Boğaziçi '70'lerin ruhu'nu çağırıyor
Rektör niyetine kayyım atanması karşısında öğrenci ve akademisyenlerin direnişi, Boğaziçi Üniversitesi’ni akademik çerçeveden çıkarıp demokrasi tartışmalarının merkezine oturttu.
Her ne kadar sorunu kayyım rektörün istifasıyla ve karşılıklı anlayış içinde çözülebilecek akademik bir sorun olarak sunmak ve sınırlamak isteyenler "çok" olsa da bir çok sorun gibi bu da ülkemizdeki demokrasi sorununun ve dolayısıyla demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Bu yüzdendir ki, öğrencilerin bu direnişi, hemen her kesim tarafından benimsenip desteklenir hale gelmiştir.
Bunu ilk farkeden, her zamanki gibi iktidar-AKP-RTE oldu ve tavrını da bu doğrultuda şekillendirdi. Yapılanlar mevcut düzene başkaldırmaktı, yasadışıydı, bir an önce ezilmeliydi. İktidar tüm güvenlik aygıtıyla, devlet kurumlarıyla, iletişim araçlarıyla, trolleriyle, moda deyimle ifade edersek, "orantısız" bir saldırı başlatmıştır. Amaç, öğrenci ve akademisyenlerin direnişini daha fazla yayılıp güçlenmeden ezmektir.
İktidarın bu direnişi, görüşme-uzlaşma-anlaşma gibi yöntemlerle "bitirme" gibi bir hedefi yoktur, hedef bu direnişi "emsal" teşkil edecek şekilde ezmektir. Bunu vurgulamak gerekiyor, çünkü iktidarın şu veya bu etkenlerle (AB-ABD baskısı, ekonomik çıkmaz, teşhir olma vb. gibi) direniş karşısında geri adım atacağı, anlaşma-uzlaşma yollarını arayacağı türünden beklenti ve hayallere kapılmak "lüks"tür artık.
"Gezi" süreci iktidarın nasıl bir görüşme-uzlaşma anlayışına sahip olduğunu ortaya koymuştur.
Buradan yeterince ders çıkarılmış olması gerekir.
Bu direnişin belli kazanımlar elde etmesi isteniyorsa, bunu isteyen her kişi, her kesim bir şeyler yapmak zorundadır. Boğaziçi direnişi, ancak bu şekilde hak ve özgürlükler için, adalet için yürütülecek bir demokrasi mücadelesinin kıvılcımı haline getirilebilir.
Eğer her kesimden Boğaziçi direnişine ses verilmez ve kendi alanında hak ve özgürlük istemlerini yükseltmezse bir direniş daha sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
Bugünü Anlamak 1970’li Yılları Kavramakla Mümkündür.
1970’li yıllarda birer muhalefet odağı olan üniversitelerin-öğrenci yurtlarının sivil faşistler eliyle nasıl işgal edildiği, gençliğin akademik-demokratik mücadelesinin nasıl ve hangi yöntemlerle engellenmeye çalışıldığı, 12 Eylül’ün "anarşi-terör, sağ-sol çatışması" demagojilerinden arınmış bir kafa yapısıyla, tarihsel bir ders olarak incelenmelidir. Bugünkü iktidar da aynı yöntemleri kullanarak gençliği üniversite dışına atıp etkisizleştirmeye, üniversiteleri her yönüyle kendi denetimi altına almaya çalışmaktadır.
Öncelikle üniversite-yurt yönetimleri (atama vb. ile) ele geçirilmeye, olmadı baskı altına alınmaya çalışılmış ve can güvenliği gerekçesiyle okullara-yurtlara özel polis birlikleri (MHP’li polislerden kurulmuş "Merasim Birliği" gibi) yerleştirilmiştir.
Sonrasında, bu özel polis birliklerinin desteğiyle hedef alınan okul ve yurtlara güç yığılması ve ilericidemokrat-sol görüşlü (öncelikle de önder konumdaki) öğrencilerin okullardan temizlenmesine sıra gelmiştir.
Bir yandan sahte kimliklerle okulla-öğrencilikle ilgisi olmayan faşist kadrolar okullara doldurulurken diğer yandan da faşist terör ve baskı yöntemleriyle öğrencilerin sindirilmesi çabalarına hız verilmiş ve yüzlerce ilerici-devrimci öğrenci okullardan-yurtlardan atılmış, önder konumda olanlar ise çoğu kez polislerle işbirliği içinde katledilmiştir. Bu faşist terörden öğretim üyeleri de nasibini almış ve bu dönemde ilerici-demokrat nitelikli onlarca öğretim üyesi faşist kurşunların hedefi olmuş, öldürülüp sakat bırakılmışlardır.
Öyle bir dönem gelmiştir ki artık okulların çoğunda bir avuç faşist militan dışında iki elin parmaklarını geçmeyen öğrenci kitlesi kalmıştır. 1975 ve özellikle de 1976-1977 yıllarında okul ve yurtlardaki manzara bu şekildedir.
1977-78 öğretim dönemi bir dönüm noktasıdır. Özellikle İstanbul’da DEV-GENÇ’in kararıyla okullardaki faşist işgallerin kırılması çalışmaları başlatılmıştır. Kaç kişi olunursa olunsun işgal altındaki her okula gidilecek ve faşist işgale karşı eğitim-öğrenim özgürlüğü savunulacaktır. Dışardan kadrolarla okullardaki işgallerini sürdüren faşistler, polislerin de olanca desteğine karşın, bir süre sonra DEV-GENÇ militanlarının kararlılığı karşısında dayanamamış ve okullar tek tek faşist işgalcilerden temizlenmeye başlamıştır. Devlet-sivil faşist ortaklığıyla gerçekleştirilen 16 Mart katliamı, 7 öğrencinin katledildiği, onlarca öğrencinin yaralandığı kanlı bir gün olarak tarihe geçmiştir ama aynı zamanda üniversitelerdeki faşist işgallerin de sonunu simgelemektedir. 16 Mart katliamı faşistlerin son çırpınışları olmuş, sonrasında tüm okullarda faşist işgallere son verilmiş, eğitim-öğretim özgürlüğü sağlanmıştır. Bugün de iktidar bir yandan polis terörüyle öğrencileri yıldırmaya çalışırken diğer yandan işbirlikçilerini yaratma çalışmalarına da hız vermiştir. Melih Bulu’ya ve polise destek olmak üzere işbirlikçilerin önü açılmak istenmektedir. B.Ü’ne Hukuk ve İletişim Fakülteleri açılması kararı bu amaca yöneliktir. Bu fakültelere yerleştirilecek "öğretim" üyesi etiketli kadrolar ve seçme "öğrenci"lerle okulda kendi taraflarını yaratıp bu taraflar üzerinden okulu temizleme çalışmalarına hız vereceklerdir.
Bu yöntemlerle boşaltılacak B.Ü’yü sonrasında "kupon arazi" olarak mı, "saray" olarak mı değerlendirecekleri artık reisin takdirine kalmıştır. Eğitim-öğretim derseniz, onun için imamhatiplerden fazlasına gerek yok zaten.
Diktatörlükten Kurtulmak Tüm Türkiye’nin Boğaziçi Olmasıyla Mümkündür.
İktidarın Boğaziçi öğrenci ve akademisyenlerini tüm Türkiye ile, muhalefetin ise öğrencileri aileleri ile karşı karşıya getirip direnişi bitirmeye çalıştığı bir dönemde bu direnişe sahip çıkmak, bırakalım demokratlığı-ilericiliği, bir insan olarak herkesin görevi olmalıdır.
BÜ’deki direniş, demokrasi mücadelesi açısından bir kıvılcım olabilir, bunun için de toplumun her kesiminin kendi demokratik talepleriyle, hak-özgürlük ve adalet arayışlarıyla seslerini yükseltmesi gerekir demiştik.
Üniversitelerde, "Özerk-Demokratik Üniversite" acil ve temel bir taleptir; bu talebi sesli olarak dile getirmek gerekir. Öncelikle de üniversitelerden bu ses yükselmek zorundadır.
İfade ve düşünce özgürlüğü, tüm insanlarımız için temel ve acil bir taleptir; başta aydınlar olmak üzere herkes bu talebi sahiplenmelidir ve aydınlar, herkesten daha fazla "risk alabilme"nin tarihsel misyonlarının bir gereği olduğunu artık hatırlamak zorundadır.
Örgütlenmek temel insan haklarından biridir, bu hakkı kullanmak, hayatın her alanında temel talepler etrafında örgütlenmek bugün baskı ve zulme karşı çıkmanın, mücadele etmenin ilk koşullarından biridir.
Başta işçi-memur sendikaları olmak üzere tüm demokratik kitle örgütleri, kendi ekonomikdemokratik-akademik sorunlarının darlığından kurtulup genel demokrasi mücadelesinin aktif bir parçası olmayı gündemlerine almalıdır.
Demokrasi mücadelesinde atılan her ileri adım, her kazanım Kürt halkının ulusal mücadelesinde de bir adım ve kazanım anlamına gelir. Bu anlamda yukarıdaki her talep ve elde edilecek her kazanım Kürt Halkının da talebi ve kazanımıdır. Bu mücadeleyi ulusal veya başka bir takım gerekçelerle belli sınırlar içine hapsetmeye çalışmak da, bu sınırlar içinde görmeye-göstermeye çalışmak da demokrasi mücadelesine zarar vermekten, geriletmekten başka bir sonuç vermez.
Bir diğer olgu da her dönem mücadelenin karşısına çıkan "provokasyon" teorileridir. Bu teori sahiplerine kalırsa, iktidarın her adımı insanları kışkırtıp olay çıkartmaya ve başkaldıranı ezmeye yöneliktir. "Bu provokasyonlara gelip kendimizi ezdirmenin gereği yoktur. Bırakın ne istiyorlarsa yapsınlar, zaten bunlar son çırpınışlarıdır, ilk seçimde gidecekler, kendiliğinden gitmezlerse de ekonomik iflas veya uluslararası güç dengeleri nedeniyle gitmek zorunda kalacaklardır."
Ya sonra? Sonrası yoktur bunlarda. Sonrası artık Allah (veya uluslararası güç dengeleri) ne verdiyse.
Eee, bunları da onlar vermemiş miydi zaten? Yani tekrar başa dön…
Böyle bir kısır döngüye mahkum ve mecbur değiliz.
Mücadelenin her türlüsünde, her alanında oldukça zengin bir geçmişe ve tarihsel tecrübelere sahibiz.
12 Eylül’den beri bizleri bu geçmişten koparmak, unutturmak için her türlü yöntemi uyguladılar.
Tarihi yeniden yazmaktan tutun da geçmişinde "sol" bir dönem olan döneklere kadar her şeyi, herkesi kullandılar ama olmadı, olmuyor.
Boğaziçi 70’lerde apolitik yönüyle bilinen bir okuldu ve politikleşmenin alt düzeylerde seyretmesi nedeniyle faşist işgallerin getirdiği o zorlu sürecin bir parça dışında kalmıştır. Ancak tarihin garip bir cilvesiyle Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bugünkü direniş bizlere "70’lerin ruhu"nu çağrıştırıyor.
Bu "ruh" tüm Türkiye’ye yayıldığında ne iktidarın, ne muhalefetin ne de "uluslararası güç dengeleri"nin bir önemi kalacaktır. Ülkede her şeyin yeniden tanımlanması ve insana yaraşır bir şekilde yeniden kurulması mücadelesinde böyle bir "ruh"a ihtiyacımız var.