Eski hatıraların ağzında yeşeren bir mektubun acıları

Eski hatıraların ağzında yeşeren bir mektubun acıları
1 Eylül Dünya Barış Günü’nden Hale Kıyıcı ve Mustafa Lütfi Kıyıcı’ya…

Mazlum ÇETİNKAYA


Onlar öldürdü biz doğurduk… nasıl da bir cümle, nasıl da anne işlenmiş bir cümle bu, doğuran bir kadın cümle...
Elli yıllık bir aşkın, elli yıllık bir beraberliğin ve emeğin, yüzünde, sırtında, saçında küçücük bir tozu görünce dokunan bir elin, bir hüznün aşkı… ve sadece aşkla söylenen bir cümle!
İnsan elli yıl önceki kareli bir gömleği hatırlayabilir mi, ya da bir hapishane ziyaretine giderken ilk defa gördüğü birinin kucağındaki bir kediyi hatırlayabilir mi insan!
O kadar büyük detayları, ki göz büyük bir detaydır aslında aşk için, insan gözlerinin küçücük olduğunu, elli yıl önce de gözlerinin bu kadar küçücük olduğunu, bir boncuğu tarif eder gibi anlatabilir mi?
Sevginin ve aşkın hatıraları hiç ölmezmiş bunu öğrendim!

İşte böyle bir anlatıyla denize bakıyorduk, gemiler geçiyordu, çocuklar koşuyordu, herkesin yüzünde maskeler vardı çok eskiden beri, ama sevdiğinin gözleri küçücük hâlâ.

Güzel teyzem, nasıl da güzel bir dostluk edindim, nasıl da eski bir kumaşı anlatır gibi anlattın bana eski anıları.
Anlattığın kumaşın "güneyden bir ülke"den geldiğini, o kumaşın bir ölümü olduğunu, o kumaşın sonradan bize biçilen, bize kıyılan bir ölüm olduğunu; orasının da şimdi bir yurt, ayrı bir yurt olduğunu nasıl da anlattın.

Şimdi bunları kime anlatsam inanmayacak. Yalan söylüyorsun diyecekler, abartıyorsun diyecekler, çocuklar kalmadı diyecekler… Nasıl olur, o hayalleri olan çocuklar hala var mı diyecekler, ölmediler mi onlar diyecekler! 
Oysa sen bütün bunları anlatırken yüksek bir adanın üzerinde, deniz dalgaları görmediğimiz bir boşluğu dolduruyordu. 
Küçücük boncuk gözlü sevdiğin bir aşiret gibi kanıyordu içinden uzak bir hatıraya doğru…

Ve sen bütün bunları anlatırken, ben sevmekten bana ait olmayan bir şeyden vazgeçiyordum, sen bütün bunları anlatırken, insan olmaktan.
Kendi canımdan kıyıya vuran bir ağaç bize doğru geliyordu, kulağıma eğilen yaprak bir şey fısıldıyordu. Sen bütün bunları anlatırken, çok uzakta bir yerde adalet diyenler öldürülüyordu…
Unutma "taylan sesli kadın," unutma!
Unutma ki küçük sularında büyük sular gibi büyük boşlukları vardır. Biz yukarıdan bakıyorken, tepeden bir kilisenin penceresinden, bir evin ağrılı kapısından, bir umudun eşiğinden bakıyorken denize doğru, deniz kendi boşluğuna sesleniyordu… 
Ben denizi yazamam dedim de ama deniz seni yazıyor dedin, ben denizi sevemem dedim de ama deniz seni seviyor dedin, ben denize uzağım dedim de, ama bak deniz sana ne kadar yakın dedin.
Anılar bir ayak hizası kadar, acılar bir ayak hizası kadar, gidenler bir ayak hizası kadar, dünya bir ayak hizası kadar…

Sonra kadın, altı çocuğunun tek tek ismini saydı, her çocuğun isminin altına tarihin mührü vurur gibi hatıralarını vurdu.
Sonra kadın, her çocuğun altına boncuk gözlü bir adamın hikâyesini koydu.
Sonra kadın, her çocuğunun adının altına bir umut iliştirdi, bir yaşam iliştirdi, bir kavganın kalan son cümlesini iliştirdi, bir güneş çizdi, güneşe bir yol iliştirdi…
Gitmekle durmak arasındaydık üçümüz de, sahili ölçen boncuk gözlü adam, adımlarıyla geçmişini ölçüyordu, adımlarıyla yanlışlarını, adımlarıyla yoldaşlarını ölçüyordu, sonra ardından gözlerini kaybedenlere bakıyordu karşılıksız…

Sonra biz yola koyulduk daha yukarıya doğru adanın en uç yerine doğru, yolda söylendi bir devrimcinin, "Teslim"in, cenazesine gitmiştik değil mi Hale dedi, sana bakıp. Gittik gittik demiştin, nasıl bir unutmamaktı bu, nasıl bir hatırlamaktı, insan bu kadar şeyi nasıl o boncuk gözleriyle hatırlar, insanın gözleri çok büyüktür dedim içimden...

İşte sonra teyzem, payıma düşmeyen aşk benim değildir dedim, 
bu kadar bencil ve kalbimin üstünde duran bu mührü kırmalıyım dedim.
Payıma düşmeyen umut benim değildir dedim, payıma düşmeyen aşk benim değildir dedim, sanki Sinop’tan eski paslı bir zinciri getirip göğsümde söndürüyorlardı. 
O zincirin pasını, o zincirin yasını, o aşkın, o umudun, o devrimin yasasını sanki göğsümde yakıyorlardı.
Kendinden doğru çekiyorlardı bizi, bizi zaten kendinden doğru çektiler hep!
Gidenler, gelenler, uğrayanlar, ölenler, kalanlar hepsi göğsümün üstüne atıyor sanki denizi, bir kızgın demiri söndürmek ister gibi.
Attıkları her şeyi, her hatırayı, denizden çektikleri her şeyi sanki benden çekiyorlardı…
Bir anons, uzaktan bir anons sonra düşüyordu adaya:
Albayım, kızınız, sizin kızınız albayım, en baştaki kız, o aşkın en başındaki kız Hale, sizin kızınız albayım…
Emrinizi bekliyoruz, ateş edelim mi, eski bir aşkı hâlâ anlatıyor, adamın boncuk gözleri yere düşüyor albayım!
Anons sustu!
Küçük bir kız çocuğu seslendi bize ardımızdan, ellerini uzattı sonra korkmadan.
Işık bizden doğru yarılıp yeryüzüne düştü, sanki elleri bir aşiyandı çocuğun.

Öne Çıkanlar