Futbol-Sermaye-Siyaset (1)

Futbol-Sermaye-Siyaset (1)
Futbol, Osmanlı’nın son dönemlerinde Selanik, İzmir ve İstanbul gibi liman şehirlerindeki İngiliz tüccar ailelerinin oynamasıyla başlar.

Medet KAYA


Adana Demirspor’un 26 yıl aradan sonra Süper Lig’e çıkması üzerinden, futbolun sermaye ve siyaset ilişkisi konuşuluyor, yazılıyor. Üzücü olan; Demirspor’un tarihi mirasını, taraftarlık kültürünü ve sosyal dokusunu öğrenmeden, söz söylemeleri. Futbolun çok boyutluluğunu ihmal edip, kulüp başkanının politik görüşünden dolayı Adana Demirspor kimliğini değerlendirmeye tabii tutmaları.

Bu değerlendirme, Adana Demirspor üzerinden temiz futbol ahlakçılığı yaparak taraftarı oldukları üç büyüklerin siyaset-sermaye ilişkisiyle oluşturdukları yapıyı örtmeye yeter mi? Taraftarlıktan futbol müşterisine dönüştürülmesinin hikayesine gösterilen rızayı unutturur mu?

Yazının kaleme alınış nedeni de yukarıdaki sorulara verilebilecek cevabı irdelemek. Üç büyükler içindeki sermaye -siyaset -futbol iş birliğinin tesirlerini kronolojik bir özetle hatırlatmak. Bu özete dayanarak, Adana Demirspor’u şahıslar üzerinden okumanın hamlığını göstermeye çalışmak.

Futbol, Osmanlı’nın son dönemlerinde Selanik, İzmir ve İstanbul gibi liman şehirlerindeki İngiliz tüccar ailelerinin oynamasıyla başlar. Rumlar ve Ermeniler kısa sürede oyunu bu tüccarlardan öğrenip, ilk futbol kulüplerini kurarlar. Müslüman Türklerin futbol oynaması yasaklandığı için ancak 2.Meşrutiyet’ten sonra alenilik kazanır. Futbol Kulüpleri, İttihat ve Terakki Partisi ile Osmanlı Sarayı'nın gücünden yararlanarak kurumsal niteliğe sahip olur.

Türk futbol kulüplerinin kuruluş hikayeleri, Avrupa’daki gibi sınıfsal- sosyal temelleri olan sivil bir girişim olarak tanımlanamaz. Mektep yüzü görmüş, hali vakti yerinde olanların ilgisi ve çabasıyla başlar. Daha çok askeri ve sivil bürokrasiye dayandırılabilir. Azınlık kulüplerine karşı bir hayli futbol maçı oynanır. Özellikle işgal güçlerine karşı yapılan maçların sayıca fazla olması, futbolun ilgisini etrafa yayar. (İstanbul’daki Türk kulüpleriyle, işgal orduları arasında iki yüze yakın maç yapılır.) En çok konuşulanı da İstanbul işgal kuvvetleri karmasıyla, Fenerbahçe arasında yapılan Harrington Kupası final maçı olur. Fenerbahçe’nin kazandığı bu maç, İstanbul’un işgal edilmesinin ilk ve en büyük rövanşı gibi yıllarca anlatılır. Hem oyunun kendisinden kaynaklı içgüdüsellik, hem de mili ve dinsel rekabetin etkisiyle kulüplerin etrafında taraftar toplulukları oluşmaya başlar. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçen bürokratik mirasa yeni yeni filizlenen milli burjuvazi destek de eklenir. Devlet ve kulüpler birbirlerinin güçlerinden yararlanır. Futbol, devletin ihtiyaç duyduğu milli hisleri yaratabileceği araçlardan biri olur. Kulüplerde, ekonomik sorunlarını çözmek için politika vasıtasıyla devlete yaslanır. Bu ilişkinin örnekleri bir hayli fazla. Şükrü Saracoğlu; Adalet Bakanlığı yaptığı dönemde kendi adını taşıyan stadın bulunduğu yer, İttihatspor Kulübü’ne tapulu olduğu halde önce Milli Emlak’a oradan da Fenerbahçe’ye devredilmesini sağlar. İlerleyen yıllarda Şükrü Saracoğlu, ülkenin Başbakanlığı ve Fenerbahçe Kulüp Başkanlığı gibi görevleri aynı anda yürütür. İktidar partisinden milletvekilliği devam ederken Galatasaray Başkanı olan Sadık Giz, Kuruşceşme Adası’nın (Galatasaray Adası) kulübe verilmesini sağlar. Başbakanlık yapmış Recep Peker, Beşiktaş’a kulüp başkanı olur. Çırağan Sarayı'na ait arazi, stat için Beşiktaş’a tahsis edilir. Bu örnekler, bize ülke futbolunun eşitsiz hale gelmesinin temellerinin bizzat siyaset ve kulüpler arasındaki ilişkilerle atıldığını gösterir. Eşitsiz çünkü; daha geç kurulan Anadolu kulüpleri, kentin kısıtlı sermayesi ile yerel siyasetin gücüyle ayakta kalmaya çalışır. Üç büyüklerin arkasında ise icabında başvurabileceği merkezi siyasi güç ve sermaye gruplarının desteği olur. Özetle; ülkenin futbolu ilkin üst-orta sınıflar tarafından oynanmaya başlanır, bunlar tarafından kurumsal hale getirilip yönetilir. Alt sınıfların payına daha çok taraftar olmak düşer. Tıpkı ülkenin modernleşme serüveni gibi futbolda, yukarıdan aşağıya doğru genişleyen bir piramide benzer. Bir tek piramidin tepesi değişmez. İstisnalar dışında oranın yerleşik unsuru İstanbul’un efendileri olur.

1970 yılından sonra, futbolun üzerindeki siyasi etkinin göreceli olarak azaldığı bir dönem olur. Büyük kulüpler ekonomik zorluk yaşar, özellikle 1979-1984 yılları arasında yaşanan döviz sorunu nedeniyle yabancı oyuncu transferi yapamazlar. Kendi öz kaynaklarıyla futbol oynayan Trabzonspor’un şampiyonluğu üst üste gelir. Bu durumun bize anlattığı şu: Kulüplerin ekonomik şartları birbirine yakın olursa daha eşit bir oyun oynanabilir, futbol bilgisini sahada iyi kullanan ve çok çalışan takımların şampiyon olabilme ihtimalleri artar demek. Diğer bir anlamı: İstanbul takımlarının sahip olduğu şampiyonlukların birçoğunun, paranın bolluğuyla ya da siyasi katkılarla doğru orantılı olduğudur.

Neo-liberalizmin ülkeye girişi, her ne kadar 1980’den sonra olsa da futbol üzerindeki etkisini 90’lı yıllarda göstermeye başlar. Esas olarak da 2000 yılından sonra büyük dönüşümü sağlar. Neo-liberalizm, kârlılık-verimlilik ilkeleriyle kuşattığı futboldan büyük bir ticari alan yaratır: Medyadan, kulüp logolu ürünlere, sponsor firmalara, dijital oyun sektörüne, finans kurumlarına, alışveriş imkanı sunan stadyumlara, bahis şirketlerine vb. uzanan geniş bir yelpaze. Bu futbol pazarı, sermaye ve siyasi gücün ortaklığıyla tesis edilir.

Siyasi güç, futbol pazarının kural koyucusu, düzenleyicisi ve denetleyicisi olmak dışında bir hayli fazla işleve sahip. Siyasetin; seçmen devşirme, ya da sosyal ve ekonomik durumlarını iyileştiremediği büyük kalabalıkların olası itirazlarını, protestolarını futbola kanalize ederek onları sakinleştirmek gibi hedefleri olabiliyor. (Bu hedefler siyaset- taraftar ilişkisi bağlamında başka bir yazının konusu.) Fakat en paradoksal görünen husus şu: Neo-liberalizm, siyasi gücün piyasa düzenine müdahalesini istemezken, futbol dünyasında ise gönüllü bir bağımlılığı var. Bir kaynaşma hali ve resmi olmayan karmaşık ilişkiler ağı. Siyaset-sermaye- futbol ilişkisini görmek isteyenler için en bereketli alan burası. Durumu somut hale getirmenin epeyce örnekleri var. Elektronik bilet uygulamasıyla statlara girişin, fişlenmeyi kolaylaştırarak siyasi fayda sağlaması. Elektronik biletin aynı zamanda bir banka ve kredi kartı özelliği taşıyıp, finansal sektör ile tüketim kültürüne aracı olması. Resmiyette özerk bir kurum olan Futbol Federasyonu Başkanlığının, seçim süreçlerinde yaşanan iktidar müdahaleleri . Örneğin, mevcut Federasyon Başkanının, devletten en çok ihale alan beş şirketten birinin başında olması. Öte yandan organize suç örgütleri liderleriyle aynı kadraja giren kulüp yönetim üyelerinin, teknik direktörlerin baş tacı edildiği diyagonal bir futbol alemi. Hiç bir zaman gündemden düşmeyen şike iddiaları, bahis oyunlarının sonuçlar üzerindeki etkisi. Özellikle üç büyük kulübe, defalarca getirilen vergi muafiyetleri ile yoğun sermaye akışına rağmen içinde bulundukları borç batağı. Doğru düzgün mali denetimin yapılmaması, transfer döneminde vergi kaçırmak için yapılan hileler, yasal sorumsuzluğun yol açtığı finansal krizler gibi futbolun temel problemleri orta yerde duruyor.

Üç büyüklere Ticaret Kanunu uygulanmış olsa herhalde iflasları resmiyet kazanmış olur. Kulüpler siyasetin ve sermayenin yoğun gayretiyle faaliyetlerinden men edilmez ve küme düşürülemez. Çünkü esas olan futbol pazarının işleyişini sağlamak. Çarkın dönmesi için gerektiğinde kuralsızlığın ve yasadışılığın kanıksandırıldığı bir futbol hali. Nasıl olsa sahada siyasetin, sermayenin ve kulübün yönetici oyuncuları futbollun dokunulmazlık zırhına sahipler ve kırmızı karttan muaflar. Tabii sahada kaldıkları müddetçe. Onlara bu kartı gösterecek yasal bir mekanizma olmadığı gibi hesap soracak bir taraftar topluluğu da yok. Zaman zaman statlarda: Yönetim istifa! Paralar nerede! sesleri yükselse de bu daha çok gelmeyen şampiyonluklar ve alınan mağlubiyetler için olur. Yoksa futbolun kirlenmesine bir itiraz değil. Örneğin, Beşiktaş taraftarı Süleyman Seba’ya gitsin, derken: Gelmesini istedikleri yöneticilerin kulübü nasıl piyasa koşullarına terk edip, endüstriyel futbola açtıklarını bilmeyen yoktur. Özellikle Yıldırım Demirören, anlattığımız sermaye - siyaset- futbol ilişki ağının en tipik figürü. Kulübün mali disiplinini pahalı oyuncu transferleriyle bozup, kulübü kendine ve finans kurumlarına çok fazla borçlu hale getirmişti. Bir yandan kulübü ekonomik yönden bataklığa sürüklemiş, diğer yandan kulüp başkanı olmanın itibar ve reklam gücünü kullanarak kendi şirketlerinin sermayesini artırmıştı. Merkezi ve yerel iktidar güçleriyle de ilişkilerini sıcak tutmanın ihale getireceğini, imar kanunlarına aykırı alışveriş merkezi bile inşa edebileceğini çok iyi biliyordu. Sonraki süreçte kulüp başkanlığı makamı gider ama Türkiye Futbol Federasyon Başkanlığı gelir. Türkiye’nin en büyük medya kuruluşunu satın almanın siyasal ve kamu finans desteği de gecikmez.

Diğer kulüplerin işleyiş şekli, dozu değişse de Demirören figüründe olduğu gibi; yöneticilerinin iş dünyasından olduğu ve siyasi güç dengelerinin gözetildiği bir idari sistem. Kuralsızlığın ve kulüpleri borca batırmalarının hesabının sorulmadığı bir futbol düzeni.

Eleştiriler en fazla kişilere yönelir, düzenin işleyişine güçlü itirazlar olmaz. Sonuçta kişiler değişse de yapı çok kusurlu haliyle devam eder. ‘Hamamcı değişir ama hamam değişmez' sözünün taşıdığı mana gibi.

Kişilere yönelen bu eleştiriler yalnızca rakip kulüplerin bütünlük arz eden kimliklerine zarar verir. Kaldı ki yönetici kulübün en fazla tüzel kişiliğini temsil eder, kulübün kimliğini değil. Kulüpler; tarihleriyle, taraftar topluluğuyla ve kültürel değerleriyle bir kimlik kazanır. Yöneticilerinin kötü yönetimiyle, siyasi bağlantılarıyla, kendi sermaye alemiyle kulüpleri ilişkilendirip bir sıfata hapsetmek futbolun yapısal sorunlarını gözden kaçırır. Bu durum yapılan bir yanlışı veya karanlıkta kalmış bir durumu kulübe mal ederek adeta sorumluluğu anonim hale getirir. Futbol üzerinden birlikte eğlenen, söz söyleyen, oyuna anlam yükleyerek kendi yaşamıyla bağ kuran ve kimlik edinen bir taraftar topluluğunu kadro dışı bırakır. Eğer, kulüplere, mafyatik, iktidar yanlısı, muhalif, gibi sıfatlar eklersek futbola dair bir tartışma ve eleştirel bir bakış potansiyelini de tüketmiş oluruz.

Örneğin Koç Holding' e bağlı bir şirket yaklaşık yedi yıldan beri Sivas- Kangal’da altın madeni işletir. Madenin işletildiği Bakırtepe, Alevilerce kutsal sayılan bir yer. Her yıl binlerce insan, Bakırtepe’ye çıkıp dini ritüellerini yerine getirir. Kutsal sayılan bir yerin, maden sahası olmasına ve yaşam alanlarının zehirlenmesine karşı çıkan binlerce insana rağmen madencilik faaliyeti bugün devam ediyor. Şimdi bu ekonomik faaliyete bakarak Fenerbahçe Kulübü için çevre düşmanı ya da Alevilere saygısız bir camia demek ne kadar mantığa aykırıysa, Adana Demirspor’a hükümetin takımı demek o kadar mantığa aykırı olur. Yıldırım Demirören ve Fikret Orman’nın yönetici oldukları dönemdeki politik güç ilişkilerinden dolayı Beşiktaş Kulübü’ne iktidarın takımıydı demek ne kadar yanlışsa bugün Demirspor için sarayın takımı demek o kadar yanlış. Bir takım kişisel ilişkilerden dolayı Galatasaray kulübü için derin devletin takımı demek ne kadar akıl dışıysa, Demirspor’a yandaş takım demek o kadar akıl dışıdır.

Netice itibariyle sahsiyetler üzerinden yapılan değerlendirmeler, futbolu eşitsiz bir rekabete ve ticari faaliyet alanına sıkıştıran yapıyı sorgulamaya sevk etmez. Politik- ekonomik esaslı eleştirel futbol bilincini çoğaltmaz. Zaten memlekette eleştirel bilincin örgütlülüğü olsaydı üç büyükler gibi bir ‘oligarşik futbol’ yapısı zayıflar, belki de hiç oluşamazdı. Bu yapının ortaya çıkardığı futbol dili; hakikati bu kadar çarpıtmaz, bir o kadar güçsüz olanı küçümseyip taca atmaya çalışmazdı. Tıpkı Adana Demirspor'a yapılan gibi.

Not: İkinci bölümde Adana Demirspor' la devam edeceğiz.

[email protected]

Öne Çıkanlar