Diyarbekir’den Basel’e kimya olup susmak

Diyarbekir’den Basel’e kimya olup susmak
Burada, bu iç ülkede, diken kanata kanata kırılıyor, gül ağlaya ağlaya seviliyor. Her hayal, uzak bir diyarın üzerine doğru göçüyor Diyarbekir’den.

Mazlum ÇETİNKAYA


Yoksulluk, git gide artan ekmek arayışı, bulunduğun yerden nefret etmek duygusu, içe kapanmak, arzunu yitirmek korkusu…

İnsanın karanlıkta aydınlığı beklerken ki son halleridir bunlar. Yani, karanlıktaki insanın kendi kendinden kopuş hali. 

Umutsuzluğun yeşerdiği toprak. Diyabekir’den doğru yol alırken, "bir iç ülkeden bir dış ülkeye" doğru yani, yoksulluğun paydasını düşündüm. Burada her şeyin paydası yarım, aşkların, yolların, anlatıların, acıların paydası yarım.

Ekmek, çocukların boğazındaki düğüm gibi burada. Akşam olunca eski ışıklar da yok artık, daha da karanlık sokak, sokaktaki insan daha da umutsuz. Bunun verdiği bir sessizlik. Yüz insandan doksanı gülmeyi unutmuş. Kendimin farkına vardım ki ben de yıllardır gülmüyormuşum meğer. 

Gülmek nedir dedim Edip abi, içimden…

Burada, bu iç ülkede, diken kanata kanata kırılıyor, gül ağlaya ağlaya seviliyor. Her hayal, uzak bir diyarın üzerine doğru göçüyor Diyarbekir’den.

Hepimizi sonunda toprak alıyor. Da bazı halklar bazı halklar kadar dışarıdan görülmüyor, iç ülke halklarının acıları da içtedir, yoksullukları da, aşkları da… 

Hele bir de sevdiğinin yakası kırılmışsa içinde, yaka, ikinci el bir güldür, yanık bir güldür, akşamüstü sokağa terkedilen bir gül…

Bakıyorum da sadece içinde hüzün var bu kentin, eski bir aşkın kırılmış dudakları var, antika bir silahın kabzasında unutulan… 

Bu dudaklar ki ömrünü üstüne düşmüş bir dala veriyorlar. Sokak sarılır sonra, tanımadığın bir sokak sarılır sana, kırdığın dudaklara, bavulun hüznüne. Tanımadığın bir rüzgâr, üstüne düşmüş bir dal sarılır. Her buradan geçen kendisinden bir suç arar sanki…

Anıların, kırdığın, unuttuğun hatıraların ıslanacak. Sen, toprağın, yağmurun, anıların bir parçası olurken yavaş yavaş, senden kalan bu kent yoğrulacak iyice yoksulluğun ağzında. İçinde unuttuğun horozlu ayna kırılacak sabaha karşı, bir yoksulluk…

Sonra bu yoksulluklar, bu unutulan dil bir sancı gibi senden kopup toprağa karışacak…

Sonra o üç kuruş ekmek olan çocuklar, başını gökyüzüne doğru kaldırıp güneşin alnına özgürlüğü haykıracaklar. 

Şimdi burada ekmek çocukların boğazındaki sevinç gibi, ekmek çocukların boğazındaki düğüm gibi. 

İnsan gittiği her yere kendini götürür de, peki kaderini niye götürür her gittiği yere. Anılarını, acılarını, hayallerini niye götürür!

Bu Diyarbekir yolculuğumda, insanların birbirlerinin gözlerine bakarken, konuşurken yahut susarken eski heyecanını yitirmişler gibi. Yıllar önce bu kente geldiğimde susmak bile içinde başka bir heyecan taşıyordu…

Kimya diye bir bilim dalı vardır, çoğumuz biliriz.

Maddelerin ana yapılarını, bileşimlerini, dönüşümlerini ve bunlarla ilgili çözümleme, bireşim ve üretim yöntemlerini konu alan bilim dalıdır.

Kimyasal bir dönüşüm gibi sanki bura her şey, eski heyecan yerini bir sessizliğe bırakmış gibi. Yılların verdiği savaş yorgunluğu ve yoksulluk bu kenti, bu iç ülkeyi kimyasal bir yıkıma götürmüş gibi. 

Toplumların kimyasal bozuluşu ise daha ağır travmalarla olarak ortaya çıkar. 

Karşısındakinin bedeni, bir şekilde, kimyasal bir dengede işlerken, söylem ve eylemleriyle bu dengeyi bozarak, onu istem dışı, kontrolsüz, dizginlenmemiş, bilinçaltı-bilinçdışı, manasız, vb söz ve hareketlere sevk etmektir.

Bu kimyasal yıkımın sonucu ortaya çıkan söz ve hareketler, insanı bir şekilde gittiği her yere kendi kaderini de, tarzını da, yaşam biçimini de, acısını da sürükleyerek götürmesine yol açar.

Dedim ya bir yolculuk başka bir yolculuğu çağrıştırdı. 

Yine sanırım beş altı yıl kadar önceydi, uçakta İsviçre’nin Basel Havaalanı'na inerken, seyahat ettiğim uçaktaki yan koltuğumda oturan iki yolcu (sanırım Dersimli idiler)dan biri ötekine, İsviçre’nin o muhteşem ormanlarını ve dağlarını görünce; "waaay heval burada ne gerilla mücadelesi verilir yav" dediğinde, içimden, kendi kendime işte bizim dağ ve orman tanımımız, savaşın insanımızdaki doğaya dair kimyasal dağılışı! Oysa dağ ve orman bir huzur insana verir normal koşullarda, ama yılların savaş koşulları insanımıza dağ ve ormanı nasıl tarif ettiriyor!

Oysa bu insanlar onca acıyı yaşamasalardı her şeyi geride bırakabilirlerdi herkes gibi. 

Bunca yıkım, göç, savaş, ölüm olmasaydı, onlar da dağları yeryüzünün bir huzuru gibi görebilirlerdi.

Bunca acıyı yaşamasalardı. Onlar da acılarını katlayıp yüreğine iliştirip her gittikleri yere götürmeyebilirlerdi.

Aşklarına, umutlarına, inançlarına, sevdiklerine bir tabela kadar değer verilip kurşunlar sıkılmasaydı, bu iç ülkenin insanı da aşklarını yakasına iliştirip gittikleri her yere götürmezlerdi…

Bu halk da bir gün; sevdiklerine, anılarına, acılarına, aşklarına bir kimya gibi sarılacak, boyunu biraz kısaltabilirsek bu zulmün ve yoksulluğun…

Arka koltukların birindeyim ve yol başlıyor yine Diyarbekir’den, hepimiz bir kimya olup susuyoruz.

Öne Çıkanlar