İnsan hakları ve Türkiye!
Veli BEYSÜLEN
Dünyada 60 milyondan fazla insanın öldüğü, bunun kat ve kat fazlasının ise yaralandığı, sakat kaldığı, kentlerin yakılıp yıkıldığı, insanlığın kazanımlarının yok edildiği ikinci büyük emperyalist (2. Dünya Savaşı) savaşın ardından, bu tür acıların bir daha yaşanmaması hususunda görüş birliğine varan dünya devletleri, bu amaca ulaşmak için çalışmalar yaptılar. Bu çalışmalar çerçevesinde, Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatında kararlar alındı ve dünya ölçeğinde uygulanacak birçok sözleşme kabul edilerek yürürlüğe kondu. Kuşkusuz bu sözleşmelerin en önemlisi, 10 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, "İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ" adıyla kabul edilen sözleşmedir.
İnsan haklarının anayasası niteliğindeki bildirgenin başlangıcında, "Her birey ve toplumun her organı, bu Bildirgeyi daima göz önünde bulundurarak bu hak ve özgürlüklere saygının yerleşmesini amaçlayan eğitim ve öğretim yoluyla ve hem üye devletlerin halklarında hem de egemenlikleri altındaki halklarda bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin olarak tanınmasını ve gözetilmesini amaçlayan ulusal ve uluslararası tedrici önlemler alarak çaba göstersinler." denmektedir. Yine bildirgenin, birinci maddesi, "Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar." derken, ikinci maddesi, "Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal, köken, mülkiyet, doğum veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptirler." demektedir. Gerek başlangıç bölümü gerekse bildirgenin geneline temel oluşturan ilk iki madde de görüldüğü gibi, bildirge her insanın doğuştan sahip olduğu kişisel hak ve özgürlükleri tanımlamaktadır. Buna göre, her insan yasa önünde eşittir. Hiç kimse, herhangi bir farklılıktan dolayı işkenceye ve kötü muameleye tabi tutulamaz.
Ne yazık ki, bir daha savaş ve yıkım olmasın, insanlık ailesi ile diğer tüm canlılar ölüm ve acılar yaşamasınlar, doğa tahrip olmasın, canlı yaşamın sürmesini sağlayan kaynaklar yok olmasın diye Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilen bu bildirgenin tam olarak uygulandığını söylemek mümkün değildir. Halbuki her insan için vazgeçilmez hak olan yaşam hakkının korunması, korumakla da kalmayarak iyi bir yaşam sürmesinin sağlanması, bu hakka yönelik her türlü ihlal ve saldırının bertaraf edilmesi ve bu bildirgenin eksiksiz uygulanması ile mümkündür. Kaldı ki, daha sonra her devlet, kendi anayasasında belirlediği yöntemlerle bildirgeyi kabul etmiş ve taraf olmuştur.
Başta Ortadoğu coğrafyası olmak üzere, dünyan birçok bölgesinde, çatışma ve savaşlar sürüyor. Savaşlar sürdükleri topraklarda canlı yaşamı yok etmeye devam ediyor. Zira çağın silahları, artık toplu imha özelliğine sahiptirler ve düştükleri yerde canlı yaşamı toptan yok ediyorlar. Böylece insanoğlu sadece kendi türünden canlıları değil, diğer canlıları da ortadan kaldırıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 1949 yılında onaylayarak taraf olduğu bildirge, genelde bireysel hak ve özgürlüklerin korunmasını ve geliştirilmesini esas alıyor. Ancak aynı zamanda, bireysel hakların ayrılmaz parçası olan ve her bireyin yalnız başına koruyup geliştiremeyeceği ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal hakların korunmasında ve geliştirilmesinde, genel anlamda toplumun tamamının veya hak ve menfaatleri ortak olan toplumsal katmanlar ile sınıflara mensup insanların, ortak menfaatlerini korumak için bir araya gelme ve örgütlenme haklarını da teminat altına almıştır.
Bildirgeyi imzalayan her devlet, bildirgeye uymakla ve kendisine düşenleri yaparak yurttaşlarının hem bireysel haklarını hem de bir araya gelmek suretiyle örgütlenebilme haklarını kullanmalarını sağlamakla yükümlüdür. Ancak kabulünün üzerinden 72 yıl geçtiği halde, bugün bile, dünyanın en gelişmiş demokrasileri ile yönetileninden en gelişmemişine tüm ülkelerde hak ihlallerinin yapıldığı bilinen bir gerçektir.
Yaşadığımız ülke Türkiye de, maalesef bu hakların korunması ve geliştirilmesi hususunda pek bir yol almış değil. Temel insan hak ve özgürlüklerinin kullanımında Türkiye’de sıkıntılar hiçbir zaman eksik olmadı. Ülkenin yarım yamalak demokrasisi, defalarca askeri darbe ve muhtıralarla kesintiye uğratıldı. Geçmişten bu güne sözde demokrasi ile yönetime gelenlerin, darbe yönetimlerinden farklı olduklarını ve Türkiye’nin imzalayıp taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile diğer birçok uluslararası sözleşmeye riayet ettiklerini söylemek de geçeklere gözümüzü kapatmak olur. Ne yazık ki, 18 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarında, demokrasinin ve insan haklarının tamamen ortadan kaldırıldığı bir süreç yaşanıyor. Muhalif insanlar, aydınlar, gazeteciler, siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları ve demokratik kitle örgütleri engelleniyor; günün herhangi bir saatinde evler basılıyor, insanlar gözaltına alınıyor, tutuklanıyor cezaevlerine gönderiliyorlar. Aylarca hatta yıllarca, iddianame olmadan ve herhangi bir ceza almadan cezaevinde tutuluyorlar. Bu da yetmiyor devletin en tepesinden başlayarak erki elinde bulunduranlar, suçluluğu kanıtlanmamış ve yargıda herhangi bir ceza almamış insanları, suçlu ilan eden açıklamalar yapmak suretiyle evrensel hukuk kuralı olan masumiyet karinesini yok sayıyorlar.
Bakın, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 11. madde 1. fıkrası bu konuda ne diyor: Kendisine cezai bir suç yüklenen herkesin, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı, kamuya açık bir yargılanma sonucunda suçluluğu yasaya göre kanıtlanıncaya kadar suçsuz sayılma hakkı vardır.
Demek ki bir kişiyi tutuklayıp cezaevine koymak, onun suçlu olduğu anlamına gelmiyor. Suçluluğunun kanıtlar neticesinde yargı tarafından kabul edilmesi ve cezaya çarptırılması gerekiyor. Kaldı ki, kişinin yerel bir mahkemece suçlu kabul edilmesi ve cezaya çarptırılması da yetmiyor. Cezanın üst yargı kurumlarınca onaylanması gerekiyor. Bu ülkede masumiyet karinesi yok edildiği gibi, adil yargılanma hakkı da çiğneniyor. Nitekim 2020 yılı içinde, adil yargılanmadan ceza almış olan iki sanatçı ile bir avukat, adil yargılanma hakkı talebi için girdikleri ölüm orucunda hayatlarını kaybettiler. Bir ülkede, insanların sahip oldukları temel insan hakkı için ölümü seçmiş olmaları, o ülkeyi yönetenlerin ise buna seyirci kalmaları kabul edilemez.
Bildirgede yer alan bazı haklar ile bunların kullanımına çıkarılan engellere kısa kısa değinmekte de yarar var. Bildirgenin 18. maddesi, herkesin vicdan ve din özgürlüğünü; 19. maddesi, herkesin kanaat ve ifade özgürlüğünü; 20. maddesi, herkesin barış içinde toplanma ve örgütlenme özgürlüğünü; 21. maddesi, herkesin doğrudan ya da seçilmiş temsilcileri aracılığıyla ülkesinin yönetimine katılma hakkını teminat altına almışlardır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, tüm bu maddelerdeki temel haklardan hiçbirisini kullanamıyor. Söz gelimi bu ülkede, toplantı, yürüyüş, gösteri, düşünce açıklama ve örgütlenme özgürlüğünü kullanmak yasak. İktidara muhalefet eden seçilmişler tutuklanıp cezaevine atılabiliyor. Dolayısıyla, yurttaşların seçtikleri temsilciler aracılığıyla ülkenin veya yaşadıkları kentlerin yönetimine katılmaları engelleniyor.
Bildirgenin en can alıcı maddelerinden olan 23. maddesi ise, bu ülkede hiç işlemiyor. Bu maddenin birinci fıkrası, herkesin çalışma, işini özgürce seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkından söz eder. Ülkede herkes çalışma hakkını kullanamıyor. Yüksek işsizlik nedeniyle iş seçme özgürlüğü yok ve işsizliğe karşı korunamıyor. İkinci fıkrasında, herkesin herhangi bir ayrım gözetilmeksizin eşit iş için eşit ücrete hakkı olduğunu belirtir. Ancak Türkiye'de bu hiçbir zaman hayata geçmedi. Peki, üçüncü fıkrası ne diyor? Çalışan herkesin, kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak düzeyde, adil ve elverişli ücretlendirilmeye hakkı vardır. Tahmin edebileceğiniz gibi, bildirgede temel bir insan hakkı olarak teminat altına alınmış bu hak da Türkiye’de yok. Takip ediyorsunuzdur, bu günlerde ülkede bir asgari ücret tartışmasıdır gidiyor. Adı asgari olan ve sembolik olması gereken bu ücret, ülkemizde ortalama ücret olarak kullanılmaktadır. Anayasanın 55. maddesi ile Asgari Ücret Tespit Yönetmeliğinin başlangıcı, "Asgari ücret işçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzeriden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücrettir." demektedir. Görüldüğü gibi, Türkiye’de asgari ücret tespitinde, işçinin ailesi yok sayılmakta ve ücret yalnızca çalışanın kendi ihtiyaçlarını karşılayacak ücret olarak düşünülmektedir. Maddenin 4 fıkrası ise, herkese sendika kurmak ve sendikaya üye olmak hakkı tanımaktadır. Türkiye’de bu hak da kullandırılmıyor. Çünkü gerek Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 51. maddesi gerekse Sendikalar Kanunu, bu sözleşme ve diğer uluslararası sözleşmeler ile Anayasa'nın 90. maddesine aykırı bir şekilde, sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkını çalışan ve çalıştıranlara tanımışlardır. Bu nedenle, emeklilerin, çiftçilerin, öğrenci gençlerin, ev çalışanlarının örgütlenmelerine sürekli engel çıkarılıyor. Dolayısıyla 1995 yılında DİSK’in öncülüğünde başlayan emeklilerin sendikalaşması faaliyeti de engellenmeye devam ediyor.
Yukarıda belirttiğim gibi, hem dünya genelinde hem tek tek ülkelerde, insan haklarının uygulanması oldukça sorunlu. Özellikle son yıllarda, güçlü ekonomilere sahip devletler, güçlü silah sanayilerinin müşterilerini kaybetmemek için insan hakları ihlallerini görmezden gelmektedirler. Bu nedenle, içinde Türkiye'nin de bulunduğu birçok devlet insan haklarını alabildiğine ihlal etse de, çağdaş demokrasiyi savundukları iddiasında olan devletler, ticari kaygılarla bu ülkelerle ticari ilişkilerini geliştirerek sürdürmektedirler. Bir başka deyişle insan hak ve özgürlükleri, ticari menfaatlere feda edilmektedir.
Tüm bu ihlallerin yaşandığı, insan haklarının ticarete kurban edildiği, insan hak ve özgürlüklerinden bahsetmenin neredeyse olanaksız hale getirildiği bugünlerde yapılması gereken, başta yaşadığımız ülke Türkiye’de yaşayanlar olmak üzere, kendisine insanım diyen herkesin, siyasi partilerin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin bu haklara sahip çıkması ve tek tek ülkelerden başlayarak dünya çapında bu hakların uygulanması için mücadele etmesidir.
Bütün canlıların, başta yaşam hakkı olmak üzere tüm haklarının korunduğu bir dünya dileğiyle, sağlıkla kalın.