İnsan kalbinin ölümcül uğultusu: Şiddet...
Ahmet İLHAN
Uzun bir süredir yaşayageldiğimiz süreci, derin aşağılık komplekslerinin tersinden tetiklediği narsisizmin, depresif ve agresif tezahürlerinin serbest dolaşıma girdiği bir durum olarak okumak gerekir. Bu çeşit hastalıklı narsisizm, her tür "öteki" ile ve esasında kendisi ile yitirilmiş olan gerçek bir ilişki ve iletişimin ve dolayısıyla dünyanın ve çağın gerekleriyle kopukluğun sonucudur. Bunun devamı olarak da etrafı ateşle çevrilmiş akrebin kendini sokması türünde bir kuşatılmışlığın depresyonu ve nevrozu içindeki öznenin, gözü kararmış saldırganlığının kendine ve çevresine dönük şiddetinin kontrolden çıktığı noktadayız da diyebiliriz. Bu kişilik yapısının, sürekli, çoğu da hayali olan düşmanlar üreterek, kendi şiddetini beslemesi, esasında amaç edindiği irrasyonel ve saçma ideale dayalı yükünün altında ezilen karakterinin doğurduğu bir sonuçtur. Bu kısır döngüden çıkışa dair oluşturulacak algoritmanın ilk adımı, "öteki" ile yıkıcılık ve düşmanlık üzerine kurulan anlam şemasının bozulması olmalıdır. Fakat şimdilik bundan çok uzağız ve asıl olarak kalplerimizi ölümcül bir uğultuyla teslim almış şiddeti, daha güçlü ve etkili bir biçimde kime, neye ve nasıl yöneltiriz düşüncesiyle meşgulüz.
İnsan doğası, kendi varoluşunun bir topos’u ise, şiddet onun dominatif alt kümesidir ve bu anlamda oluşan topolojide şiddet kümesi, kılıktan kılığa girerek değişen ama asla kaybolmayan bir eğilim olarak insan türünün genel karakterinin sabit belirleyenidir. Hatta diyebiliriz ki şiddet, insanın bir tür olarak varolmasının koşullarını içermekle, insanın genel doğasının üzerinde bir topoloji niteliğindedir. Şiddet, zengin içeriğini hiç kaybetmeden, çağa ve toplumsal durumlara göre biçim değiştirerek insanın ruhsal evrenini düzenliyor. Bu, suret değiştirerek varlığını her düzey ve biçimde sürdüren şiddetin, günümüzde var olma biçimlerine dair Byung-Chul Han, şöyle diyor: " Günümüzde aşikârlıktan mahremiyete, cephesel karşılaşmadan viral bulaşmaya, kaba güçten medyatiğe, fiziksellikten ruhsallığa, (…) kayıyor ve derinin altına, satır aralarına, kılcal damarlara ve sinir uçlarına doğru geri çekiliyor." (1) Şiddetin hiç yok olmayan doğası, geç modernite düzeyinde yaşayan veya daha geri toplumlarda kaba fiziki görünümünü korurken; gelişmiş, medeni toplumlarda ise daha derinlerde veya rafine biçimlerde varlığını korumasına yol açıyor. Hatta bu toplumlarda şiddetin neredeyse tamamen yok olduğu yanılsamasına bile kapılabiliyoruz. Fakat hangi kılık altında olursa olsun, insanın insana uyguladığı bir tür fiziksel kaba güç olarak şiddet, ister belirli failler veya suç grupları, ister anonimleşmiş olarak, isterse de bizzat ekonomik ve politik sistemin doğasına içkin olarak ortaya çıkmış olsun, özü itibariyle insan türünün arkaik, ilkel, intikamcı kanlı erken doğasının bir tezahürüdür. Bu ilkel doğayı, devletlerin kutsallık mitiyle olumlu değerlere dönüştürerek sürdürmeleri de sonucu değiştirmez. Fakat şiddet nosyonu, bütün bu ve benzeri tanımlamaları ne söylense eksik bırakan derin ve kapsamlı bir niteliğe sahiptir.
Uzun bir süredir daha özel bir şiddet türünün, kadına yönelik şiddetin, ülke gündemimizi belirleyen temel sorunlardan biri olduğunu görüyoruz. Bu sorunun sosyal, psikolojik, politik boyutunu öne çıkaran, eğitimle bağını kuran ama temelde iki biçimde ortaya çıkan bir sorgulama sürecini de beraberinde yaşıyoruz. Bu iki yaklaşımdan birincisi, erkek failin davranışlarının kökensel boyutunun cinsellikle ilgili psikanalitik yorumu, ikincisi de kadın türünün, erkeğin male-dominated düzeninin değişmez şiddet nesnesi olduğu biçimindeki yorumudur. Her iki sorgulama biçiminin kendi içinde birçok doğrusu olsa da yine de şiddet sorununu, "erkek"i, kategorik olarak karşı cephe içinde konumlandırarak, belli bir dar aralığa sıkıştırma çabalarına hizmet ettiğini söylemek gerekir. Zira sadece erkeğin, ruhsal bozukluk veya kişilik özellikleri ve profillerine odaklanan intrapsişik açıklamalar veya sık sık ve yüksek sesle vurgulanan ataerkil sosyal sistemlerde kadına ve şiddetine karşı, şiddetin cinsiyetçi doğasını vurgulayan feminist analizler, sorunun tek boyut üzerinden tartışılmasına neden olmaktadır. Hatta bu sorun, az da olsa belli bir kesimin sınırlı bir entelektüalizmle sorunu, androjenik hormonal etkiler gibi biyolojik faktörlere; erkeğin evrimsel süreçteki niteliğine indirgeyerek tartışması nedeniyle de özünden sapıyor görünmektedir. Oysa daha geniş bir perspektifle, toplumun yapısal özelliklerini, erkek şiddetini teşvik eden ve kadınları savunmasız bir potansiyel kurban sınıfı olarak sürdüren bireysel, ikili, aile, akran grubu, sosyal gruplar, okul, din, güvenlik kurumları, medya ve nihayetinde bunların hepsinin içinde olduğu devlet şeması düzeyinde anlamayı amaçlayan ekonomik, politik, siyasi ve sosyokültürel analizler düzeyinde yapılmalıydı. Fakat bunların yerine daha çok; sorunun, bireysel, ikili ve her bir suç fiilinin özel şartları düzeyinde saldırgan erkeği, işlediği fiile kanalize eden, kadına şiddet için özel ve öznel olarak konumlandıran ek faktörler üzerine yoğunlaşılıyor ki bu da şiddet sorununun gerçek nedenlerine dair tartışmayı saptırıyor, çarpıtıyor ve etkisini azaltıyor. Sorun, "bu adam, bu fiili acaba neden işledi?" bilinçli saptırma sorusunun düzeyinde tartışılmaya dönüştürüldüğü an, gerçek niteliğini kaybetmektedir. Çok az sayıda aklı başında bilim ve düşünce insanının, kadına yönelik şiddetin nedenlerini; başta politik, siyasi ve kültürel tercihler olmak üzere, genç yaşta evlilik, düşük eğitim düzeyi, alkolün kötüye kullanımı; çocukluk travması veya istismar geçmişi; çoklu partnerler, düşük ilişki memnuniyeti, zorla evlilik; toplumsal düzey belirlenimi için yoksulluk, sosyal destek eksikliği ve istihdam olanakları eksikliği; erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğünün ve egemenliğinin kültürel olarak kabulü, şiddetin bir çeşit eğitim aracı olarak olağan görülmesi, dini, geleneksel ve törel kültürel uygulamalar ve toplumsal düzeyde zayıf yaptırımlar, siyasi partilerin ve figürlerin politik tutumları, devletin soruna genel yaklaşımı vb. gibi saptanabilecek olan birçok faktörü sıralaması da ne yazık ki sorunun, gürültülü ve dağınık tartışma kültürümüz içinde belirsizleşip, kısa sürede unutulup gitmesine yol açmakta. Oysa sorun, çok net ve açık biçimde ortaya koyulmalıdır ki gerek sorunun tespitine gerekse de çözümüne yönelik tali meselelerin arasında kaybolmasın. Sorunun antropolojik, sosyolojik, psikolojik, hormonal, evrimsel, kültürel birçok boyutu bulunsa da, bugün için, yani içinde olduğumuz bilgi çağında esas olarak sorun, tümüyle politiktir.
Son otuz-kırk yılda, bütün dünya düzeyinde temel bir değere dönüşen küreselleşme ve bu düzenin, nimetlerinden çokça yararlandığı dijital çağın sunduğu olanakların da yardımıyla, kültürlerin birbirilerine karşı düşmanca tutumları, her düzeydeki farklılıkların olumsuzluk olarak algılanması genel olarak zayıflasa da bu çeşit "öteki"leştirmelerin neden olduğu şiddet büyük oranda ortadan kalkmış diyemeyiz. Günümüzde hala etnik, dini, milliyetçi motivasyonların neden olduğu şiddet, farklı düzeylerde de olsa dünyanın her yerinde sürmektedir. Devletlerin ekonomik çıkarları için yaratıkları şiddet ise hiç hız kesmeden, birçok coğrafyayı, kültürü, insan topluluğunu tarumar ederek sürüp gitmekte. Kadına yönelik şiddet ise bütün bu şiddet biçimlerinin içinde, arasında, bazen merkezinde yer almaya devam etmektedir. Farklı saiklerle süren bölgesel çatışmaların en büyük kurbanları kadınlar ve kız çocukları olmakta. Zira yakın zamanda Irak ve Suriye’de yaratılan savaşın en büyük kurbanları da yine kadınlar ve kız çocukları olmuştur, olmaya devam etmektedir. İslamcı bir örgütün kaçırdığı binlerce kadın ve kız çocuğu pazarlarda satılmış, seks kölesi yapılmış, bu da yetmemiş tecavüz edilmiş ve öldürülmüşlerdir. Yine 1996 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin doğusunda ortaya çıkan silahlı çatışmanın en dehşet verici yönlerinden biri de kadınlara ve kız çocuklarına yönelik cinsel şiddettir. Kongo’daki çatışmanın tüm taraflarının katıldığı bu vahşet görüntüleri adeta savaş içinde bir başka savaş olmuştur. Bu örneklerde şiddet, dekapitasyon düzeyinde en ilkel formuyla bir egemenlik aracı olarak belirmiştir. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün elbette ama bu örnekler üzerinden ortaya çıkan temel gerçek şudur: Kapitalist ekonomik sistemlerce de desteklenen totaliter hetero-iktidarların egemen olduğu bir dünya düzeninde, şiddet, ortaya çıkmak için her zaman kendine bir gerekçe üretir ve üzerinde gerçekleşmek için de uygun bir nesne bulur. Bu, bazen kadın, bazen kız çocukları, bazen savunmasız ve yoksul insanlar, bazen etnik-dini-kültürel topluluklar, bazen hayvanlar ve bazen de yeryüzü ve üzerindeki doğa olur. Çünkü bu düzen, varoluşunu şiddet toposu üzerinde kurmuştur. O dünyada, her şey, ele geçirilmenin, fethedilmenin, iç edinmenin, mülk edinmenin nesnesidir ve kadın da bundan azade değildir. O da bir fetih nesnesidir. Sonuçta bu, kadınıyla –erkeğiyle birlikte yaratılan özgün bir sistemin ürettiği sorundur ve bu sistem de kendi doğasına uygun bir "kadın ve erkek" yaratır. Her iki özne de bu sistemde kendisi için verili olanın sınırları içinde davranır. Sistem erkeğinin kadın üzerindeki fethi sadece fiziksel ele geçirmeyle de tamamlanmaz. Hatta hiç tamamlanmaz. Çünkü bu çeşit erkekten kadına yönelen şiddet, görünür sebebi ne olursa olsun, sonuçta, erkeğin bütün yetersizliklerinden, komplekslerinden, iktidar hırsı ve güç isteminden kaynaklanan içsel azabının kadın bedeni üzerinde dışsallaştırılmasıdır. Ancak bu şiddet, erkeğin arkaik doğasından kaynaklanmaktan daha çok, sistemin ona yüklediği anlam ve değer dünyasının niteliğinden kaynaklanır. Erkeğin içsel azabı, sistemin ona yüklediği doğasının hastalıklı üretimidir.
Şiddet, insan doğasının başat bir ögesi de olsa, mevcut dünya düzeninin, rejimlerin, ekonomik sistemlerin, dinlerin egemenlik ve baskı kurma aracı da olsa, insanlığın bugün sahip olduğu entelektüel gelişim düzeyi, şiddeti mazur görecek, önemsiz sayacak, görmezden gelecek aşamayı çoktan aştı. Bu bağlamda, neye, kime; nasıl ve niçin yönelirse yönelsin şiddet sorunu kökten çözümler üretilerek ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için de toplumsal değişim dinamiğinin çağdaş ve evrensel insani değerler yönünde güçlendirilmesi, en başta kadına ilişkin kritik cinsiyet eşitsizliğinin ve bütün diğer ötekileştirmelerin farkına varılması gerekir. Bunların, mevcut şiddet sorununun hem nedeni hem de sonucu olduğunun gösterilmesi gerekir. Ayrıca, genel olarak şiddetin, özel olarak kadına yönelik şiddetin, sadece bölgesel veya belli toplumlara ait bir sorun olmadığı, aksine kadına yönelik şiddetin, yaş, sosyoekonomik durum, eğitim ve coğrafya sınırlarını aşan küresel bir olgu olduğunun da bilinmesi gerekir. Zira Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılan tahminler, dünya çapında kadın ve kız çocuklarının yaklaşık üçte birinde (yüzde 35) yaşamları boyunca fiziksel ve veya cinsel yakın eş şiddeti veya eş dışı cinsel şiddet yaşadığını göstermektedir. Bu bağlamda bilinmeli ki, son günlerde ciddi anlamda gündemimizi meşgul eden ve ciddi tepkilere neden olan konulardan biri olan İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilme isteği de kadınları, şiddete karşı hukuki güvencesizlikle baş başa bırakmak anlamına gelecektir. Bu durum da ülkemizi, dünya üzerinde kadınları aile içi şiddete karşı koruyan yasaların bulunmadığı 49 ülke arasına sokacaktır. Yasa ve kanunların, sorunun çözümünde ne denli etkisi olduğu tartışılabilir ancak, bu Sözleşmeyi korumak, soruna dair bir irade bildirimidir, bir niyet gösterimidir ve bu anlamıyla diğer değişim ve dönüşümlerin zemini olarak kullanılacaktır. Esas olarak değişim; bütün "öteki"lere ve özelde kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmayı amaçlayan yenilikçi, agresif politikalarla, mevcut normları değiştirmeye çalışmakla başarılacaktır. Bütün bunların olması için de başta kadınlar olmak üzere tüm öteki ve ezilenlerin her tür dışlanmaya, yok edilmeye karşı güçlü politik direnç sahaları oluşturmaları, aşağıdan yukarıya doğru, yerinde ve anlamlı yol ve yöntemlerle politik figür ve kurumlar üzerinde tazyik uygulamaları gerekir.
1-Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, metis yay. çev. Dilek Zaptçıoğlu, s. 9