Bir müziğin halleri
Kamil ERDEM*
Türk Müziği, Klasik Türk Musikisi, Osmanlı Müziği, Osmanlı Saray Müziği, Türk Sanat Müziği, Türk Makam Müziği... Hangi müziği kastettiğimiz belli, gelgelelim hangi isimle anacağımız konusunda öneri çok, kafalar karışık. Bu müziği geçmiş yüzyıllardan bugünlere taşıyan kuşaklar "musıki" demiş geçmiş, biz mirasçılar ise hangi isim en doğrusudur, tartışır dururuz. Ancak yazı boyunca sürekli "bu müzik" diye de bahsedemeyiz; "çoktan seçmelilerden" birini işaretlemek gerekiyor. Sanki en yaygın kullanılanı hâlâ "Türk Müziği"; biz böyle diyelim, siz nasıl isterseniz öyle anlayın...
Türk Müziği’nin kökeni, bileşenleri, tarihi, evreleri üzerine ayrı ayrı yüzlerce makaleler, kitaplar yazılabilir, yazılmıştır. Biz biraz bugünkü haline bakmak istiyoruz. Bir görüşe göre Türk Müziği’nin son dönem bestecileri 19. yy sonlarıyla 20. yy başlarında doğan kuşaktır. Başka bir deyişle bu kuşak, zincirin son halkasıdır, bundan sonrakiler ise olsa olsa yeni ve farklı bir zincirin ilk halkaları olabilir. Zira Cumhuriyet döneminde, özellikle 1950’lerden sonra beste ve icra tarzı geleneksel çizgiden giderek sapmış ve artık farklı bir "yörüngeye" girilmiştir. Bu görüşün doğru olduğunu kabul edersek, ki ben ediyorum, son kuşak bestecilerimiz artık yaşamadığına göre Türk Müziği bitmiştir diyebilir miyiz?
Bir kere, bir müzik türü bestelenmediği zaman değil, çalınmadığı zaman biter. Örnek çoktur. Bach’ın ölümü (1750), Barok Müzik döneminin sonu kabul edilir. Ama barok müzik hala dünyanın en saygın orkestraları ve solistlerince icra ediliyor, hakkıyla icra edildiği sürece de yaşayacaktır. Peki Türk Müziği "hakkıyla icra edilme" bakımından ne durumda?
Bireysel olarak bakıldığında elbette iyi, çok iyi, olağanüstü iyi müzisyenler her zaman ve her koşulda ortaya çıkabilir. Ancak icra tarzı ve düzeyinin genel durumunu anlayabilmemiz için kurumsal yapılara bakmamız gerekir. Bu bakımdan etkileri, imkanları, bütçeleri ve kadrolarıyla iki kurumun öne çıktığını görüyoruz: TRT ve Kültür Bakanlığı.
TRT, Nereden Nereye!
Aslında TRT’nin Türk Müziği’ndeki varlığı ve etkisi TRT’den daha eskidir, zira 1964’te kurulan TRT’den önce kurumun temelini teşkil eden İstanbul ve Ankara radyoları bünyesinde Türk Müziği sanatçılarına kadro verilmeye başlanmıştı. "Radyo sanatçılığı" hala kullanılagelen bir deyimdir. O zamanlar henüz Türk Müziği konservatuvarları da açılmamış olduğundan İstanbul ve Ankara radyoları aynı zamanda bir okul işlevi görmüş, çok ciddi sınavlar, çok ciddi staj dönemlerinden sonra hem Türk Müziği nazariyatına vakıf, hem sazında ustalaşmış, işinin ehli müzisyenler yetişmesinde öncü rol oynamıştır. Söylediklerimin somut kanıtı mevcuttur, dileyen 1950’li, 60’lı yılların kayıtlarını dinleyebilir. Türk Müziği’nin hemen hemen tüm kalburüstü isimlerinin TRT, daha doğrusu "radyo tedrisi"nden geçmişliği vardır. Mesela Zeki Müren; İstanbul Radyosu’na 1950’de sınavla girmiştir. Sınav kurulundan birkaç isim sayalım; jüri üyeleri arasında Münir Nurettin Selçuk, Refik Fersan, eşlik heyetinde ise Yorgo Bacanos bulunmaktadır.
İşte böyle sağlam isimlerle sanatçılarını seçip, yetkin hocalarla eğitimlerini ve deneyim kazanmalarını sağlayan kurumun son 20-30 yılda geldiği durum ise vahimdir, hazindir. Yıllar içinde vuku bulan adeta bir "tersine evrim"le tv’de kitsch dekorlar, rüküş kıyafetler eşliğinde bol sazlı bir kakofoni "Türk Müziği" diye çalınıp söyleniyor, bizler de bir kurumun kendi eserini baltalaya baltalaya nasıl yerle yeksan ettiğini izliyoruz. Gerekçe "halkın beğenisine" hitap etmek olsa gerektir, feda edilense onyılların emeği, yüzyılların kültürüdür. Bunda tv’nin, yani görselliğin olumsuz etkisi var mıdır? Olabilir, ve ayrıca üzerinde durmak gerekir. Lakin müzikten ziyade sosyolojinin inceleme alanına girebilecek başka etkenleri de göz ardı etmemek gerekir.
Netice itibariyle Münir Nurettin Selçuk’la, Refik Fersan’la çıkılan yoldan sapıla sapıla "On Numara Akşam Sefası"na varılmıştır. Sevenlere sefa ola, bize numarası belirsiz bir cefadır!
Gelenekten Gelen "Maestro"lar!
Gelelim Kültür Bakanlığı topluluklarına. Ama önce gözünüzü kapayın ve bir sahne tahayyül edin. Büyük, geniş bir sahne, sayıları 50-60 kadar hanende ve sazende yerlerini almış. Derken sahnenin sağ ya da sol köşesinden Hammamizade İsmail Dede Efendi zuhur ediyor. Ağır adımlarla sahnenin ortasına ilerleyip seyirciyi selamlıyor. Sonra dönüp şef platformuna çıkıyor ve elde değnek, "koroyu" yönetmeye başlıyor. Ne o, niye gülüyorsunuz? Geleneği yaşatmak adına kurulan Devlet Klasik Türk Müziği Koroları’nda yıllardır bu görüntü sahnelenmekteyken de gülüyor muydunuz?
Bir kere, geleneği yansıtsın diye kurduğunuz topluluğa "koro" demek neyin nesidir? "Koro" mudur gelenek? Bu müziği 60 kişiyle icra etmek gelenek gereği midir? Onca müzisyen, bir uçtan bir uca 20-30 metreye yayılıp nasıl mızrap-yay-ses birlikteliği sağlayacaklardır? Cevap: Şef marifetiyle! Peki şef geleneğin neresindedir? Bu yapıyla ortaya çıkan ses iri, fazlasıyla rafine, yapay ve ruhsuz olacaktır; kadronuzda nitelikli ses ve saz sanatçılarınız bulunsa da.
Üçü Bir Yerde: Aynı Şehirde Üç Topluluk!
Devlet Klasik Türk Müziği Koroları’nın ilki, 1975’te kurulan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’dur (sonradan Cumhurbaşkanlığı adını almıştır). Kuruluş amacı "Türk Musikisi’ni en üst düzeyde temsil etmek" olarak belirtiliyor; alıntı Kültür Bakanlığı’nın resmi sitesinden. Biz de iddia ederiz ki, neredeyse senfoni orkestrası büyüklüğünde topluluklarla Türk müziği "en üst düzeyde temsil" olunamaz! Üstelik iddiamıza ispat da isnat da hiç uzaklarda değil, gene Kültür Bakanlığı’nın resmi sitesinde!
Şöyle ki; Bakanlık 1987’de İstanbul’da bir topluluk daha kuruyor: "İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu"... Bakın, kuruluş amacında ne diyor: "... Türk Müziği’ni geleneksel icraya uygun şekilde küçük gruplar ile icra etmek amacıyla kurulmuştur"..!
Evet, meğerse neymiş? Geleneksel icraya uygun olanı küçük grupmuş... Peki ya geleneğin bu olduğu biline biline o devasa korolar niçin kuruldu? Bitmedi, 2008’de bir topluluk daha kuruluyor; bu da "İstanbul Devlet Türk Müziği Araştırma ve Uygulama Topluluğu"... "Türk Müziği’nin târihi seyri içerisinde gelenekten gelen icrâ tavrına bağlı kalarak" etkinliklerini sürdürüyormuş! Bir öncekinden farkını anlayabildiniz mi? Aynı kurum, aynı şehirde, aynı müzik türünde üçüncü bir topluluk kurmuş oluyor! Burada müzikal bir gereklilik, rasyonal bir sebep olabileceğine kimse kimseyi ikna edebilir mi? Fazlaca "şişen" koroyu küçültme hamleleri midir, yoksa o koroda çala çala "şişen" bazılarının "ikna gücüyle" yeni ve küçük bir topluluk kurdurmaları mıdır, bilemeyiz. Ama elbet vardır bir bildikleri, bizim de elbet vardır bir bilmediğimiz!
Şimdi tekrar başa dönelim... Itri’lerin, Hammamizade’lerin, Arif’lerin, Cemil’lerin ama aynı zamanda Yorgo’ların, Aleko’ların, Hrant’ların, Serkis’lerin köke kökene bakmadan yüzyıllar içinde ilmek ilmek dokuyarak, ince ince damıtarak meydana getirdiği bu nadide mirası, kültür sanat politikaları adı altında bir yandan bu müziğin doğasına aykırı irilikte topluluklara çaldırarak, diğer yandan "halkın beğenisine" uyduruyoruz bahanesiyle zevk aşağılığının diplerini boylayarak bir takım "reformasyon" zorlamalarına girişirseniz, bir gün bir de dönüp bakarsınız ki elde hazin bir "deformasyon" kalmış...
Buyrun, buna artık ne isim verirseniz verin, nasıl anarsanız anın ve güle güle kullanın!
* Müzisyen