İstasyon’un düşündürdükleri

İstasyon’un düşündürdükleri
Kitaba da adını veren İstasyon, aslında bir ev. Bir 'istasyon ev'. İkameti burada olan kimse var mıdır bilinmez ama Türkiye’nin denize kıyısı olan Başkent’inde bir adada.

Kerem GÖRKEM


Benim kuşağımdan olan yazarların ev ile ilgili bir dertleri olduğunu daha önce yazmıştım. Hatta bir seferinde, bir söyleşide, bunu açma imkânım olmuş, meselenin bir yaşam alanı olarak evden öte, mekân kavramının kendisiyle ilgili olduğunu söylemiştim. Şimdi tekrar edelim: Bir ev, ufacık bir oda, hatta bir kent olabilir bu mekân. Bizim derdimiz sınırları belli, duvarlarla, çitlerle ve bazen "doğal" peyzajla çevrili mekânın kendisiyle değil, onunla kurduğumuz ilişkide. Şunu da eklemeli ki, insanı mekândan ayrı düşünmemek tek bir çıkışa götürüyor zihni. Tekrar olacak ama yazmasam olmaz: Biz nasıl ki mekânla oynuyor, onu yapıyor ve bazen bozuyorsak, o da bizi yontuyor. Kentli, köylü, evsiz… Bütün bunlar yumurtadan çıkmadı ya? Kentliyi kentli yapan kentin kendisi olduğu kadar, öteki kentliler de.

Bana mekân üzerine bunca şeyi düşündüren kitap, geride bıraktığımız Kasım ayında Metis’ten çıkan İstasyon, Birgül Oğuz’un 2012’de gelen Hah’ının ardından üçüncü metni oldu. 2007’de çıkan ilk kitap Fasulye’nin Bildiği bir öyküler toplamıydı, şu memlekette ödüllerin en "temizi" Yaşar Nabi Nayır’ı kazanarak basılmıştı. Sonra 2014’te Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü de kazanan Hah geldi… Hah bir yas kitabıydı, yas kitabına yaraşır bir üslupla yazılmış, Oğuz’un edebiyatını gündeme getirmişti. (İstasyon bu tartışmayı yeniden alevlendirecek gibi, zira taban tabana zıt, oldukça yalın bir metin.) Yukarıda sıraladığım yılları birbirinden çıkartarak, Birgül Oğuz’un, işi yalnızca edebiyat olan bir yazar için hayli limitli bir üretime sahip olduğunu düşünebilirsiniz. Ama korkarım iş, sayıdan daha çok yoğunlukta: Bambaşka bir hikâyesi olan bir kitabın, bir başka yazarı mekân üzerine düşündürüp bu konuda birkaç satır yazmaya itmesinde.

Kitaba da adını veren İstasyon, aslında bir ev. Bir "istasyon ev". İkameti burada olan kimse var mıdır bilinmez ama Türkiye’nin denize kıyısı olan Başkent’inde bir adada. Oldukça korunaklı, ilk görüşte böyle bir yerin varlığını ayırt etmek zor. Bu haliyle bir sığınağa benziyor. Her mekân bir tür sığınak değil midir, o başka yazının konusu olsun, ama bu istasyon evi sığınağa benzetmemi haklı çıkaran başka şeyler de var: Hikâyenin başkişisi Deniz’in, düşman gibi, yırtıcı bir hayvan gibi ya da devlet gibi, fiziki mevcudiyeti olan "bir şeyden" kaçtığı yok. Kaçış yok ama kayıp var, Deniz, taşradaki üniversite hocalığı işini ve çokça da hayattaki istikametini yitirmiş. Kitabın başında resmedilen Deniz’i en iyi anlatacak ifade, şüphesiz ki yersiz yurtsuz. Eski arkadaşı Nihal’in onu istasyon eve davetini bir çıkış olarak görüyor böylece. Fakat burada önce yalnız, sonra bir köpek ve nihayet ne idüğü belirsiz bir misafirle geçirdiği günler Deniz’i kendine döndürüyor. İstasyon ev, gitgide, aynalarla dolu bir mekâna dönüşüyor: "Bazı akşamüstleri zihnimde berrak bir sayfa açılıyordu ve kitabı tüm bölümleriyle gözümün önüne getirebiliyordum. Her şeyi yazmışım, sayfaları tek tek duvara yapıştırmışım, sonra her sayfayı görebileceğim ama haliyle sözcükleri seçemeyeceğim ince ayar bir mesafe bırakmışım aramızda. İçim içime sığmıyordu o anlarda, ama ağzımı sımsıkı kapalı tutuyordum ve nefes almaya bile korkuyordum ve şöyle diyordum kendime mutlulukla: Ayağını denk al kızım, en ufak bir kıpırtıda hepsi dağılır."

İstasyon 103 sayfalık, kısacık bir metin ama dediğim gibi, iş yoğunlukta… Deniz’in hayatında okurun kendinden, içerisinde yaşadığı mekânların her bir metrekaresinden ve soluduğu atmosferden bir şeyler bulması muhtemel. Birgül Oğuz, Hah’ta bolca hayat üzerine düşündürmüştü, şimdi onun üzerine mekânı koydu. Böyle böyle, o yazdıkça, bir şeyler billurlaşacak gibi hissediyor ve çok seviniyorum.

Ne de olsa hayat, bir ev olduğundan daha çok istasyon… Nasıl ki bir yazar, kalemden çok büyüteci tutuyorsa, işte öyle…

Öne Çıkanlar