Ekonomide dönel ahmaklık
Josef H. KILÇIKSIZ
"İnsan bazen özgür, bazen köle olamaz; insan, her zaman ya tam özgürdür ya da değildir." diyor Sartre. Fakat Türkiye gerçekliği Sartre’yi yalanlamaktadır.
Çünkü Türkiye’de insanlar, özgürlüğün beraberinde getirdiği sorumluluk fikri ile alakası olmayan biçimde yaşıyorlar. Çünkü Türkiye, dolar kuru arttıkça kendilerini aynı anda hem daha özgür hem daha köle hisseden insanların, başkalarının diğerlerini kendi özgürlüğüne yönelmiş bir tehdit olarak görenlerin ülkesidir.
Ekonomi ile ilgili gelişmeleri kapitalist aklın sınırları içinde ele almaya çalışalım.
Türkiye tarım ve sanayi üretimini sürekli azaltan bir rota izledi. Hizmet ve beyaz yakalılar sektörü arttı. Ülke, yanlış politikalar yüzünden, tarım ürünlerinde ithalatçı durumuna düşürüldü. Ekonomik bağımsızlığın sembolü birçok kamu kuruluşu özelleştirilerek yağmalandı. Gerçi özelleştirilmeden önce de yağmalanıyordu.
Bütçe disiplini giderek kayboldu. Giderek şişen harcamalarıyla İçişleri ve Diyanet bütçesi birbiriyle yarışıyor. Bu durum, Türkiye’nin din sömürüsü odaklı güvenlikçi iktidar düzeneklerini ele veriyor. Kısacası neo liberal otoriterleşme, bakanlık ve başkanlık bütçelerindeki dağılımlara da yansıdı.
MB’daki rezerv çöküşü, demokrasinin son kırıntılarının da derin bir obruğa gömülmesi süreciyle paralel işliyor.
Faiz artışı sonrasında Türkiye’ye sıcak para girmeye başladı. Giren sıcak paranın on beş milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Oysa bu para yatırım için gelmedi; faiz-döviz-borsa üçgeninde tefecilik yapıp faizden kazanmak için geldi.
Daha şimdiden kredi faizlerinin yüzde yirmilere çıktığı söyleniyor. Analizciler faiz artışının süreceğini tahmin ediyor.
Aynı sonsuz ve yanıtsız soruyu bir daha tekrarlıyorum: Madem faizler arttırılacaktı, o halde dövizi baskılamak için neden döviz rezervleri eritildi. Şimdi eksi 47 Milyar dolar TCMB rezervi, yazıklar olsun başka ne diyeyim!
Üstelik madem faizleri arttıracaktınız, daha önceki Merkez Bankası başkanlarını neden görevden aldınız?
Bu kredi faizleriyle üretim yapmak mümkün değildir. Faiz sarmalının kötücül bir takım toplumsal sonuçları da olacaktır.
İflaslar ve İşsizlik daha da artacak, krediler muhtemelen geri dönmeyecek, bankacılık sektöründe batmalar olacaktır.
Faiz finansman maliyetlerini de arttırıyor. Sanayici, yatırımcı, esnaf faizlerin altında inim inim inlemeye başladı bile. Faiz firmalara ağır yük getirip zaten kötü olan istihdamı büyük olasılıkla daha da berbat hale getirecek.
Faiz arttırımıyla birlikte on kuruş gerileyen dolar akşam saatlerinde yeniden değer kazandı.
Faiz kalıcı olarak olumlanamayan bir olumlamadır. Yani olumlu etkileri kısa solukludur. Oysa hükümet ekonomiyi sadece "cateris paribus" ilkesince yönetebileceğini sanıyor.
Faiz arttırımının istenilen etkiyi yapmaması ekonomide ölümcül bir sarmala işaret ediyor.
Faiz arttırımı, enflasyonun da arttığı anlamına geliyor. Hükümetin şimdiye kadar telaffuz ettiği enflasyon rakamları, Covid-19 vaka sayıları gibi, yoksullar için ölümcül bir yalana dönüştü.
Faizlerle hız alan kamu borçlanması, "dolarlarınızı bozdurun" imdadına evrildi. Oysa ters bir dolarizasyon sürecinin başlayıp halkın yeniden TL’ye dönmesi için muhtemelen yüzde kırklar civarında bir faiz oranına ihtiyaç bulunuyor.
Demirtaş’ın, Kavala’nın vb.nin tutukluluğunun devam etmesi ile olumsuz ekonomik göstergeler arasındaki negatif diyalektiği "dünya lideri reisimiz" fark etmiyor mu? Fark etmez olur mu, tabii ki fark ediyor. Reform hamleleri yapılmayıp, Demirtaş, Kavala, gazeteciler ve birçok aydın serbest bırakılmayınca doların yükselişinin süreceğini onlar da biliyor.
Fakat, bunların halka, dışarıdan yeni bir «başarı» hikayesi sunma olanakları kalmadı. Libya, Suriye, Dağlık Karabağ, Kıbrıs-Maraş, Sudan-Savak adası, Doğu Akdeniz, Karadeniz’de gaz, paçaları çamurdaki horozla horoz dövüşü gibi olaylar, gırtlağına kadar borca batmış olan vatandaş için tılsımlı etkilerini çoktan kaybettiler.
Dış düşman anlatısından yeniden iç düşman masalına sert dönüşün reform vaadiyle çakışan zamanlaması, hükümeti derin bir ikileme soktu. Aslında AKP’nin elini kolunu daha çok MHP bağlıyor.
Erdoğan’ın MHP ile oynadığı "iktidar pokeri", kriz içinde debelenen ekonomiye olan güvensizliği daha da arttırdı.
Gerekli yapısal reformların sadece ekonomiyle sınırlı tutulabileceği yanılsaması hâkim kılınmak isteniyor. Yatırım için yaşamsal olan güven faktörü bilinçli olarak göz ardı ediliyor. Oysa olumlu bir yatırım ikliminin oluşturulması için hukuk reformu, MB’nin bağımsızlığı gibi değişkenler hayati önem arz ediyor.
Bunun yanında, çapraz denetim mekanizmaları, devlette hukuksal üstünlüğün devamlılığı, anayasal demokrasi geleneği, adil vergilendirme, sosyal devlet ilkesinin hayata geçirilmesi, kayıt dışının bitirilmesi, üretim ekonomisi, memur alımlarının durdurulması, bürokrasinin azaltılması ve hükümetlerin değişmesine bakmaksızın bürokraside liyakatin devamlılığının sağlanması, güvenlik aygıtının (polis, jandarma) politizasyonunun durdurulması, güçler ayrılığı ilkesi vb. gibi köktenci reformlar gerekiyor.
Bütün bunların başarıyla yapılabilmesi ise kaliteli bir insan malzemesine (daha entel bir deyişle, donanımlı insan sermayesine) ihtiyaç bulunuyor.
Görüldüğü üzere, laiklik ve insan malzemesi değişkenleri her şeyin kalbinde duruyor.
Muhalefetin sihirli değneği "güçlendirilmiş parlamenter sistemin" sanki kapitalizm gibi bir ekonomik paradigması olmadığı yanılsaması halka yediriliyor. Oysa bu sistem de geçmişte İMF, yüksek enflasyon ve banka sektöründeki yıkımlarla birlikte anılmış ve kötü sınavlar vermişti.
Dizginsiz rekabet ilkesi, hatırlanacağı üzere, Birinci Dünya Savaşı'na yol açtı. Ardından İkinci Dünya Savaşı, bir tür şiddet katarsisi olarak, sosyal adalet ve eşitlik sistemi için makul özlemi uyandırdı. Örneğin savaştan dönen İngiliz askerleri muzaffer General Winston Churchill'i değil de daha çok Sosyal Demokrat Clement Attlee'yi seçti.
Sadece bu deneyime olan zamansal uzaklık bile, Smithçi sekter üniversite çevrelerinden gelen dirençle birleşerek, sosyal refah devleti reformunun ana akıma girmesini on yıllar sonra mümkün kıldı. Bugün ise "ekonominin toplumsallaştırmasına" olan inanç Avrupa refah devleti kurumlarının mimarisine kazındı.
Liberal solun miti haline gelen kamulaştırma Türkiye’de, geçmişte şirketlerin içine yandaşların doldurulup arpalık olarak kullanılması, gün ışığında hırsızlık, devletin himayesinde yağma, verimliliği azalmış üretim şeklinde sonuçlar verdi. Çünkü kapitalist ekonomik paradigma içinde gerçekleşen sözde kamulaştırma emekçinin yararına bir şey değildir. Zira üretim araçlarının sahibi hâlâ kapitalist devlettir ve bu devletin temsil ettiği sınıf finans burjuvazisidir. Kapitalist devlet de temsil ettiği sınıfın çıkarlarını ve kapital birikiminin sürekliliğini sağlar.
Bu da kamulaştırmayı, keynesyen devlet kapitalizminin ideolojik bir aracı ve genel piyasa kuralının tarihsel karakteri haline getiriyor.
Kamulaştırma denen sözde muhalif tavır, açık sınırları, cinsiyet eşitliğini ve azınlıkların korunması gibi liberal değerleri temsil eden "burjuva solcusu" profiline karşılık geliyor. Çünkü kapitalist sosyallik, devrimci anti-kapitalist geleneğini, internet mağazasındaki Che Guevara gömleği gibi ucuz moda bir tavır gibi göstererek halk nezdinde aşağılamayı başardı.
"Sosyal stresler" Türkiye toplumunu öldürme ve intiharın hizmete dönüştüğü bir toplum haline getirdi. Yanlış anlaşılmasın, sosyal stres asla adaletsizlik, Demirtaş’ın ve Kavala’nın durumu, HDP’nin kapatılması tartışması, Kürt sorunu, çıplak arama, işkence, açlık grevleri gibi değişkenler yüzünden artmıyor. Çünkü Türkiye’de sadece ekonomik değişken insanların hayatının gidişatını belirliyor.
Kısacası son faiz artışları, üzerinde yürüdüğümüz zeminin ne kadar ince bir buz tabakası olduğunu gösterdi.
Ekonomide faiz sarmalıyla hızlanan serbest düşüş, Noel kontekstinde, Luka İncili’ndeki bir anlatıyla çağrışımlar kurmamı sağladı. O metinde Beytüllahim yakınlarındaki tarlada yaşayan çobanların İsa’nın doğuşunu müjdeleyen melekleri görünce çok korktukları anlatılır. Metin kelimenin tam anlamıyla "Büyük korkudan korktular" der.
İşte ekonomideki çatırtı sesleri, insanlarda, çobanların "büyük korkusunu" da aşan korkulara neden oluyor.
Ayasofya camisinin 1934 yılında müzeye dönüştürülmesi, Osmanlı ve Avrupa dünyası arasında yüzyıllar süren gerilimin ardından bir nevi "ateşkes" anlamına geliyordu. Ayasofya'nın yeniden İslamlaştırılmasıyla Erdoğan, kasıtlı olarak eski yaraları kaşımış oldu.
Kısacası Erdoğan'ın Ayasofya'yı yeniden İslamlaştırması Hristiyanlık alemi için zehirli bir eylemdi. Çünkü eski adıyla Konstantinopolis'in düşüşünün hatırası, Hıristiyanlık için açık bir yara olarak kaldı.
Tabii böyle eyleyen Reis’in bugünkü Noel dilekleri, samimiyet sınavından geçemiyor.
Noel demişken Covid-19 nedeniyle son derece sessiz bir Aralık yaşıyoruz. Dalları parlak Noel Ağacı ve etrafında şarkı söyleyen çocuklar fotoğrafı şehir merkezlerinden kayboldu.
Noel'de İsa Mesih'in doğumunu anıyoruz. Bu eşsiz ve hatta Hegel'e göre "korkunç" olayın şahsen benim için, Sandinist Devrimin rahibi Cardenal’ın yüklediği kamucu anlam kadar bir değeri vardır.
Cardenal’ın ayrıcalığı, bir devrim hükümetinde Katolik Hristiyanlık ile sosyalizm arasında görece bir düşünsel sentezi başarmış olmasında yatıyordu.
Atfettiğim bu değer, elçisi veya peygamberinin değil de Tanrı'nın kendisinin sıradan gerçekliğimizde bizden bir kişi olarak ne kadar aramızda göründüğüyle alakalıdır.
Hıristiyan iletisinin alternatif bir yorumu kendi bakış açımdan aşağıdaki gibidir:
Logos, söz, akıl, anlam ve düşünce kavramlarının tümünü kapsayan bir üst kavramdır. Herakleitos' a göre Logos, her şey değiştiği halde değişmeden kalan tek şeydir
Hristiyanlıkta "ilahi Logoslar" sadece manevi alanda kalmazlar, insan formunu alıp, savunmasız hale gelirler ve ölürler. Bu bakımdan Hıristiyan Tanrısı uzak göklerde bir münzevi olarak yaşamaz.
Tanrı, insanlara ancak bir insan olarak ulaşabilir: Bu yüzden İsa'ya bir beden atfedildi ve insana ulaşmak istiyorsa, İsa’nın açlığa, susuzluğa ve acıya katlanmak zorunda olduğu iletisi İncil’e yedirildi.
Fakat bütün bu antropomorfizme (insanlaştırma) rağmen kilisenin kan kaybı sürüyor. Kiliseyi içine düştüğü manevi krizden bence sadece sosyalizm kurtarabilir. Zira, kapitalizmin radikal anlamda sekülerleştirip, oral takıntıları olan hedonistler haline getirdiği kalabalıklar soyut bir yanılsamaya saatlerce dua etmek yerine, artık kapitalizmin hedonist oyuncaklarına sahip olmak için ömürlerince didinmeyi yeğliyorlar.
Oysa atalarımız, Homo economicus’a gelene kadar, para biriktirmek için çalışmadı, sadece para bittiğinde çalıştı.
Eşya yığılımı ilkeleri yoluyla iklim felaketini teşvik edip sosyal bağları yok eden bir sistemin neden bir tür doğal durum olarak algılandığı sorusu bu bağlamda önem kazanıyor.
Tüm kötülüklerimiz için kapitalizme nüfuz eden Hıristiyan-Yahudi geleneğini suçlayarak kolaycı bir yol seçecek değilim. Fakat kilise ve ruhban sınıfı, kapitalizmi tanrı tarafından verilmiş kökensel bir yaradılış durumu ya da bir kader olarak insanlara algılatıyor. Oysa kapitalizm 18. ve 19. yüzyılların bir icadıdır. Ruhban sınıfının, kilisenin ve ülkemizdeki Diyanetin önce kapitalist yarı-tanrılarla hesaplaşmaları gerekiyor.
Kapitalist çalışma dünyası, hayatımızın başka herhangi bir alanında iğrenç bulacağımız boyun eğme biçimlerini dayatıyor. Bir çoğumuz işsiz kalma korkusu ya da bir çeşit teolojik ahlak nedeniyle bu modern kölelik şekillerine boyun eğiyoruz.
Çünkü kendimize ve ihtiyaçlarımıza yabancılaşmış durumdayız. Bu yabancılaşmada ruhban sınıfının katkısı yabana atılamaz. Bu felç edici itaatkârlık sorgulanmazsa, "kumarhane kapitalizmi", geçici istihdam büroları, taşeron sömürüsü ve ulus ötesi şirketler 1000 yıl sonra bile hala varlıklarını sürdürmeye devam edecekler.
Post kapitalist modernitede devrimi vaaz etmeyi sürdürmek gerçek bir meydan okumaya dönüştü. Bence günümüz gerçekliği daha ziyade, old fashioned, ölçülü, komünal bir yıkıcılığı gerekli kılıyor.
Özetle şimdilik devrimden çok, aile dayanışması, sosyal hayır işleri, çevre için katılımcı topluluk faaliyetleri, kadın ve azınlık hakları, laikliğin korunması ve yaygınlaştırılması, bazı durumlarda evlerden zorunlu tahliyelere karşı eylemsellik ve çevre eylemleri gibi "yıkıcı komünallığın" çekirdeğini oluşturan pratiklere ihtiyaç bulunuyor.
Başkalarının yanında olmak, sosyal dayanışma, eşya biriktirmekten, aile bağlarını ve arkadaşlıkları geliştirmek için terfiden vazgeçmek, aşırı tüketimin tuzaklarına düşmemek veya yaşamın gerçek itici güçleri hakkında sorular soran edebiyatı okumak yıkıcı komünalliğin temel tutumlarını oluşturuyor.
Çünkü kapitalist modernite, çocuklar, anneler, sevgililer, komşular, arkadaşlar, yoldaşlar temelinde toplumsal tasarımlar inşa etme girişimlerinden nefret ettiği kadar başka hiçbir şeyden nefret etmiyor.
Kısacası ekonomideki bu süreğen kriz hâlinin insan varlığı üzerindeki etkileri varoluşsal dönel bir çemberi andırıyor.
Ekonomideki oluşsallıklar geleceğe dair olumlu perspektifleri tahrip ederek zamansal anlamlılığı da yok ediyor. Zaman bu sebeple Türkiye distopik gerçekliğinde bir anlamlılık edinemiyor. İnsanlar boş zamanda, süzülerek değil, sürünerek geziniyorlar.
İnsanlar gelecekle ilişkilerini, bu coğrafyaya fırlatılmışlık ve maruz bırakılma üzerinden kuruyorlar. Kısacası insan bu coğrafyada, çok uzun süredir, "bükülü bir geçmiş ile şimdiye maruz" kalarak yaşıyor.
İnsanlar ekonomide ve toplumsala dair her alanda, aynının ebedi tekrarına, eskiden olmuş olanın ve hataların yeniden üretimine tanıklık ediyor.
Oysa zamanı anlamlı kılan şey aynının sonsuz tekerrürü değil, bir değişim olasılığı barındırmasıdır. Çünkü zamansal anlamlılık gelecekte temellenir.
Türkiye’de insanların hikayeleri faşizan uygulamalar nedeniyle uygunsuz bir zamanda yarıda kesiliyor. Zamanında ölmek çok az insana nasip oluyor. Çünkü hiç "zamanında yaşamamış" birisi zamanında ölmeyi de başaramıyor ve asıl önemlisi, Leviathan yüzünden kendi zamanının farkında olmadan, her yaşın kendi içerisindeki heyecanını, duygulanımlarını, deneyimlerini hissetmeden yaşamak zorunda kalmış bir varlık için ölüm hep zamansız olacaktır.