kayıpların olmamasını ve işkencecilerin yargılanmasını istiyorlar.
Toplumsal mücadeleler tarihi aynı zamanda, etkileşimin, deneyim paylaşmanın, yardımlaşmanın… ( da ) tarihidir.
Plaza de Mayo Anneleri’nin deneyimlerinden etkilenen ‘Cumartesi Anneleri’, 1995’ten bu yana, bütün engellemelere karşın her cumartesi buluşuyor, kayıp yakınlarının bulunmasını istiyorlar. ( Bu yazının yazıldığı Kasım / Aralık - 2020’de anneler 819. kez bir araya gelmişlerdi. )
Gülçiçek Günel Tekin; Teşkilât-ı Mahsusa’dan Ergenekon’a Kayıplar, Yargısız İnfazlar ve Faîl-i Meçhuller kitabında şunları söylüyor: ‘’ Yıllardır, kayıp yakınlarından oluşan ‘ Cumartesi Anneleri’ her Cumartesi günü saat 12.00’de, Galatasaray Meydanı’nda toplanıp kayıplarının hesabını soruyor. Tam 299 kere bir araya gelmişler ve kaybedilen oğullarının, kardeşlerinin, babalarının, akrabalarının hesabını sormuşlar; coplanmışlar, biber gazı yemişler, saçlarından tutulup gözaltına alınmışlar ama yine de yılmamışlar…’’ ( 4 )
Bir de işin hukuksal boyutuna kısaca değinelim. Hafıza Merkezi’nin yayımladığı ‘’ Zorla Kaybettirmeler ve Yargının Tutumu’’ kitapta, ‘’ Zorla kaybedilenler’’ başlığı altında şunlar yazılıdır: ’’ … Zorla kaybedilenler, bizzat devlet görevlileri ya da devletin yetkilendirmesi, desteği veya rızasıyla hareket eden kişi ya da kişi grupları tarafından, sadece özgürlüklerinden yoksun bırakmayla yetinilmeyip özgürlüklerinden yoksun bırakmayı kabul etmenin reddedilmesi veya akıbetinin ya da nerede olduğunun gizlenmesiyle hukukun da korumasının dışına çıkarılan kimselerdir…’’ ( 5 )
Bu anlatımlardan sonra, yeniden / artık şiire girebiliriz.
Yazıldıysa da ben bilmiyorum. Ben ‘Plaza de Mayo’’ ile ilk kez, bugünlerde ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşan, sevgili Emir Ali Yağan’ın 1995’te ‘piya kitaplığı’ndan yayımlanan ‘gitmek uzun bir öykü’ kitabındaki ‘Bunca Akıllının İçinde Sen Nasıl Delisin Böyle’ başlıklı, oğluna atfettiği şiirinde karşılaştım. Yağan, aynı şiiri kitaplarından seçmelerle ‘fidenti kitaplığı’ndan 2007’de yayımlanan ‘Sahra Sanrı ve Sara ‘ kitabına ‘AfaCAN’ adıyla kısaltarak, önceki biçiminde oğlunun baş harflerini rumuz olarak almışken, bu kez ‘‘Oğlum Can Cihan’a ‘’ diyerek oğluna açıkça atfeder.
Belleği Munzur’dan Beyaz Dağ’a; 1 Mayıs 1977 / Kazancı Yokuşu’ndan Emniyet Müdürlüğü’nün altıncı katından atılan devrimcilere… kadar acıların yüküyle dolu, işkencedeki şairin dizeleridir bu dizeler.
İşkencededir: ‘’ … Yine aynı numara, alttan alıp üstten bastırıyor komiser: - Dosyayı kapatmak için bize bir açık kapı bırakmıyorsun; haydi cürümü hafifletici bir neden?!. // Doğrusu Mualla’anımların kırılan camı ve memleketin kurulu nizamı arasındaki kurmaca ilişki, benim de aklımı karıştırmıyor değil. Sorgucular, çetrefilli yanından zaafıma ulaşmak istiyorlar: // - pasaport verelim yurt dışına çık. Git şiir yaz, istediğin bu değil mi? ( kaç kez sınırları pasaportsuz geçtiğimi bilmiyorlar!) teklifini ballandırıyor komiser: // - Paris, Londra, Amsterdam, Kırmızı Fenerli Evler, Hyde Park, Pigalle; nereye istersen git, ne halt edersen et. AIDS ol! Kaybolmazsan annen, Buenos Aires’de Plaza de Mayo’da çığıracak seni bilmiş ol!... ‘’ ( 6 )
Dersim’den Halepçe’ye; Plaza de Mayo’dan Galatasaray Meydanı’na uzanan şiirsel bağı kuran, benim bu yazıyı yazmamın ‘işaret fişeği’ olan sevgili Emir Ali Yağan’a sağlık dileyerek bu faslı kapatıyorum.
Plaza de Mayo için yazılan şiirlerle sürdürelim sözü.
İlk şiir sevgili Behçet Aysan’ın ‘Beyaz Başörtülü Kadınlar’. ‘jose antonio’ tıp öğrencisidir. Güz mevsimidir. Evine dönmektedir. ‘yorgun işçiler’ birer birer iner otobüsten. O da iner.
‘’ …
hiçbir şey anlamadı jose antonio
güz yaklaşıyordu, hüzün ve sınavlar
bahçe kapısını yavaşça araladı, sabah
suladığı sardunyaya baktı.
yüreğinde o güne kadar yaşamadığı bir
telaş, hemencecik gidip yatağa uzanmak
günün son sigarasını yaktı.
anası babası ve öğrenci kardeşi
uyumuşlardı, pencereler karanlıktı
anahtarı cebinden çıkardı
ne çok ışık, hepsi yandı
ağaçların arasında otomobil farları
jose antonio şaşırdı
silahlar üzerine doğrulmuşlardı.
saat 02.25, kenar mahalledeki evin içi
bütün kitaplar yerlerde
şiirler, ders notları, mektuplar
ve fotoğraflar, söyle bu resimdeki kız kim
ya bu sakallı arkadaşın
…
bir gün sonra sabah, toplama kampı la perla
çok erken saatlerde beni hücreden
aldılar, gözlerimde siyah bezden bir bant
taktılar, bir ağacın arka koltuğuna
boylu boyunca yatırdılar
…
üzerime kanlı bir pijama giydirdiler
ayaklarım
zincirle birbirine bağlandı
ve ellerim
kenarları yüksek
tahtadan yatağa yatırdılar.
duvar
gözetleme deliği olan demir kapılı
bir odada
on iki gün sonra
jose antonio da
desparecidosdu.
yedi yıl geçtikten sonra, plaza de mayo
yürüyorlar alana doğru
binlerce beyaz başörtülü kadın
ve binlerce yitik fotoğrafı
genç yaşlı kız erkek
binlerce desparecidos
analar ve anılar
eşler kardeşler çocuklar
geri istiyoruz onları
geri istiyoruz onları
şu bıyıklı
manuel, öğretmendi
arkada hudeibro, maden işçisi
jose parada, Santiago nattino
ve işte jose antonio’nun annesi
elinde oğlunun kocaman resmi.
Geri istiyoruz onları.
-jose antonio benim ( 7 )
Emirhan Oğuz, 1988’de yayımlanan ‘ Ateş Hırsızları Söylencesi’deki ‘PLAZA DE MAYO ANNELERİ’ şiirinde keder ortaklığımızı acıyla işler:
‘’ künyemde on beş bin ad okunuyor
hem derin uçurumlardayım hem kor dehlizlerde
her evin temel çukurundayım
mezarım belirsiz
yedi yıl yirmi yedi mevsim anne
kurudu kanım tank paletleri altında
törenleriyle sirenleriyle çiğnediler cesedimi
gözlerimi kara çaputlarla bağladılar
çaldılar benden günü geceyi
gördüm kaç genç kızın gelinliğini kirlettiler
kaç bebeğin beşiğini sarstı postalları
gördüm anne
çelik miğferleriyle tutular sabahın kapısını
sorgulara taşındım
mitralyöz tarakaları yaladı
çiçek tarhlarında çürüyen saçlarımı
dinle anne
ben desparesido’nun kurşun geçirmez sesiyim
beni bir dağın kıyısında vurmuşlardı
mezarım belirsiz
…
dinle anne
bir desparesido’nun ağıt tutmaz sesiyim
beni bir gecekondu avlusunda vurmuşlardı
mezarım belirsiz
…
bugün haftanın dördüncü günüi
ilk perşembesi ekim’in
mayıs meydanı’nda yuvalarını kuruyor kırlangıçlar
ve senin yumruklaşan ellerin
tıpkı sonsuz toprakları ülkemin
doğacak günü taşıyor avuçlarında
bir acının sevince yazgılı sesisin anne
yolumu bekleyen gözlerin
bir daha göremeyecek karda savrulan atkımı
o emekçi ellerinle saçlarımı saramayacaksın
ama üzülme
gölgemin değdiği duvarlardan
tülden bir esiniyle geçecek mayıs sabahı
gün gelecek
sevinçle savurarak sigara dumanını
şarkılar söyleyecek fabrika kapılarında kardeşim
ve sen her Perşembe geleceksin
ve mezarının toprağını hep gizleyecekler senden
bugün dördüncü günü haftanın
acıyı ve özlemi
umudu ve öfkeyi çağırıyor mayıs meydanı’nda toprak
duy çağrımı
ağarmış kızılderili alnınla gel anne
yorgun bilekleriyle ayaklarının
yurdumun uçsuz bucaksız pampaları gibi
üretken öpülesi ellerinle gel
toplumezar çiçeklerinden topla türkümü
türkümü söyleyen melez sesinle gel
listelerde on beş bin kayıbım anne
on beş bin ölü
on beş bin kayıp (8)
Mustafa Köz de Plaza de Mayo’dan Galatasaray Meydanı’na uzanan köprüyü kurar, 2011 tarihli ‘ ONLAR İÇİN BİR FÜG’ şiirinde:
’’ ‘ Bağışlamıyoruz, unutmuyoruz.’
Denizler doldu, 40 000 oğul ve kız çocuğu
40 000 alevden düş, 40 000 yiğit yoldaş.
Biz Plaza de Mayo anneleri, biz zincir tutmaz Las Locaslar
taş emziriyoruz, kül, yeryüzü ve gökyüzü.
Ne kadar da küçüldü şu dünya, diyelim Türkiye’de bir yerde
örneğin ışıklı bir bulvarda, bir cumartesi günü
-öyle benziyor ki perşembeye-
bir kardeşimiz yitirse kıpkızıl baş örtüsünü
burada, bu mayıs meydanında yani,
beyaz bir bayrak gibi gölgeleniyor üstümüzde o örtü
kızımızın diyoruz ya da oğlumuzun armağanı yavuklusuna.
Alanlar dolusu kan, rüzgâr, gözyaşı ve amansız istek
bizim değil çadırlarımıza yağan bu zorba irin yağmuru
biz istemedik onların beşik iplerini kesen o saf bıçakları.
‘Sağ aldınız onları, sağ istiyoruz.’
Kimse söyleyemez bize acı çektiğimizi
gölgede kuruyan ağlar gibi evet yüreklerimiz
ama bir çocuk ağlaması duymayalım yekinip kalkıyoruz ayağa
o zaman yeniden serpiyoruz o ağları
epeydir inanmadığımız o kanlı denize
o zaman silkiyoruz gün ışığını ağlarımızdan
o zaman sökün ediyor adları çocuklarımızın,
gizlendikleri yerden
Kenan, Aysel, Greciela, Talat, Lilian, Süheyla,
Metin, Matias, jara
…’’ ( 9 )
‘Cumartesi Anneleri’ne artık geçebiliriz. ‘Cumartesi Anneleri’ni tek başına, bir kitap oylumunda, ‘Cumartesi Anneleri / anımsamanın zaferi ‘ kitabında, şiirleştiren Aydın Öztürk’tür. Kitap, 1996’da ( elimde olan ikinci baskı) İnsancıl Yayınlarından yayımlanmıştır. Kitap, Ragıp Zarakolu’nun ‘ Mayıs Alanı Anaları Ya Da Anımsamanın Zaferi’ başlıklı önsözüyle başlar : ‘’ Latin Amerika’da Ulusal Güvenlik Doktrini çerçevesi içinde, askeri cunta yönetimleri ‘kayıplar’ ve ‘yargısız infaz’ olayını hayatın bir parçası haline getirdiler. Zorla kaybettirme ve ‘yargısız infaz’ uygulamalarının bir adım ötesi soykırımdır. // 1978 yılında bir İngiliz gazeteciye demeç veren General Videla şöyle diyecekti:’ Terörist sadece bir silah ya da bomba taşıyan kişi değildir. Batı ve Hıristiyan uygarlığına ters düşen fikirleri yayanlar da teröristtir. Buenos Aires bölgesi askeri valisi General İberico Saint – Jean çok daha katıydı:’ Önce yıkıcıları yok edeceğiz, sonra işbirlikçilerini, sonra… sempatizanlarını, sonra… kayıtsız kalanları, sonra zaaf içinde olanları…’ // Generaller ülkenin her yanına yayılan 340 temerküz kampından oluşan bir ağ kurdular. 30 bin dolayında insan geçti bu kamplardan ve kimse onları bir daha görmedi. // Kayıp aileleri kendi aralarında örgütlenerek, Mayıs Alanı Anaları örneğinde olduğu gibi, kaybolan evlatlarına ve yakınlarına sahip çıktılar, toplu mezarları açığa çıkardılar, işkence merkezlerinin, başkanlık saraylarının önlerinde gösteri yaptılar. //…// Analar daha darbeden bir ay sonra 1977 yılında bir araya gelmişlerdi. Cunta basını, Onları ‘deli kadınlar’ diye adlandırmış ’teröristlerin anaları’ olmuşlardı. // ‘Kirli Savaş’ deyimi Arjantin’de doğdu. Devlet terörü tüm toplumu hedef aldı…’’ ( 10 )
Önsözün devamında, 1995 Mart’ında bir gemide yapılanları Gazeteci Verbitski’ye anlatan kayıpların denize atıldığı gemilerden birinin kaptanı olan Kaptan Scilingo; uçaktan denize atılmaları, Hipokrat yemini etmiş doktorların kurbanlara uyuşturucu iğne yaptıklarını, rahiplerin kurbanlarını gemiden denize atılmadan önce kutsadıklarını… anlatır.
Zarakolu önsözünü cümleyle bağlar:’’ Uzun yıllar ülkesinden uzakta, sürgünde yaşamak zorunda bırakılan Uruguaylı şeçkin ozan ve romancı bu olayı ‘Anımsamanın Zaferi’ olarak nitelendirdi.’’ ( 11 )
Yaklaşık elli sayfadan oluşan, yer yer düzyazışiirin olanaklarının da kullanıldığı ırmak şiirde Aydın Öztürk, Plaza de Mayo anneleriyle Cumartesi Annelerinin bağını kurar ve bizi Kasaplar Deresi’nde Maden Köprüsüne; Atlas Okyanusu’ndan Atışalanı Kemer Mezarlığına; Ataşehir Kimsesizler Mezarlığından Aznavur Pasajı’na… doğru yolculuklara çıkarır:
‘’…
annelerin yürek viranelerine soluksuz bastırdığı
fotoğrafların ayrı dilleri yoktur, gözyaşlarının
çığlık bütün ülkelerin makamlarında aynı sestir
buenos aires yazılmış tarihidir kayıpların
görgü tanığıdır başkanlık sarayına bakan meydan
her anne beklediği yolcuyu tunca kazımıştır
içindeki bütün meşaleler isli alevlerde, rüzgârda
bütün zaferler karanfil kokusudur bu ateşle yanar
istanbul galatasarayda her cumartesi kuşatılmıştır
her öğlen, yüzü pas içinde bir duvar ağlar
pas içinde bir duvar ağlar ve yalnızdır
uzanan elleri bıraktığımız boşluğa düşer
kemirdiğimiz tırnaklarla sönmüş içimiz
oradan bir hırsız gibi kaçar
…
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
cumartesi annelerinin ıslak kirpiklerine.
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
yüreğimize bakan fotoğraflara
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
panzerlere, çelik kasklara, kurt köpeklerine
laciverde saklanmış korkuluklara kar yağıyor
saçlarım ağarıyor bir çığlığın gözlerinde
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
albümlerde sararmış gülüşlere
ipte oğul kokan çamaşırlara
anılara kar yağıyor, hüzün tutuşuyor
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
cinayetleri saklayan boğma tellerine
bolu dağlarına, sapanca’ya deşta mergana
kar yağıyor maden köprüsünün kemerlerine
kar yağıyor, asla zalimleri ağartmayan.
istanbula kar yağıyor, kar yağıyor,
feriköye, kemer mezarlığına, karacaahmete,
metini sardığımız kırmızıya, kurumuş güllere
…
bilin ki bir anne ağlıyorsa,
en azgın nehirler durur ayakları dibinde.
bilin ki bir anne ağlıyorsa,
zalimler taslarını – taraklarını toplasınlar artık.
Bilin ki bir anne ağlıyorsa
zalimlerin tüfekleri namlularından karıncalaşmaya başlar.
aman dileyip iğnelerini kırsalar da tabancalarının.
yüreklerinin ardına – azıcık kazıyınca ortaya çıkan –
paslı insanlıkları düşmüştür.
bilin ki bir anne ağlıyorsa,
çiçek topluyordur bulutlar, hüzün çelenkleri için.
…’’ ( 12 )
Dersim’den Elazığ’ın yoksul sokaklarına; oradan İstanbul’a / emeğin sokaklarına uzanan lirik diliyle özgün e. bulut, ‘kuşların kanadına sarıldım’ kitabındaki ‘kayıp’ şiiriyle sarıp sarmalar ‘cumartesi anneleri’ni, oğullarını / kızlarını bulamadan bu dünyadan göçüp giden annelere ( Berfo Kırbayır, Asiye Doğan, Şahsenem Cihan, Asiye Karakoç ve Zeycan Yedigöl yakınlarını bulamadan bu dünyadan göçüp gittiler.) yollar imgelerini:
‘’a.
ham meyvenin acısını taşıyan annem, oğluna giderdi
her cumartesi, her mevsim, her yıl giderdi
karanlığı yararak soytarıların kapısını kırarak giderdi
1.
ben kaç cumartesi oturduysam orada, anneme ağladım
gözyaşından bir dağdı annem bilip de bilmezden geldiğiniz
günahınızı hatırlatan bir yas ayaklanmasaydı
siz şimdi kimin günahını nereye yaslayacaksınız
oturduğunuz o satranç tahtasının başında
b.
dalı kırılmış bütün ağaçların acısına yaslanan annem
oğlum derdi
bir dizinde keder diğerinde umut, kollarını açarak derdi
her saniye, her dakika, her saat, her hafta oğlum derdi
2.
ben ne zaman annemi özlediysem, kuşların kanadına
sarıldım
sesini gizleyen sabırdan bir saç örüğüydü annem
araba mezarlığına dönmüş ruhunuza isyandı
siz şimdi vebalden nasıl kurtulacaksınız
kaybettiğiniz o canların ağıtları ardınızdayken
gecenin koynuna süt taşırdı annem, kucağımda yamalı
kotumla
uyuyan bütün kediler uyanır, kedileri toplar, bir şarkıya
koşarlardı
ben şimdi üstüne kar yağan annemin kayıp olan imgesiyim
üşüyen toprağın sarındığı bir dem sıcaklığım (13)
‘Emek’in, ‘direnç’in ve ‘kadın’ın… şairi sevgili Sennur Sezer, ‘Berfu’nun Söylediğidir’ şiirinde şunları söyler:
‘’Gördüm. Onu gördüm. Hızır sandım. Eteğine yapıştım, niyaz ettim, yakardım, ‘Hızır… Ya Hızır. Derman sendedir. Getir oğlumu. Gözyaşlarım kurudu.’ Elimi tuttu,
Seher vaktiydi. ‘Yaşa’ dedi, ‘oğlunu buluncaya.’
Lokmandı.
Kurt kuş ağladı yazgıma… Cezadır, ezadır bir anaya oğlunun ömrünü yaşamak.
Bir damla sabır, bir damla inat, bin damla agu…
Ve kuyularda hasret. Yaşanın gizidir
Saraylarınızı istemedim gösterdiniz. Gördüm.
Utanmadım evimden.
Vefa bilmez yalanlarınızı gördüm.
Sözüne bağlı kalmaz kalabalıklarınızı,
Oğul, kız yolu bekler analarınızı
Yâr yolu gözler gelinleri.
Yazgıları yazgım.
Belime sarılı kefenim, sabunum, kınam.
Burnumda oğul kokusu.
Derman aradınız derdime
Saraylarınızı, kalabalıklarınızı, acılarınızı gördüm
Değiştirmedim başörtümü, sırtımdakini
Götürdüklerinde geri dönüp bakışı oğlumun
Aklımda
Gördüm onu gördüm
On bin gün on bin gece
Kulağım kapıda ‘’ ( 14)
İnceliklerin şairi Şükrü Erbaş, ‘Acı İlişki’ şiirinde:
‘’ Sevgilim,
Bu ülke senin gövden kadar masum olsaydı
Bir tek anne oğlunu devletten sormazdı…’’ (15) der.
Ahmet Hicri İzgören, ‘Keder’ şiirinde:
‘’ Bak sana kederin bile vurgun yediği yerden bir haber;
Dün burada
Oğlunun kemiklerini bulmak için bir adak adadı bir anne…’’ (16) der.
Melahat Babalık, Metin Göktepe’ye atfettiği ‘Acılar Harmanından’ şiirinde:
‘’…
Islak bedeni duvar dibinde
Bulutları kül tutmuş
Yağmurlar ülkesinde
Siyah beyaz karede donuklaşan
Kurşun işlemez yarasına
Genzinde acı tadı baldıran otun’’ (17) der.
Aziz Kemal Hızıroğlu, ‘Her Cumartesi’ şiirinde:
‘’her cumartesi
acıyan bir yanımı
anneme bırakırım
beni kolay bulsun diye
…
her cumartesi
yeniden kaybolurum
dünyanın hiçbir annesine
kayıp çocuk kalmasın diye’’ (18) der.
Suna Aras, ‘Yitik ve Duvar’ şiirinde:
‘’…
Çığlık bir ananın bağırmasıdır
Acıyla doğrulan alınmıştır elinden
Yüreğimin yangını onlar ve yanan mumdur
Kayıp resmidir yüzüm görmüyor musun
Aşka hamal olduğum da doğrudur.
Beni bir adım ötende düşün ey duyarsızlık
Beni karşındaki yangında
Aşk yaşamayı tatmaktır her defasında
Ben ki düşlerim boyu aşkım
Ağzım hayatın nabzında.
…’’ (19) der.
Bugünlerde tutuklu olan sevgili Ruhan Mavruk, ‘Cumartesi Anneleri Denizi’ şiirinde:
‘’ …
sevdasının gözlerine mil çekilmiş bir ülkeydim
hepsi hepsi bu
sam yelleri gibi dağıttı o ses
günün yüreğindeki sisi
ben nehir bir şiir istiyordum
kayıp bir çocuğun giysilerine sarıp acılarımı
bir solukta çekti beni
‘kan köpüklü’ bu gökyüzü anneleri denizi’’ (20) der.
Seksenlerin ‘yeni sesler’inden Muharrem Ender Öndeş ‘ Oğlumu İstiyorum’ şiirinde:
‘’ …
aklınız niye almıyor bunu
çok anlamsız bir şey mi istediğim
bıyıkları az daha büyüsün istiyorum
aklı olgunlaşsın az daha, kötü şey mi bu
çocukları olsun istiyorum bir de, ömrümün ışığı olsunlar
altın saçlarıyla
izlemek istiyorum bütün bunları bir yaz günü
iskelede, sarkıtıp suya ayaklarımı
yaşlansın istiyorum sonra, yaşlansın iyice
niye anlamıyorsunuz Allahın belaları
yaşlansın istiyorum, yaşlansın yaşlansın yaşlansın
kırlaşmış saçları, pembe yanaklarıyla
…
belirli bir mezarlıkta sonra
belirli bir çukur içine indirsinler onu
yatsın gözlerini kapayıp, yatsın
üstünde ismi yazılı bir taş altında
oğlumu istiyorum, anlıyor musunuz
onu geri istiyorum
ölü ya da diri
ama şimdi
hemen!
şimdi!’’ (21) der.
Nusret Gürgöz, ‘ Vuslat’ şiirinde:
‘’Karlar yağıyor, rüzgârlar uğulduyor
evlerin içinde,
Dışarısı da kar, dışarısı da fırtına
bir anne haykırıyor:
‘Oğlum, oğlum! Oğlumu isterim; girmesin kayıplar hanesine
bir baba
gözleri tarih
hüznün bilgesi
acı yontusu bir baba
susuyor yalnızca
…’’ (22) der.
Diyarbakır küçelerinden Ahmet Çakmak, ‘ Çocuklarımı Bulun’ şiirinde:
‘’ …
Ülkenin yüzü ak insanları
Hangi yüzle yıkarlar yüzlerini
Hangi çiçek koku verebilir burunlarına
Çığlığın her dile çevrilebilir yalnızlığı
Kimi, kaç kişi uyandırır uykusunda
Kimi, kaç kişiyi omuz başında yürütür
Çocukları kaybeden karanlığın saltanatına
Çocuklarımı bulun
…’’ ( 23) der.
Onur Şahin, ‘ Cumartesi’ şiirinde:
‘’ Kalbimiz kurudu, unuttuk her şeyi.
Upuzun matemi sırtlandık,
umudumuzun beli büküldü çoktan,
içtiğimiz yeminlerin suyu çekildi.
Nicedir üstümüze kaplumbağalar düşüyor,
dikeni göğsümüzde gül her cumartesi
kuşandığımız öfkeli yangının uykusudur
ölüm ertesi kapı önlerine döktüğümüz kül.
Bu kör, sağır, topal çağda
unuttuk çocukların nereye gittiğini
yaş değil taş döken gözlerini annelerin,
hiç iyileşmeyecek o gönül kırıklığı
unuttuk, kalbimiz kurudu.( 24) ’’ der.
Kuşkusuz ‘Cumartesi Anneleri’ni yazan pek çok şair daha var. Kuşkusuz bu konu, geniş ve uzun bir akademik çalışmanın konusu olmaya aday. Ben yazının bu basamağında, ‘Cumartesi Anneleri’ için şiir yazmış olup – af dileyerek - yukarıda değinmeğim şairlerin adlarını anayım: Ruşen Hakkı, Ahmet Ada, Âba Müslim Çelik, Asım Gönen, Ahmet Telli, Fatma Türk Kuşkaya, Gülsüm Cengiz, Dursun Özden, Metin Cengiz, Bilsen Başaran, Yunus Koray, Ertan Mısırlı, Rahmi Emeç, Tuğrul Keskin, Şenel Gökçe, C. Hakkı Zariç…
Bilmediğim ya da atladığım adların olduğu kuşkusuz, onlardan da af diliyorum.
Yazının son tümceleri de Orhan Gökdemir’den kısa bir alıntı ile olsun: ‘’ … Cinayet, çürümekte olan bir sistemin son çılgınlığıdır. Karanlıkta saklanan katil, sınırsız kâr hırsıdır. Cinayet şebekeleri olarak dünyanın her yerinde teşhis edilen şey ise katiller kapitalizmin ta kendisidir…’’ (25)
Dipnotlar :
1- Betül Dünder, Unutmanın Kısa Tarihi – Yitik Ülke Yayınları (2018)
2 - Özcan Sapan, Beyaz Ölümün Güncesi – Çiviyazıları Yayıncılık (1993)
3 - age
4- Gülçiçek Günel Tekin, Teşkilât-ı Mahsusa’dan Ergenekon’a Kayıplar, Yargısız İnfazlar ve Faîl-i Meçhuller – Belge Yayınları ( 2011)
5- Zorla Kaybettirmeler ve Yargının Tutumu, Prof. Gökçen Alpkaya, Av. İlkem Altıntaş, Yard. Doç. Dr. Öznur Sevdiren, Av. Emel Ataktürk Sevimli – Hafıza Merkezi Yayınları (2013)
6 - Sahra Sanrı ve Sara, Emirali Yağan – Fidenti Kitaplığı (2007)
7 - Kalpleri Küçük Bir Bahçe Onların - Türkiye Yazarlar Sendikası / İHD ortak yayını (2004)
8- age
9- age
10- Cumartesi Anneleri anımsamanın zaferi, Aydın Öztürk – İnsancıl Yayınları (1996)
11- age
12- age
13- Kuşların kanadına sarıldım, Özgün E. Bulut – Totem yayınları (2017)
14- Kalpleri Küçük Bir Bahçe Onların - Türkiye Yazarlar Sendikası / İHD ortak yayını (2004)
15 – age
16- age
17- age
18- age
19- age
20-age
21- age
22- Ağıdım Kuşlara Kalır, Nusret Gürgöz – Kora Yayın (1999)
23- Kalpleri Küçük Bir Bahçe Onların - Türkiye Yazarlar Sendikası / İHD ortak yayını (2004)
24- Sadece Şiir Dergisi, Sayı 3 - (Haziran - Ağustos 2020)
25- Faili meçhul cinayetler tarihi - Çiviyazıları Yayıncılık (2005)