İnsan hiç adını unutur mu?
Şükran Lılek YILMAZ
Unutmaz! Eğer, hafıza kaybı, demans, alzhiemer benzeri nörolojik bir hastalığa maruz kalmadıysa unutmaz. Ben, unuttum! Herhangi bir nörolojik hastalığım da olmadığı halde, unuttum. Üstelik neden ve nasıl unuttuğumu bilmeden unuttum.
Nüfusunun çoğunun Zazaca konuştuğu Dersim (Tunceli)’in Ovacık ilçesinin bir köyünde doğmuşum, ailemin yaşama tutunabilen ilk çocuğuydum. Anne ve babam, ekonomik nedenlerle Ovacık ilçe merkezine taşınma kararı almıştı. Yeni ev, yeni komşular, dükkanlar, lokantalar ve daha önemlisi köyümüzdekinden çok farklı yeni bir yaşam biçimi ve yeni bir dil...
Neden taşındığımızı, neler olduğunu algılayacak yaşta değildim elbette. Ancak küçük yaşta olmama rağmen yaşadıklarımdan bende iz bırakan bazı olayları çok iyi hatırlıyorum. Hatırladıklarım arasında başta ev sahiplerimizin çocukları da dahil olmak üzere sokaktaki çocukların anlamadığım bir dilde konuşmalarıydı. Yalnızca annelerine seslenirken veya arkadaşlarıyla kavga ederken benim bildiğim dilde konuşuyorlardı. Tırki (Türkçe) olduğunu söylüyordu annem bu dilin. Bana da dışarı çıkıp çocuklarla oynamamı, onlarla konuşarak bu dili öğrenmemi söylüyordu durmadan. Kendi de çabalıyordu öğrenmek için Tırkiyi.
Evde sorun yoktu, çünkü aile içinde ana dilimi konuşuyordum. Fakat sokak öyle değildi. Biri bir şey söylerse cevap veremem korkusuyla kapının önünden iki adım öteye gidemiyordum. Bu durum uzun sürmedi, kısa sürede ben de yaşadığım çevreye uyum sağlamış, komşu çocuklarıyla oynarken konuşulan dili tek tük kelimelerle, kısa cümlelerle öğrenmeye başlamıştım.
İlçe merkezinde iki yıl yaşadıktan sonra annem, "biz okumadık, bari çocuklarımız okusun," kaygısıyla babama ısrar edince ikinci ve daha uzun bir yolculuğa çıktık. İstanbul’a gidiyorduk; taşı toprağı altın şehre! Köyden kente göç eden her aile gibi bizim de bir kat yatak, birkaç kap kacaktı yükümüz...
Bu yolculukla benim, adımı unutma sürecinin daha katı, daha hızlı ve de daha yıkıcı ikinci adımı böylece başlamış oluyordu. Hemşeri dayanışması ile geldiğimiz İstanbul’un, yerleştiğimiz kenar mahallesinde her ne kadar birkaç hemşerimiz olsa da nüfusun çoğunluğu Türk’tü. Biz o zamanlar hepsine kısaca "Tırk/Türk" diyorduk, ancak zamanla aralarında Balkan göçmenleri, Karadenizli, Egeli farklı kültürel gruplara mensup insanlar olduğunu öğrenecektik.
İstanbul’a taşındığımızda 12 Mart muhtırasının üzerinden kısa bir süre geçmişti. Ve biz hem Aleviydik hem de Zazaca konuşuyorduk. 38 Kırımını yaşamış bir grubun üyesi olarak geldiğimiz bu koca şehirde tedirgindik. Geldiğimiz ilk günlerde anne babalarımızın, komşulardan gelecek, nereli olduğumuz sorusuna Elazığlı veya Erzincanlı olduğumuzu, Ramazan'da oruç tutup tutmadığımız sorusuna ise tuttuğumuzu söylememizi sıklıkla hatırlattıkları bir dönemdi.
Benim okula başlama yaşımdı, böylelikle eğitim hayatıyla birlikte artık evde de ağırlıklı konuşulan dil Türkçe olmuştu. Annem de şehre adaptasyonunu tamamlama ve aile ekonomisine katkı sunmak için çalışma arzusuyla Türkçeyi öğrenmek için azami çaba harcıyordu. Hatta bir ara kardeşimle bana okuldan gelince Zazaca konuşmayı yasaklamıştı. Böylelikle Zazaca-Türkçe karışık bir dil geliştirmişti kendine. Bu süreç, annemin çalışma yaşamına başlamasıyla gittikçe Türkçe ağırlıklı konuşmaya evrildi ne yazık ki. Bugün olmuş, annem hâlâ bizimle sohbetlerinde Zazaca-Türkçe karışık konuşur.
Önce eğitim yaşamı, ardından iş yaşamımda mesleğim gereği mecburi hizmet nedeniyle aileden uzaklaşmamın etkisiyle her ne kadar anadilimi unutmamış olsam da adımı tamamen unutmuştum. İstanbul’a göçün ardında, yaz tatillerini köyde geçirmem nedeniyle dilimi unutmuyordum. Evde ne zaman köyden konu açılsa anılarımızı yad ederken annemle veya köyden gelen akrabalarımızla anadilimiz konuşuluyordu. Bu nedenle dilimizi konuşmayı hiç unutmadım; arada bir hatırlayamadığım kelimeler olsa da...
Benim açımdan yalnızca aile içinde ve yaşlı akrabalarımızla konuştuğum ana dilimle ilgili önemli bir gelişme, sosyal medyada karşılaştığım bir yazıyla oldu. 2009 yılında, o güne kadar konuştuğum ana dilimde yazılmış bir metne ilk defa rastlamıştım. Şaşırmakla beraber çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Konuştuğum dilin yazılabildiğinden habersizdim çünkü. Hatta ana dilimizde kitap, gazete, dergi üretildiğini gördüğümde yaşadığım heyecanı tarif etmekte hâlâ zorlanıyorum... Bu heyecanı yaşarken diğer yandan UNESCO’nun o yıl, pek çok dille birlikte benim ana dilimin de kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını açıkladığını öğrenmek beni son derece üzmüştü.
İnsan, hiç adını unutur mu? Ben unuttum, dahası bana unutturmuşlardı ve ben bunun farkında bile değildim...
Gerçekten adımı unutmuştum, önce Ovacık, ardından İstanbul; eğitim, iş yaşamı derken artık evde dahil olmak üzere yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin bana verdiği kimlikte yazan adımla yaşıyordum. Ta ki sosyal medyada Zazaca yazılan bir grupta tanıdığım, Almanya’da yaşayan ve Zazaca üzerine doktora yapan Dersimli, Mesut Asmên Keskin ile 2010 yılında görüşene kadar. İlk karşılaşmamızda sohbet ederken evde bana nasıl seslenildiğini sormuştu. Hiç düşünmeden "Şükran" demiştim. "Onu sormuyorum, küçükken annen seni nasıl severdi mesela" deyince, o anda yanıt verememiş düşünmek zorunda kalmıştım. Sohbetimize devam ederken aklımda hep bu soru vardı; sahi bana ne diyorlardı, nasıl seviyorlardı? Yoksa beni hiç sevmediler mi? Yok canım, sevmemiş olamazlardı! Sonunda hatırladım, "Lıleka mı" dedim. Evet, benim köydeyken adım Lılek (Sevimli, güzel şirin kız çocuklarına söylenir) idi ve ben bunu unutmuştum. Babam, askere gittikten kısa süre sonra doğmuşum, iki yıl sonra döndüğünde evde, henüz ismi olmayan kızını, "Lılek" diye çağırıp sevmeye başlayınca adım Lılek kalmıştı. Elbette bu ismin nüfusa yazılmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Dolayısıyla adım, kimlikte Şükran’dı.
O gün, uzun yıllar sonra adımı hatırladığımda, Devlet’in üzerimizde uyguladığı asimilasyonun nasıl da iliklerimize kadar işlediğini ve bize dilimizi unutturmakla kalmayıp adımızı dahi unutturduğunun farkına vardım. Bu farkındalıkla kaybolmakta olan ana dilim Zazaca ile daha çok ilgilenmeye başladım. Öncelikle bütün bu olanların üstünden kısa zaman geçmişken gelen Zazaca tiyatro yapma teklifini kabul ettim. Tiyatro, bana ana dilimi günlük yaşamda daha çok kullanma imkânı sağlayacaktı. Diğer yandan dilbilimci dostum, Mesut Asmên ile Zazaca üzerine konuşuyor, yazı dilini öğrenmeye çabalıyordum. Derken bu süreç beni o sıralar İstanbul’da yeni kurulmuş olan Zaza Dil ve Kültür Derneği (ZAZA-DER)’ne götürdü. Fırsat buldukça derneğe gidiyor, dil üzerine yapılan sohbetleri dinliyor, Türkiye’nin farklı şehirlerinden olup Zazaca konuşan insanlarla tanışıyor böylelikle unuttuğum kelimeleri yeniden hatırlıyor, Zazaca konuşmamı zenginleştirmeye çalışıyordum. Diğer yandan da aklımın bir kenarında dilimizin kaybolma tehdidiyle karşı karşıya kalması vardı. Bu nedenle derneğin yürüttüğü projelere, etkinliklere, elimden geldiğince katılmaya çalışıyorum. Çünkü, bana adımı unutturan sistem, hâlâ işlemeye devam ediyor; ana dilimizi öldürüyor.
Yukarıda belirttiğim gibi çocukluğumun yaz tatilleri köyde, anneannemin yanında, geçti. Türkçe bilmeyen bu kuşakla vakit geçirme imkânı bulan son kuşak biziz. Ve ne yazık ki dilimizin son aktaranı olan bu kuşağın bireylerinden sırası gelen bizi bırakıp gidiyor yavaş yavaş. Giderken de dilin; en saf, en duru, en orijinal hâlini beraberinde götürüyor. Anneannem, iki yıl önce felç geçirdiğinde konuşma merkezi de etkilenmişti. Uzun süren tedavi sonrası doktoru, konuşmasının geri gelmeyeceğini söylediğinde önce anneanneme sonra kendime üzüldüm. Kendim için de üzüldüm, çünkü artık onunla dilimizi konuşamayacaktım; ondan bilmediğim, unuttuğum kelimeleri, deyimleri, ata sözlerini öğrenemeyecektim. Son zamanlarda ne zaman onunla konuşma ihtiyacı duysam, sağlığı yerindeyken kaydettiğim sohbetleri izliyorum ve iyi ki de yapmışım bu kayıtları diyorum..
Ve ben, şimdi adımın "Lılek" olduğunu hatırladığım gibi, rüyalarımı da yeniden ana dilimde görebilmenin umuduyla Zazacanın yaşaması için mücadele etmeye devam edeceğim. Çocuklarımız, adlarını unutmasınlar, ninelerinden, dedelerinden Zazaca masallar, ninniler dinleyebilsinler diye, ben üzerime düşeni yapmaktan vaz geçmeyeceğim!