'Bir başkadır benim memleketim'
Rıza Yalçın KOÇAK – Ahmet Tirej KAYA
"Bir çocuk gördüm, ağlıyordu. Çünkü evlerinin kapıcısının oğlu ölmüştü. Ana-babası bıraktılar ağlasın, sonra sıkıldılar bundan. ‘Niye ağlıyorsun?’ dediler. ‘Senin kardeşin değildi ki o!’ Çocuk gözyaşlarını sildi. Korkunç bir şey öğrenmişti: Demek ki, yabancı bir çocuk için ağlamak gereksizdi!" (simone de beauvoir, denemeler)
Çeşitli gürültüler arasında kendi tahakkümünü dayatmakta ısrarcı olan büyük sessizlik, toplumun bağrındakilerin tarihin bir anında görünür kılınmasına engel olamıyor. Günün her saniyesinde bizimle olanın, başkasının hayatına tesirine veyahut da tam tersine dair en ufak bir ortaya çıkışın kıymetini teslim etmekle başlamak şart. Üzerine çokça söz edilen Bir Başkadır’a bu açıdan hakkını teslim ettikten hemen sonra, dizideki Kürt temsiliyeti üzerine süren tartışmaya katkı sunma amacındayız. Zira Kürt meselesi zemininde söz söylemenin bir bedel isteyeceği açık; bu bedelin, verilen "küçük" bir tavizle ödenmeme gayretini tartışmamız gerekiyor.
Biri seküler (Gülbin), biri muhafazakâr (Gülan) olarak anlatıya yerleştirilen iki kardeş Kürdün arasındaki gerilim, 35 yıl öncesinde yaşanan ve münferit olmayan, yarattığı tesiri de bu sistematik halden ileri gelen bir olay üzerinden şekilleniyor. Kürtçe konuştuğu için tokat yiyen çocukların yanına, henüz annesinin karnındayken, devlet güçlerince tekmelenerek kendi topraklarını terk etmek zorunda kalmış çocukların hikâyesi ekleniyor. Bu sebeple engelli olan kardeşlerine dair belli anlarda birbirlerini suçlayan Gülbin ve Gülan’ın, belli anlarda da birbirlerinin hayat tarzlarına kadar uzanan suçlamalarının Kürtlerin kendi içlerindeki kavga haline de bir atıf olduğu anlaşılıyor. Gülbin’in ablasına, "35 yıl önce tekme atanların bizi birbirimize nasıl düşürdüklerini görmüyor musun" minvalindeki seslenişi de bunu açık ediyor.
Dizide bizler bir taraftan "35 yıl önceki tekme" ifadesinin ağırlığını sindirmeye çalışırken, diğer taraftan yine yıllar önce yaşanmış, iki çocuğun maruz bırakıldığı cinsel istismar olayıyla ilgili sahnelerle karşılaşıyoruz. Ruhiye ve arkadaşına tecavüz eden kişi, Kürdistan’dan göç ettirilmiş ve Çanakkale’nin bir köyüne yerleşmiş bir Kürt. Sevilay Çelenk tam bu noktada şunları söylüyor; "Bir Kürdün Batı"da, yeni göç ettikleri bir köyde, iki kız çocuğuna tecavüz etmesinin inandırıcılıktan tamamen uzak olduğunu iddia edemeyiz. İnsana inandırıcı gelmeyen birçok olay her gün ve her yerde yaşanıyor. Ama eğer gerçeklik alanında değil de hikaye dünyasındaysak, Çanakkale’de geçen bu ağır travmatik cinsel şiddet olayında fail niye Kürt bir göçmen olsun ki? Üstelik o köyde de onu yaşatsınlar, hatta sonradan kızlardan biriyle evlenmiş olsun!"
Kürtlerin bırakın Batı’daki köylere yerleşmeyi, mevsimlik işçi olarak bile çalışmasının ölümle eşdeğer olduğu bir toplumsal gerçeklikten hikâye dünyasına doğru yol alıyorsak, tecavüzcü temsiliyetinin Kürtler üzerinden kurulmasını nereye oturtmak gerekiyor?
Duygudaşlık ve utanç
"… Örneğin kişi sözleşme dışı insanlarla ve gruplarla duygudaşlık kurmaya, onlara karşı sorumluluk hissetmeye, aynı zamanda kendi benliği ve kimliğiyle ilgili, o benliğin ve kimliğin nasıl oluştuğunu ilk defa anlayarak, utanç veya suçluluk duymaya başlayabilir." (Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi)
Dizinin bahsi geçen kısmını biraz bu pencereden irdelemek gayretindeyiz. Kürt bir aile üzerinden yapılan anlatıda Türklük Sözleşmesi’nin sinir uçlarına dokunulduğu aşikâr. Çoğu kavrayış düzeyini acı üzerinden anlamlandıran toplum gerçekliği ortada iken, hamile annesinin karnına atılan tekme neticesinde doğuştan engelli olan çocuk, Kürde ait bir hikâyedir. Gerçektir. Hatta fazlası vardır, azı yoktur. Bir adım ötede failin işaret edilmesi, Kürt muhafazakâr kadının iktidar yanlısı olarak tarif edilip, kardeşlerine bu zulmü edenlerle bir tutulması ise artık sözleşmenin paçavra misali bir kenara atılması anlamına gelir. Bu kısım cüretlidir ve fakat zaten olması gerekendir. Aksinin mümkün olmadığı türdendir. Çünkü gerçektir.
Yedi düvelce bilinen sırlar
Tam "utanmaya" başlayacak oluyoruz ki yeni ve tanıdık bir duvar örülüveriyor karşımıza. "Devlet neden sır saklar? Devletlerin yanıtı kendilerini düşmandan koruma gereksinimleridir." (Mark Neocleous, Devleti Tahayyül Etmek) Bu topraklarda "devlet sırrı" kavramı sıkça zikredilir. Devlet, sözleşme ile de bağlantılı olarak her şeyi ama her şeyi "sır" olarak kategorize etme kudretine sahiptir. Acınası olan ise devlet gerçekliğinin karikatürize edilmiş hali sayılabilecek "Kurtlar Vadisi" isimli dizide uzun yıllardır toplumsal bellekte yerini muhafaza eden "İki kişinin bildiği sır, sır değildir" cümlesinin şiarlaştırılmış olmasıdır. Riyakarlık bu ya en azından milyonlarca Kürdün bildiği gerçeklere ise sır muamelesi yapılmaktan geri durulmamaktadır.
Bu dokunanı yakan meseleyi, sanatsal üretimin bir parçası haline getirdiyseniz sadece bunu söyleyerek köşenize çekilmenize izin verilmeyecektir. Bu kadar "duygudaşlık" fazladır. Hemen kullanışlı bir kurguyla öfkeden deliye dönen devletin başı okşanmalı ve sakinleşmesi sağlanmalıdır. Bu devlet sırrına ortak olmanın bir biçimidir. Bu sayede güvenli bir alan yeniden yaratılabilinecek, söylenen tüm diğer sözler devede kulak kalmaya devam edebilecektir.
Buluttan nem kapmak?
Sokağa çıkma yasakları esnasında Kürdistan’ın tamamında çok yoğun şiddet uygulandı. Yürütülen savaş tam manasıyla "kirli savaş" konseptiyle icra edildi. Devletin bu savaş esnasında Kürdün tepesinde sallanan erekte olmuş bir penis olarak tarif edilmesi mümkündür. Cinsel şiddetin tüm diğer şiddet biçimleriyle iç içe geçirildiğini hatırlamak gerekiyor. Girilen evlerde bırakılan prezervatifler, duvarlara yazılan yazılar, baharda tanga giydirme "tehdidi", "aşk bodrumda yaşanıyor" vurgusu. Bu pespayelik devletin cinselliği bir had bildirme biçimi olarak kodlayan bakış açısının doğal sonucudur. Cinsel tüm pratikler egemenin elinde bir şiddet biçimine dönüşür ve Kürdün "namusu, onuru, gururu" bu vesileyle "iki paralık" edilmeye kalkışılır. Evet, bu yapıldı. Bu gerçektir; bir o kadar onursuzluktur, zavallıcadır. İki paralık bile değildir.
Sözleşmeyi tekrar cebe koymak
Batman’da genç bir kadına tecavüz ederek ölümüne sebebiyet veren Musa Orhan isimli uzman çavuş soruşturma başında "alkollüydüm" diye ifade verip akabinde serbest bırakılmıştı. Sosyal medyada oluşan yoğun tepkilerin ardından tecavüzcü katilin tutuklanmasına karar verilse de ilk mahkemede tekrar serbest bırakılmıştı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun tecavüzcü Musa Orhan’ın tutuklanmasına yönelik sosyal medyada gelişen tepkiye karşı söylediği sözler ise hala akıllarımızda.
Bulunduğumuz noktadan Bir Başkadır’a döndüğümüzde şu soruları sormamak elde midir: Kürdistan’da veyahut da Kürdün bulunduğu toprakta gerçekleştirilen ve bizzat resmi açıklamalarla/yargı kararlarıyla aklanan tecavüz vakalarını anlatan bir dizinin yapılamayacağı/yapılsa da başına nelerin geleceğinin açık olduğu koşulda Kürde tecavüzcü rolünü giydirmek mümkün müdür? Bu, paçavra gibi bir kenara atılan sözleşmenin, yerden tekrar alınıp sol cebe konulması anlamına gelmez mi?
Ferdi Özbeğen’in 1993 tarihli albümünün adı olan "Bir Başkadır", bu haliyle bizlere 10 Şubat 1999’da söylenen "Bir başkadır benim memleketim" şarkısını da hatırlatıyor maalesef. "Kürt realitesini kabul etmeyenlerin tepesinden inmeyeceğim" diyerek resti çeken Ahmet Kaya’nın hemen ardından "ünlüler mozaiği", faşist saldırganlıklarıyla memleketlerinin başkalığından söz ediyordu. Kürtlüğüne sahip çıkana bir kez daha "tekme" atan memleket sahipleri, o dönem araları bozuk olan iki Kürdü, İbrahim Tatlıses ve Mahsun Kırmızıgül’ü de bizzat sahnede barıştırıyordu. Barış hakkının dahi Kürt olmamak kaidesine bağlandığı şu koşullarda, Kürdün; esmer, kaba, kırık Türkçe ile ve çoğu zaman hırsız, uğursuz, tecavüzcü, mafya olarak resmedilmediği sanatı üretmek mümkün değil midir? Mümkündür elbette. Türklüğün çizdiği hudutlarda kalmamak bunu sağlamaya yetecektir.
"Bu çocuk benim kardeşim değil. Ama kendisi için ağlarsam bir yabancı olmaktan çıkar." (simone de beauvoir, denemeler)