En karanlıkta ateş ile arınana; Ahmet Kaya’ya!
Özgün ŞAHİN
Dışarıda milyonlarca iyi/güzel ama iyiliği ve güzelliği; teorik, politik, ideolojik ve tarihsel anlam içermeyen insanlar var.
Demokratlar, demokrat aydın ve sanatçılar, sosyalistler ile komünistlerden kalanlar; iyi insan oldukları için değil, mücadeleye kaldıraç oldukları, ellerini taşın altına koydukları için tarihtirler.
Bu insanlar mücadelelerinde can hıraş ter döktükleri için, anlam değerlerini aykırılıkları ile beraber kurup mücadeleyi sonuna kadar götürdükleri için bizden biri olurlar. Tarihe yazılırlar ve kendi tarihlerini yaparlar.
Ne yazık ki tarih, yaşananlardan ve yaşanılanlardan sonra inşa edilmiş bir anlatıdır.
Adı Tarih olan usta Ahmet Kaya, ölümünün yirminci yılında resmi ideolojiye, her türlü sol, sosyalist yerleşik söyleme; şarkıları, türküleri ve bıraktığı belgeselleri ile aykırı olmaya devam ediyor.
Ahmet Kaya şarkılarında, hakikatin varlığını söyleyenlerden ziyade hakikatin eylemle açık edilmesi, eyleme dökülmesi gerektiğini dile getirmiştir.
Şarkıları, türküleri bir toplumsal halk gerçekliğinin ürünü olan Ahmet Kaya; siyasal atmosfer ve politik iz düşüme uyan her şiiri şarkılaştırarak sözünü söylemiştir. Temsil ettiği toplumsal tabanın acılarını, anlayışını kürsülerden, bulunduğu her alandan söylemeye çalışmıştır.
Demokrat aydın ve sanatçılar ile sosyalistlerin sesinin yetmediği hatta dünyasının kitleleri anlayamadığı, onlara yabancılaştığı yerde "bir kenar mahallelinin" sesini duyarız.
Şarkılarıyla ve şiire olan ilgilisiyle hakikat arayışçılığını sonlandırmayan Ahmet Kaya, Türkiye’de birçok aydın, demokrat ve sanatçının bakışına eleştirel bir duruş sergilemiştir. Bu durum hala güncelliğini ve özgünlüğünü korumaya devam ediyor. Duruş tavrı ve şarkıları ile aslında bahsini ettiğimiz kesimden kendini ayrıştırmak istemese bile beslendiği halk gerçekliği Ahmet Kaya’yı bulunduğu yerden ayrıştırmıştır.
Bu ayrışmayı; "tarih böyle yazmadı" diyen yazarlarımızın "ah"ları ve yangından mal kaçırırcasına olan yaklaşımlarından, yakın zamanda gerçekleşen Timur Selçuk’un ölümü üzerine yazılan yazılardan, tartışmalardan okuyabiliriz.
Siyaseten ve birçok alanda olduğu gibi sanatta da Türkiye halk gerçekliği bugün iki damar üzerinden kısaca tariflenebilir. Çoraklığın da, zenginliğin de hatta halklaşmaya yönelik mücadelenin kurucu alanlarının da bu iki damardan beslendiği söylenebilir: Timur Selçuk’un kategorik olarak içinde olduğu kökleri "eskiye", 19. Yüzyıla dayanan Ruhi Su, Cem Karaca, Fazıl Sayların devamcısı olduğu modern-burjuva aydınlanmacılığın kökleştiği ve hala devam eden damar ve Âşık geleneğine dayanan İhsaniler, Neşetlerle devam edip döneminin sosyal değişimlerine göre şekillenen Ahmet Kaya vb. ile devam eden, dünyanın evrenselliğini, toplumsal halk gerçekliği ile ifade etmeye çalışan, el yordamı ile anlamaya/üretmeye çalışan damar.
Modern-burjuva aydınlanmacı damar köklerini; politik, ideolojik, sanatsal referanslarını genel olarak ezenler düzleminden alır. Ezilenlere yaptığı her çağrıda yeni bir dünya yaratma arzusunda olsa da sonuç olarak vardığı yine kendi kökleri olmaktadır.
Mücadelenin uzun soluklu, "uzun yürüyüşün" neferleri bu damardan çıkmıyor. Çıkmadığı gibi mücadelede eşik atlamadıklarını, hatta birçok aydın ve sanatçıda görüleceği üzere mücadeleye başladıkları yerden daha gerileyerek hayatlarını sürdürdüklerini ifade etmek gerekiyor.
Elbette herhangi bir sınıf, kimlik ve cinsiyetten gelen insanlar mücadeleye "kaidelerini" bilerek girmiyorlar. Burada yenilmek, geride durmak, kendine yetmemek kadar doğal bir durum olamaz. Fakat en kırılgan yaklaşımların, uç değişimlerin, savrulmaların, ihanetlerin bu damarda gerçekleşmesi tesadüf mü?
Bir diğer damar ise, "halkçı"dır; yani toplumun bağrındaki çelişkilerden çıkar. Elbette bu damar gökten zembille inmemiştir. Anadolu‘nun, Mezopotamya’nın en ücra köşelerinde sınıf ve kimlik çelişkileri ile mayalanır, karşıtının dünyasında hep bir çıban olarak şekillenip, özne olarak ifade edilmeyenlerin sesi olarak kendini ortaya koyar. Bireyselliğin değil toplumsallığın sesi olarak, sosyal değişimleri anlama ve anlamlandırma çabasında, "kara cahil milyonlar"ın tarafındadır.
Ezilenlerin sesini, acısını ve duygusunu kendi dilinden ifade eden, onlardan bir parça olan bu damarın içinden çıkanlarda, modern burjuva aydınlanmacı damarda yaşanan savrulmaların, kırılganlıkların sıklıkla yaşanmadığı söylenebilir.
İfade etme ve meselelere bakış biçimleri "bizim" egemen ve iktidar olan damarın dili/tavrı değil diye bu damar; aydınlar, sanatçılar, demokratların dünyasında hor, kaba, "başka mahallenin çocukları" olarak kalmaya devam etse de bu reel durum kendini başka argümanlarla ve sanat türleriyle üretmeye devam ediyor.
Yarını bugünden kuranlar; geleceği, iktidarı aldıktan sonra inşa edecekler. Peki, hangi mirasın üzerinden yükseleceğiz? Hangi mirasın üzerinden kendimizi kuracağız, değiştirip dönüştüreceğiz?
Faşizmin karanlığının her alanda kol gezdiği, kültürel olarak kendini inşa etmeye çalışsa da başaramadığını ifade ettiği bir dönemde "bizim" en geniş kesimleri yakalayalım derken kaçırmamamız gereken, kendimizi kuracağımız alanları yeniden gözden geçirmektir.
Karanlığın en zemheri zamanlarında ateş ile arınılır. Yanmayı da arınmayı da göze alacakların ve "birleştirmek mi, ayrıştırmak mı?" sorularına doğru cevap vereceklerin bu karanlıktan çıkabileceğini Ahmet Kaya’nın şarkı olarak okuduğu Yusuf Hayaloğlu’nun sözleri bitirelim;
"Kaçıncı yok oluşum,
Kaçıncı var oluşum bu?
Tanrılardan ateş çaldım
Yüzyıllarca tutuştum, üst-üste yandım.
Bir anka kuşu gibi anne,
Bir anka kuşu gibi;
Kendimi külümden yarattım…"