İnsan, doğuştan iki korku getirir; diğerleri öğretilmiş korkulardır
Yılmaz ÖZDEMİR
İçimizde baharın özlemi vardı.
Artık, bahar...
Şubat, mart, arkasından nisan; koyunların kuzulama, ineklerin buzağılama, kısrakların yavrulama zamanı... Çiçeklerle buluşma, Kelebeklerle koşuşma zamanı…
Köyümüzün rakımı, yani yüksekliği bin metrenin üzerindedir. Çocukluğumuzda, köyümüze çok kar yağardı. Şimdi de yağar. Sabah kalktığımızda bir bakmışız, her yer bembeyaz; diz boyu kar. O, bozulmamış, dümdüz kar, ne güzel bir manazara oluştururdu.
Akşamları hava buza çeker; şiddetli bir soğuk olurdu. Evlerimizde sobalarımız gürül gürül yanardı; yanmak zorunda idi. Hepimiz bir odaya toplanır, uzun kış gecelerinde, gaz lambasının sarı ışığı altında kendimizce eğlenceli zamanlar geçirirdik.
Yatmadan önce, hayvanlara yem vermek için dışarı çıkar, dondurucu soğukta işleri tamamlar, titreye titreye tek odamıza dönerdik. Hepimiz sobalı odada yatar, gaz lambasını söndürdükten sonra sobadan sızan ışınların duvarlarda, tavanda oluşturduğu gölge oyunlarını seyrederken uyur kalırdık.
Sabah erkenden, içimizden birisi hayvanlara bakmaya, tavukların kümesini açmaya giderdi. Giden, bazen müjdeyle dönerdi, "Müjde, Müjde!.. Çopur koyun kuzulamış!.." ya da "Sarı inek buzağılamış!..." derdi. İşin tatlı yanı, yavruyu ilk kim görürse, yavru onun olurdu; ona verilirdi. Ama bu, sözde kalırdı.
Çetin kış günlerinden sonra, hele ki Marttan sonra, havalar da yumuşama başlardı; cemreler düşerdi. Büyüklerimiz kendi aralarında konuşurlardı; "Cemre havaya düştü... Cemre suya düştü... Cemre toprağa düştü..." Cemrelerin düşmesi demek; havanın, suyun, toprağın ısınması demekti.
Baharın ilk müjdecisi, çiğdem çiçeğidir. Çiğdem, daha kar kalkmadan toprakta filizlenir ve çiçeğini yukarıya dogru salar. Cigdem, yakın çevresi karla kaplı iken, iki karışlık bir toprak alanda öylesine güzel, öylesine nazlı durur ki; o kiş gününde, onu oyle görünce, içiniz açılır, umutlarınız yeşerir.
Bitkiler içinde baharı müjdeleyen çiğdem iken, hayvanlar içinde baharın ilk müjdecisi kumrulardır. Kumrular ötmeye başlamışsa, bahar kapıda demektir. Kumrular, o içli sesleri ile adeta toprağa çağrı yaparlar; uyan... uyan... Toprak, kumrunun bu sesini cemrelerin toprağa düşmesiyle algılar. Isınan toprak kabarır, şahlanır. Bağrındakiler dışarı fırlar; çiçekler açar, böcekler koşar, kelebekler uçar... Kış boyu uyuyan ayılar, sürüngenler; yılanlar, çiyanlar da dışarı çıkar...
Sürüngenler enerjilerini derileri vasıtasıyla güneşten alırlar. Bu yüzden kışın hareket edemezler. Hatta bir yılan, yazın bile, sabah ve akşam saatlerinde tehlikeli olamaz; sabah ve akşam güneşleri bir sürüngene yeterli gelmez. Onun için bu saatlerde enerjik olamazlar.
Baharın ilk yarısında da fazla hareketli olamazlar. Henüz, güneş onlar için yeterli değildir; onları yakalayabilirsiniz.
***
Muhittin, bizden beş yaş kadar küçüktü; o yıl dört yaşında falan olmalıydı. Muhittinlerin evleri derenin yamacında, güneşin tam vurduğu bir yerde idi. Evlerinin önü, dereye kadar uzanan geniş bir bahçelikti.
O yıllarda köy okulları 23 Nisan Bayramı’nın haftasında kapanırdı.
Okullar yeni kapanmıştı. Mayıs başları olmalıydı. Muhittin evlerinin bahçesinde oynarken bir yılanı belinden kavramış, sıkıca tutmuş. Yılanı bildiği mi var! Yılan, elinde bir sağa bir sola çırpınırken; Muhittin onu eve, annesine kadar getirmiş ve uzatmış, "Anaa, bunu bana pişir!.."
Sonrasını bilmiyorum ama, muhtemelen, Muhittin’in annesi, o yılanı öldürmüştür.
Çünkü, her saldırganlığın kökeninde bir korku vardır.
***
Her gün televizyonlarda sağa sola tehditler savuran, yeleli aslan pozunda esip gürleyen politikacıları o duruma sokan şey, içlerinde taşıdıkları büyük korkudur. "Eyvaah! Bana biat etmeyenler var; otoritemi, gücümü yitiriyor muyum yoksa?" korkusu... "Eyvaahh! Koltuk gidiyor mu? Ya hesap sorarlarsa!.." korkusu.
***
Hayvanlarda da saldırganlık korkudan kaynaklanır. Ormanda vahşi bir hayvanla karşılaşırsanız, onunla göz göze gelmeyin derler. Göz göze gelmek, hayvanlarda tehdit anlamı taşır. Göz göze geldiğinizde, kendisinin tehdit edildiğini düşünen hayvan, korkacak ve saldıracaktır.
O saldırganlık da, korkudan…
***
Mevzumuz korku olduğuna göre, saldırganlığı bir kenara bırakalım; korkuya dönelim. Muhittin, yılanı korkmadan nasıl tuttu? Çünkü kimse ona, daha önceden yılandan bahsetmedi ve o korkuyu öğretmedi. O zamana kadar yanında birisinin yılandan korktuğunu da görmedi. Yani, yılandan korkmak ona öğretilmedi. Ancak, o günden sonra, muhtemelen Muhittin yılandan korkar oldu; çünkü, o gün annesi yılandan çok korktu; Muhittin de buna tanık oldu; korkmayı öğrendi.
İnsanlar birçok şeyden korkarlar. Bu gayet doğal bir duygudur. Ancak, herkes aynı şeyden korkmaz. İnsanlar, kendilerine öğretilen korkulardan korkarlar. Çocuğun annesi veya çevresindekilerden birisi karanlıktan korkuyorsa, o çocuk da karanlıktan korkar. Annesinin fareden korktuğunu gören çocuk, fareden korkmaya başlar.
Demek ki; arıdan korkmak... köpekten korkmak... karanlıktan korkmak... bu gibi korkular sonradan öğretilir. Bu gibi şeylerden korkmayı çocuğunuza öğretmezseniz, öğrenmesine vesile olmazsanız çocuğunuz bunlardan korkmaz.
***
Doğuştan gelmeyip, sonradan kazanılan bir başka korku vardır ki; bu, çok tehlikelidir. İnsanın kendisinden korkması; yaptıklarından, ettiklerinden korkması. "Bunun intikamını mutlaka bir gün benden alırlar" korkusu.
Bu korku bireyi mahveder. Daha çok yönetenlerde görülür; yönetenlerin despot, diktatör olanlarında…
Dünyada bir çok kadın yöneten var; Almanya’da Merkel… Finlandiya’da Sanna Marin… Yeni Zelanda’da Jacinda Ardern… Bunlar korkusuz yaşar. İşlerine bisikletiyle gidip geleni bile vardır.
Asıl yürekli olan kadınlardır. Bizde de var böyle yürekli birisi; erkeklerin yüreğine korku salmış olmalı ki, "Fosforlu" diyerek akıllarınca aşağılamaya çalışıyorlar onu, bazı yüreksiz erkekler.
Almanya’yı, Finlandiya’yı, Yeni Zelanda’yı yöneten bayanlardan birine "Dikkatli ol, sonun Saddam gibi olur!.. Kaddafi gibi olur!.." deseniz, gülüp geçerler; "Çiğ yemedik ki, karnımız ağrısın…" modundadırlar. Korkuları yoktur.
Haydi aynı şeyi, dünyadaki mevcut despotlardan, diktatörlerden birine, mesela Kuzey Kore’nin diktatörü Kim Young’a, veya onun gibi bir başka despota söyleyin bakalım! Çıldırma seviyesine gelirler; çiğ yemişlerdir ve zaten çok korkmaktadırlar.
İçlerindeki o korkuyu koruma ordusuyla bastırmaya çalışmaktadırlar. Halkın arasına çıkamazlar; binlerce kişiden oluşan korumaları olmadan adım atamazlar. Kalın koruma duvarlarıyla çevrili büyük şatolarda, saraylarda yaşarlar. Çok odalı saraylarda, korkudan her gece oda değiştirerek uyurlar; aslında uyuyamazlar.
İçlerinde taşıdıkları büyük korku hali uykusuzlukla birleşince; agresif, saldırgan ve tiksindirici bir ruh haline sahip olurlar.
***
Ancak, iki tür korku vardır ki; onlar doğuştan gelme korkulardır. Bilim insanları, yeni doğan bir çocuğun neden korktuğunu araştırmışlar.
Haliyle, yeni doğan bir çocuğu bir fare ile yüz yüze getirseniz, bir itirazı olmaz. Fareden korkmaz. Karanlık bir yere koysanız da korku belirtisi göstermez. Karanlıktan da korkmaz.
Bütün bunları bilim adamları denemiş olmalı.
Onların tespit ettiği iki şey var ki; yeni doğmuş çocuk, o iki durumda korku belirtisi veriyor.
Birisi, şiddetli ses.
Bebeğin yanında, herhangi bir cisimden gelen yüksek dereceli ses, onun irkilmesine ve ağlamasına sebep oluyor. Bebek, şiddetli sesten korkuyor.
Şiddetli sesten korkmak, doğuştan getirdiğimiz bir korkudur.
Doğuştan gelen ikinci korku ise, yüksekten düşme korkusudur.
Bir günlük bir bebeği, bir masanın üzerine koyun. Sonra masanın bir tarafını yavaş yavaş kaldırın. Masadan kayıp düşme aşamasına gelen çocuk, korkusunu belli edecek ve çığlıkla ağlayacaktır.
Yüksekten düşme korkusu politikacılarda da vardır; ama hepsinde değil! "Çiğ yemiş politikacılar" yüksekten düşmekten, koltuğunu kaybetmekten çok korkarlar. Merkel’in, Marin’in, Ardern’in böyle bir korkuları yoktur.
***
Şiddetli ses ve yüksekten düşme korkusu dışında kalan korkuları, çocuk; annesinden, babasından, çevresinden, şiddet içeren tv programlarından ve bilgisayar oyunlarından öğrenir.
Aile, isterse ve elinden gelirse, çocuğunun gereksiz şeylerden korkmaması için önlemler alabilir.
Ayrıca, bir de şu var; çocuk kaç yaşında olursa olsun, hissettiği korkuya karşı ailesi saygı göstermeli ve asla alay etmemelidir. Ona bu konu ile ilgili olarak bağırmak, alay etmek veya korkusunu yok farz ederek anlayışsız davranmak, korku sürecinin uzamasına, başka psikolojik sorunların çıkmasına sebep olur.