Bir profesörün Corona kapma öyküsü
Prof. Dr. İbrahim AKKURT*
Doktorlar dahil tüm sağlıkçıların Coronası "geliyoruumm!" diye bağıra bağıra gelir.
Sağlıkçı da belanın gelmekte olduğunu bilir, kaçmaya çalışır, ama an gelir ki kaçacak mecali kalmaz ve yakalanır… Diğer meslek mensuplarının eften-püften tanılarla aylarca gitmedikleri işlerine sağlıkçı ölümcül hastalıklarına rağmen gider, çalışmak zorunda bırakılır. Kendi başına işinden ayrılması bile yasaklanır. Böylece "Covid-19 sağlıkçı için yaptığı işiyle ilgili bir meslek hastalığıdır" gerçeğiyle karşı karşıya gelir ve onu bile belgelendirmesi engellenir. Burada kendi özelimden bir özetleme yapmak istiyorum, çok uzatmadan…
Corona belasının Covid-19 olarak isimlendirilip Çin’den tüm dünyaya yayılmasının ardından Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak tanımlandığı gün ülkemizdeki ilk vaka açıklandı. Peşinden, bünyelerinde konuyla ilgili 3 branştan 2’sinin olduğu nerdeyse tüm özel/kamu hastaneleri pandemi hastanesi olarak ilan edildi.
Çalıştığım hastanede yaptığımız ilk toplantıda öncelikle tanımlanan risk grubunda olduğum için (diyabetliyim, bağışıklığı baskılayıcı ilaç -Kortizon ve Metotroksat- kullanan biriyim), aynı günlerde cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle çalışmasının sakıncalı olduğu kişilerden biri olduğumu, 2-3 aylık bir müsaade istediğimi belirttim. Fakat bu talebim uygun bulunmadı çünkü hastanede branşımda tek hekimdim, savaştan kaçamazdım…
Hemen gerekli alt yapı değişikliklerini yaptırıp 7/24 acil-konsültasyonlar-servis-poliklinik çalışma tempomu dörde katlanacak hale getirdim. Evet, kendim öyle yaptım…
Ve Coronalı ilk hastamla bir cumartesi günü poliklinik koşullarında karşılaştım: Ayrıntılı muayenemde kuvvetle şüphelenmiş ve bu yönde tetkiklerini istemiştim. Sonuçlar hastamın dört dörtlük bir Covid-19 zatürresi olduğunu, hem de oldukça yaygın, solunum yetmezliği gelişmeye eğilimli olduğunu gösteriyordu.
Ve ben o zamanlar daha henüz gardımı bile almamıştım: Muayene sırasında maske bile taktığımı hatırlamıyorum, bende koruyucu önlük, siperlik vs. yoktu… Hastane idaresince oluşturduğumuz Covid-19 servisime hastamı yatırdım, gerekli tanı ve tedavilerimi verdim.
Peşinden eşime telefon ettim, büyük bir olasılıkla enfekte olduğumu, eve virüs taşıma riskim nedeniyle en az on gün eve gelemeyeceğimi, bana bu süre içinde hastanede kalabilmem için gerekli şeyleri koyacakları bir bavul hazırlayıp taksiyle hastaneye getirmelerini, eve dönüşü otoparktan alacakları arabamızla yapabileceklerini söyledim. İdare tarafından bana katta bir hasta odası hazırlandı ve ben gerçek anlamda 7/24 hastane hizmetine, Covid takibine başladım.
Acil servise gecenin bir yarısında gelen şüpheli tüm hastaları görüyordum.
Oldukça genç, dinamik, entelektüel olan hastama da günde en az iki defa yaptığım korumalı vizitlerde 34 yıllık bir hekim olarak kabaca en az yüz elli bin hasta gördüğümü, ama kendisinin Coronalı ilk hastam olduğunu, kendisini bu nedenle Corona öğretmenim olarak kabul ettiğimi, beraber bu zor günleri aşacağımızı sürekli ifade etmeye çalışıyordum.
Bu süre içinde her boş zamanımda dünyadaki literatürü takip ediyor, Sağlık Bakanlığının hazırladığı rehberlerden hekimlik mantığıma uyanları pratiğe dönüştürüyordum.
Peşinden Covid hastaları yağmaya başladı, servis tam doldu…
Ben gerçekten virüsü kaptım mı? İlk testimi dördüncü günün sonunda yaptırdım ve negatif geldi… Üç gün arayla olan ikinci testim de negatif gelince artık kendimi hastaneden azat ettim, eşim ve kızım akşam mesaim sonrası taburcu oluyorum diye almaya geldiler beni…
Yine de, aynı izolasyon koşullarını evde de uyguladım: Ayrı oda, mesafeye dikkat, ayrı alanda yeme içme ve maske…
Cumartesi-pazar dahil bu tempom 7/24 olarak Mayıs’ın ikinci yarısına kadar devam etti. Fakat tek başıma iki ay boyunca yaptığım bu mücadelede tükenmekte olduğumu hissetmeye başladım; yalnız olduğumda günde birkaç sefer yukarılarda bir noktaya bakıp "Yoruldum be sahip!" diye içimden geçirdiğimi anımsıyorum. Seksen küsurluk anam-babamı artık ziyaret etmiyordum, anam günde en az iki defa iyi olup olmadığımı öğrenmek için bana telefon viziti yapıyordu. Evdekileri korumak için haftada bir test yaptırıyordum ve evde aynı izolasyon-maske tedbirlerine devam ediyordum.
Bu dönemde bu kadar virüs yüküne maruz kalışım henüz beni hastalandırmamıştı ama, ben farkına varmadan hastalığı kapmış olabilir miydim?
Bunun için bir koruma bariyerim oluşmuş mu diye antikorlarıma baktırmak istedim. Antikor tayini kanda yapılacağı için arkadaşlara şeker dahil genel biyokimya vb. tetkikler için de kan almalarını istedim. Peşinden, iki saat sonra iki kötü haber aldım:
- Antikorlarım negatif yani ben hâlâ sterilim, enfekte olmaya adayım…
- İkinci haber daha da kötü, telefonla acilen laboratuvardan arandım, "Hocam şekeriniz panik değerde: 640 !!!"
Hiç oralı olmadım çünkü evde yaptığım sabah kahvaltımdaki pisboğazımın etkisiydi muhtemelen, klinik olarak iyiydim… Ancak, ertesi gün HbA1C’min 12.4’lerde olması ve biyokimyasal bir sürü ıvır zıvır nedeniyle endokrinolog arkadaşım günde 4 insülin, bir sürü ilaç vs. verdi.
"Keşke birkaç gün yatırarak izlesem" demesini duymazdan geldim.
Sağlığımla ilgili bardağı taşıran sondan önceki damla, bende oluşan 6-7 şiddetinde bir depremle zuhur etti: Kalbimde ortaya çıkan şiddetli bir ritim bozukluğu (PAF) ve 18’lere varan tansiyonla gecenin bir yarısı hastaneye gitmek, o geceyi hastanede geçirmek zorunda kaldım…
Anjiyo temiz çıkıp da, arkadaşlarımın ilaca başlatarak "Stresini azalt hocam" sözlerine ve ev ahalimin "Ya uzun süreli izne ayrıl ya da istifa et" gibi yoğun baskılarıyla Mayıs’ın son haftasında bunu hastane idaresiyle konuştum. Covid servisimi boşalttım, "2 ay izin çok fazla hocam bunu 2 hafta yapalım" söylemi üzerine tek cümlelik istifa dilekçemi verdim. Sağlık Bakanlığının "Sağlık personelinin istifa yasağının kalkması" tarihinde ayrılmak üzere son randevulu hastalarımı bakmaya devam ettim.
İşte tam da bu günlerde yani Mayıs’ın 28/29’unda bir karı koca hastamın aynı anda odama muayeneye gelmeleri, ayrıntılı muayene için on beşer dakikadan yarım saat kalmaları, maskelerini sürekli çıkarma eğiliminde olmaları… tetkiklerini istediğimde de, "Hocam Corona testimizi de istemeniz mümkün mü? Geçen hafta bir taziyeye gittik, meğer Corona’dan ölmüş, orada birçok kişiyle sarılıp öpüştük, önceki gün biraz ateşimiz de oldu…" demeleri başımdan kaynar sular dökülmesine sebep oldu…
Ertesi gün kadın hastamın, bir sonraki gün de eşinin PCR testlerinin pozitif olduğu bana bildirildi. Ve üçüncü günün sonunda evde maskeyle otururken titrediğimi, üşüdüğümü, dökülmeye başladığımı hissettim; ateşim 38 idi… Küçük kızım, Doğa’ma beni yine hastaneye götürmesini söyledim. Arabada giderken "Bu sefer kesin ayvayı yedim de, acaba İbn-i Sina’ya mı yatsam, Hacettepe’ye mi" diye geçiriyordum. Ama ilginç olarak, tüm tetkiklerim normale yakın sınırlarda çıktı. Takılan serumla da kendime gelmiştim. Yine de ayaktan tedavi şeklinde bir şeyler yazdırarak eve döndüm.
Ertesi gün istifa işlerimle, randevulu hastalarımla korumalı olarak ilgilendim. Fakat çok da iyi değildim, aldığım ilaçlara rağmen ateş, kırgınlık, halsizlik vardı; kolumu kaldıramayacak derecede lime lime dökülüyordum…
Saat 18.30 gibi Sağlık Bakanlığı tarafından arandım: Bingo!!!
"PCR testiniz pozitif. Sizi hastaneye götürmek için ambülans mı gönderelim, yoksa…"
*Göğüs Hastalıkları Uzmanı
Forum’da geçtiğimiz günlerde iki yazısı çıkan Av. Sabit Ataç’ın sözünü ettiği profesör.