Kadın mücadelesinin eril kodları
Josef H. KILÇIKSIZ
Kadınlar günü mü dediniz? Baltık Pengueni veya Karamelli Badem Gününe ne dersiniz? Büyükbabalar gününden bahsetmiyorum bile, isterseniz Sekreterler Günü, Büyükanneler Günü, Kabotaj Bayramı ya da olmadı Sevgililer Günü verelim.
Çiçek çikolata ya da pahalı hediyeler bu özel günlerde burjuva damak tadının pek çok sembolik eylemlerinden sadece bazılarını oluşturuyor.
Sevgililer Günü demişken, aşkınızı kanıtlamak için, çiçekçiler ve çikolata üreticileri tarafından icat edilen bir güne ihtiyacınız yok. Kadınların neyi kanıtlamak için bir Kadınlar Günü'ne ihtiyacı olduklarını anlamış değilim. Dişiliklerini mi, pozitif ayrımcılığa ihtiyaçları olduklarını mı, yoksa ataerkilin insafı ve merhameti olmadan hayatta kalamayacaklarını teyit etmek için mi?
Bu sorunun tüm olası yanıtları, 8 Mart’ı tüketim toplumunun bir tuzağı, ataerkilin bir lütfu, ya da sistemin bir euphemismi (güzellemesi) olarak bir burjuva bilinciyle kutlamanın felsefesinde yatıyor.
Oysa asıl mesele, dinci bir partinin, cemaatin kadın hakkındaki basmakalıp vizyonunu, stereotipilerini veya sistemin kadınsı idealini kutsamak değildir.
Öyleyse argümanlarınızı keskinleştirip sıkı durun. Her şeyden önce bir kavram karmaşasına son verelim. Bir kere Kadınlar Günü değil, Dünya Kadınlar Mücadele Günü: Kutlama ve anma arasındaki ince çizgide kontur ve derinlik kazanan onurlu bir savaşım.
Kelime kelime açıklama yapmayı sürdürelim. 8 Mart diğer kadınlarla dayanışma göstermek için kutlanması gereken bir gündür. Tabii ki, kadını başka günlerde de düşünmek gerekiyor. Ancak bu mücadeleye bir gün ayırmak, bu uğurda kat edilen yolu, daha kat edilmesi gereken yolun ne kadar uzun ve çetrefilli olduğunu ve başarılması gereken görevin devasa hacmini ölçmek için 24 değerli saati ayırmak anlamına geliyor.
BM sekiz Mart’ı, "Uluslararası Kadınlar Günü" diye anıyor. Buradaki uluslararası nitelemesi, kadınlarla dayanışmaya gezegen ölçeğinde boyutlar katadursun, diğer yandan, "ne kadar uluslararası ise, o kadar kadının ölümü" anlamına geliyor.
Ataerkil düzen, her zaman kadınları bir statüye, role veya doğaya hapsetmeye çalıştı. Oysa kadınlar her şeyden önce bireydir, onlar azınlık değil, insanlığın yarısıdır.
Kapitalist ajandanın "dahi pazarlayıcıları" bugünden yararlanarak markaların çoğunu 8 Mart ile ilişkilendirmeye daha şimdiden başladılar. Her türlü yüz bakımı, makyaj, bulaşık deterjanı ve mutfak ürünlerini "kadın gününü" kutlamak için indirimli fiyatlarla piyasaya sürdüler.
Kısacası ataerkilin ürünlere yansıyan cinsiyetçilik gösterileri hız kesmiyor. Bu ürünler, kadını ya cinsel, biyolojik doğasına ya da geleneksel iş bölümü rollerine hapsediyor. Ancak reklamlar ve tüketim tuzakları, hâlâ yapılacak işler olduğunu akılda tutmak için birer "andıç" işlevi de görüyor.
Birçok büyük firma, sağda solda popülist reklamlar verme kervanına katılırken, sağ olsunlar (!) bazı erkekler de kalpli emojiler göndererek küçük burjuva sakilliği kervanına katılmayı yeğlediler.
Siyasetinden ticaretine, futbolundan medyasına kadar sirayet eden popülizm illetinden, yapılan her işin, her söylemin içine işlemiş riyakarlıktan, insan iğrenmeden yapamıyor.
"Çalışanlarımızın yüzde bilmem kaçı kadın" temalı reklamlar yaparak bu kervana katılan firmalar da oldu. Bu tanıtım kampanyaları, aklıma, erkek işçi yevmiyesinden daha ucuz diye tarlalarda mahsul toplamak için sadece kadın işçilerin çalıştırılması gerçeğini düşürdü.
Toplum o kadar duyarsız ki, birkaç ay önce uzayda tamamı kadınlardan oluşan grup uzay yürüyüşü yapmışken, ülkemizde kadınlar Taksim’de bile yürüyemiyor.
Diğer yandan 8 Mart, yılın geri kalanında, kadına dair -pek çok insanın ilgisini çekmeyen- talepleri öne çıkarmayı ve feminisid (bir kadını cinsiyeti yüzünden öldürmek) olgusuna spot ışığı tutma fırsatı olmayı da sürdürüyor.
8 Mart tarihi, kadınların toplumsal mücadelesine sınıfsal bir karakter kazandırmak için dünya sosyalist hareketinin bir girişimiydi.
Kutlama kararı, Alman aktivist Clara Zetkin'in girişimiyle Ağustos 1910'da Kopenhag'daki 2. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda alındı. 8 Mart sadece bir ilke ve başlangıç olarak kabul edildi. Kadınları proletaryanın sınıf bilincine sahip siyasi ve sendikal örgütleriyle uyum içinde seferber etmek 1910'da konferansın başlıca siyasi amacıydı.
Konferans, aynı zamanda feminist grupların emekçi kadınlar üzerindeki etkisine tam olarak karşı koymak gibi "gizli", ideolojik bir ajandaya sahipti. Çünkü, Zetkin "Burjuva feministleri" ile ittifakı kategorik olarak reddetmişti.
Dünya ölçeğinde iç karartıcı kadın realitesinin rahatsız edici yansımaları ülkeden ülkeye değişiyor.
Avrupalı kadınların yüzde 22'si partnerlerinin fiziksel veya cinsel şiddetine maruz kaldı.
Dünyadaki işletmelerin sadece yüzde 8'i bir kadın tarafından yönetiliyor.
Bir kadının yapabileceği mesleği ya da iş türünü kısıtlayan yaptırım ve yasalar 79 ülkede hâlâ yürürlüktedir.
Sözüm ona uygar dünyada bile eşit işe eşit ücret ilkesi uygulanmıyor. Kadınlar hâlâ ortalama olarak erkeklerden yüzde 27 daha az kazanıyor.
Dünya genelinde cinsiyet eşitsizlikleri, özellikle işgücü piyasasında hala çok yüksektir. Dünya Ekonomik Forumu raporuna göre, mevcut hızla eşitliğe ulaşmak, bir yüzyıldan daha fazla zaman alacak.
Kürtaj hakkı ülkelerin üçte ikisinden fazlasında kısıtlanmıştır.
Gezegen ölçeğinde endişe verici bu gerçekleri Türkiye’de kadınlar aleyhine daha da ağırlaştıran, din, gelenekler, toplumsal mantalite, "mahalle", namus, cinsel tabular, ataerkil ve anakronik mitler bulunuyor.
Kadınların ekonomik, sosyal otonomizasyonu (özerkleştirme), güçlendirilmesi (empowerment), başörtülüleri, seks işçilerini, feministleri ve en çok erkekleri, en koyu komünistinden en radikal ülkücüsüne kadar herkesi bir araya getirebilirse başarılı olacak.
Siyasal İslamcı mahalle kadını doğurganlık vasfı üzerinden teolojik bir alana kapatırken, Sağcı olanı kadını hem kültürel hem fiziksel olarak şiddetle ataerkil, ırksal-mitolojik bir evrene hapsediyor. Seküler mahalle ise kadını köktendinci tehlikeyle mücadele etmenin "rezerve askeri" olarak görüyor. Seküler ulusalcı paradigma kadını Türklük üst kimliği üzerinden tanımlarken diğer kadın kategorilerini (Alevi, Kürt, İslâmi, gayrı Müslim) dışlıyor.
Kısacası, İslamcı, Solcu, Sağcı, feminist mahallenin sürgülü kapıları açılıp mahalleler arası bir geçişkenlik sağlanmadan, insanlığın diğer yarısının mücadelesi korkarım başarıya ulaşmayacak.
Çünkü bölünmenin şiddeti azalmadı ve bazı feministlerin, İslamcıların ve radikal sağcıların eşitsizlik sorunlarını başka kadınları dışlayarak çözebileceklerini düşünmeleri, kadının hayatta kalmak gibi bir meselesinin olduğu ülkemizde ibret verici bir aymazlıktır.
Gelenek ve modernliğin düalitesi (ikiliği), toplumun temelindeki en karmaşık konulardan birini oluşturuyor. Gelenek ve modernite arasındaki antagonist konuşlanma, sadece kadınlarla ilgili olarak değil, aynı zamanda bir bütün olarak toplumu sosyal streslere maruz bırakmaya devam ediyor.
Öncelikle sanayileşmeye dayalı bir üretim aparatının eksikliği, burjuvazinin ve proleter sınıfın oluşmasını geciktiren faktörlerdendi. Bu "üst yapı" eksikliğinden dolayı modernleşme süreci Batı’nın kurumlarını taklit ederek gerçekleşti.
Toplumsal değişimleri etkileyen ve bu değişimlerden etkilenen kadın, bu sosyal evrimin temel taşı olarak kabul ediliyor.
Resmi tarihsel-toplumsal söylemde kadının esamesinin okunmadığı Türkiye’de gerici-dinci Sağ her yerde iktidarını tahkim ededursun, 1930’lu yıllar, kadınların eşit haklar için mücadelesinin sessizce geçtiği görece "ilerici" kısa bir parantez olarak kaldı.
Kanımca, 20. yüzyılın başında elde edilen kazanımlar, ataerkil muhafazakâr ve gelenekçi bir toplumda Kemalizm’in ve fikir babası Atatürk'ün "hayırsever bir armağanı" olarak okunmalıdır.
Osmanlı toplumsal düzeni, medeni hakları zaten son derece sınırlı olan kadını, özellikle dinî hukuk düzeninin dayattığı sosyal statü ve katı ataerkil bir gelenekçilik içine hapsetmişti.
Şeriat, çok eşliliği kurumsallaştırarak kadının evlilik ve boşanma konularındaki hiçbir hakkını tanımıyordu.
Medeni haklar şöyle dursun, fiyatları belediye tarafından belirlenen kadın kölelerin satıldığı pazarlar çok yaygındı.
Tanzimat reformları kadınların durumuna ilişkin köktenci bir şey içermese de, kadınlar için sınırlı oranda bir "soluklanma baloncuğu", bu reformlar sayesinde, ürkek bir şekilde gün yüzüne çıkmaya başlamıştı.
İslam hukukunun Hanefi mezhebince yorumlarından oluşan ve 1856 ile 1876 arasında yasallaşan "Mecelle", vakıf malına dokunulmazlık başta olmak üzere, köle pazarlarını kapatarak insan alım ve satımının yasaklanmasını sağladı. 1856'da erkek kardeşleri gibi, kızlar da babalarının mirasına tam olarak hak kazandılar.
Ancak, ülkede, kadının sosyal statüsüne ilişkin bu utangaç adımların uygulanması için ne fiziksel ne de kültürel bir alt yapı mevcut değildi.
Kızlar için ilk ilkokulların açılışının tarihi 1778 yılına dayanmakla birlikte, ortaokulların kurulması için 1862 yılını beklemek gerekecekti.
1873'te, kadın kolej öğretmenlerinin yetiştirildiği Normal Kız Okulu kuruldu. 1876 Anayasası'nın 114. maddesi ilköğretimi hem kız hem de erkek çocuklar için zorunlu kılmaya başladı. 1914 yılında İstanbul Üniversitesi'nde genç kızlara yönelik ilk kurslar açıldı. Bu kadın bölümünün, Edebiyat, Matematik ve Doğa Bilimleri olmak üzere üç fakültesi bulunuyordu.
Aynı yıl Kız Güzel Sanatlar Fakültesi kuruldu. 1921-1922'de Hukuk Fakültesi, ardından 1922-1923'te Tıp Fakültesi kapılarını kızlara açtı.
Erkek öğrencilere ayrılan sınıfların kız öğrenciler tarafından işgal edilmesinin ardından, 1921 yılında üniversite eğitimi tamamen karma hale geldi.
Kanımca bu işgalin, kadının eşit sosyal statüye sahip olması yolunda çığır açan bir özelliğinin olmasının yanı sıra, kız ve erkek çocuklarına karma ve eşit eğitim hakkı getiren, eğitimi laik temellere oturtan ve millileştiren Tevhidi-i Tedrisat Kanuna (3 Mart 1924) kadar varan mücadelenin de kilometre taşlarından birini oluşturuyor.
Anımsanacağı üzere, Tevhidi-i Tedrisat Kanunu sadece her iki cinsiyet için eğitim hakkını tanımakla kalmayıp aynı zamanda Kuran okullarını ve din eğitimini de lağvediyordu.
Kadın sorunu 19 yy. dan beri Türk edebiyatının ana teması olmayı sürdürdü. 1877'de yayınlanan Zafer Hanım’ın "Vatan Sevgisi" adlı romanı, bir kadın tarafından yazılan ilk yapıt olma özelliğini sürdürüyor.
1923'te, Cumhuriyet'in ilanının arifesinde, sayıları aniden yaklaşık otuzu aşan, edebi dergiler, makaleler, kadınlara adanmış gazete ve dergilerin özel sayıları, o zamana kadar baskılanmış kadın edebi ve entelektüel yayınların, toplumsal cephenin arkasına yıllardır yığınak yaptığına dair bir gerçeği sayılarla açığa vuruyordu.
Ancak kadın örgütlerini doğuran bir farkındalığın oluşması için birkaç yıl daha beklemek gerekecekti.
Örneğin, ancak Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda kadınlar Konservatuara kabul edildi. İlk Müslüman kadın aktris ancak 1920'de sahne almaya başladı. Şarkı söyleyen ya da sahne alan kadın sanatçıların neredeyse tümüne yakınının gayrı-Müslimlerden oluşması, dinsel çekincelerin ve önyargıların toplumda ne kadar derine kökleşmiş olduğuna dair ipuçları veriyor.
Daha çok apolitik, hayırsever amaçlarla kurulan kadın dernekleri, Türk kadınının kamusal hayata entegre olmalarını "hayrat" üzerinden sağlayacak bir "sosyal manevraya" olanak tanıyorlardı.
Her ne kadar Kemalizm’in pozitivist tebliği ve jakoben-seküler kodlarıyla hareket etseler de, bu derneklerin kadına dair kolektif bir vicdanın ve siyasal toplumsallaşmanın oluşumuna katkıları yadsınamaz.
Kurtuluş Savaşı için ulusal güçleri koordine etmek üzere 1918'de kurulan Ulusal Konsey’in bünyesindeki 51 dernekten 16'sının kadın derneği olması, ileriki zamanlarda yürütülecek olan eşitlik mücadelesine toplumsal bir meşruiyet sağlayıp, ona geniş bir hareket alanı kazandırıyordu.
1919'da Sivas'ta bir grup kadın Anavatanı Savunmak İçin Anadolu Kadınları Derneği'ni kurdu. Anadolu'da yerel halk yavaş yavaş Türk kadınlarını mücadelenin merkezine koyarken, onlara vatan, bayrak ve namus savunusu sacayağında sadece muhafazakâr roller biçiyordu.
Yirminci yüzyılın başından itibaren kadınların iş hayatındaki varlıkları, erkekleri ön planda tutan aralıksız savaşlar nedeniyle, çok daha belirgin hâle geldi. Türk kadını atölyelerde çalışıyor, tüccar, öğretmen, terzi, hemşire, bayındırlık işçisi ve hatta berber olarak ekonomik hayata katılıyordu.
Görüldüğü gibi kadınların istihdama büyük katılımı, kadının sosyal statüsüne dair bir ilerlemeden çok, demografik bir değişkenin iktisadî pazara müdahil olmasından kaynaklanıyordu.
1911 gibi erken bir tarihte, Müslüman kadınlar dükkanlarda ve ofislerde daha rahat çalışabilmek için peçelerini çıkarmaya kalktıklarında dinci-gerici bir dirençle karşılaştılar.
İstanbul'da kadınların artık peçeli olmadığını görmek için, Kurtuluş Savaşı zaferinin rüzgarını arkasına almış Kemalizm’in, savaş sonrası daha da somutluk kazanan köktenci laik doğrultusunun kadınlara alan açtığı 1929 tarihini beklemek gerekiyordu.
1926'da kabul edilen Medeni Kanun, tek eşliliği, boşanma karşısında eşit hakları, ebeveyn yetkisinin paylaşılmasını ve miras eşitliğini ilan edip, imam evliliklerini artık yasal olmaktan çıkarıyordu.
Fakat seçme ve seçilme hakkı ancak 1934'te tanındı.
Fransa'dan on iki yıl önce tanınmasına rağmen bu hakkın yarattığı olanakların siyaset sahnesine yeterince yansımadığı, Meclisteki kadın milletvekili, kadın Bakan, Başbakan ya da Cumhurbaşkanı sayısıyla ölçülebilir olsa da, daha sonra Başbakan ya da Bakan olmayı başarmış kadınların uygulamalarının devletin sert eril kodlarına göre şekillendiği görüldü.
Mesela İçişleri Bakanlığı yapmış Meral Akşener’in zamanında işkence ve kötü muamele tavan yapmıştı.
Devletin eril şiddet içeren ataerkil karakteri Çiller’in söylemine de yansımıştı: "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir." diyen Çiller devlet adına cinayetler işleyen Çatlı’yı aklamaya kalkacaktı.
Çünkü, devletin kuruluş felsefesinde dikkat çeken "milliyetçilik", sözüm ona vatan, ırk, bayrak, namus savunusu için şiddeti meşru gösteren, kültürel ve fiziksel olarak eril bir söylemden oluşuyor.
Mesela, resmi modernist retoriğe rağmen, Kemalist kadroların birçoğu kadın hakları konusundaki evrimi yavaşlatmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Bu açıdan bakıldığında, Cumhuriyet’in yönetici kastı, otantik ilerici reformlar ve sosyal muhafazakarlık arasında salınan iki yüzlü Janus mitini çağrıştırıyor.
Örneğin, amacı, sosyal, ekonomik ve politik alanlarda iki cinsiyetin eşitliğini sağlamak olan ve 1935'te 18 kadın milletvekili ile meclise giren Türk Kadınlar Birliği Halkçı Kadın Partisi adı altında 1923'te kurulmuştu.
Birlik, ilerleyen zamanlarda, derinden sessiz bir baskının hedefi haline geldi. Atatürk’ün, "Türk kadınları erkeklerle eşitlik statüsünü tam olarak elde etmiştir, Birliğin artık ‘var olmak’ için bir nedeni kalmamıştır." diye buyurmasının ardından, Birlik kendini feshetmişti. Böylelikle, kadın hareketinin ilk destanı sona ermekle kalmamış, "eril icazetten" azade bir kadın hareketinin Türkiye’de yaşam alanı bulmasının zorluğu kanıtlanmış oluyordu.
Gerçi günümüz Türkiye’sindeki rakamlar da pek iç açıcı değildir. Ulusal Meclis'te kadınların siyasi temsil oranı hala yüzde 17'yi geçemiyor. Bin 389 belediye başkanının sadece 45’i kadındır.
Tüm siyasi, ekonomik ve sosyal örgütlerin yasaklandığı veya uyutulduğu 1980 askeri darbesinden itibaren kadın hareketi kendisini demokratik muhalefetin bir bileşeni olarak öne sürdü.
Ancak mücadelenin yükselen ivmesi, varlıklı sınıfların entelektüel şehirli kadınlarıyla sınırlı kaldı, feminist fikirler tüm sosyal katmanlara yayılamadı.
İslamcı hareket, 80 darbesiyle birlikte daralan politik alanını, entelektüel tartışmalarda, sosyal ve politik çevrede giderek daha fazla yer alarak ya da talepleri kamuda başörtüsü takabilmek olan kadınlarla birlikte dayanışarak genişletmeyi başardı. Talep edilen başörtüsü hakkının, ataerkil sistem tarafından üretilen bir "hak" olması, kadın eşitliği ve özgürlüğüyle ilgili tartışmaların alevlenmesine ve Sol cenahta paradoksal pozisyon alışlara neden oldu.
Bu çizginin dışında varlık gösteren Marksist-Leninist kadın hareketi, dinle, gelenekle, batıl inanç ve eskil mitlerle haşır neşir muhafazakâr taşraya, ideolojik kodları nedeniyle, ulaşamadı.
1990'da yüzde 34 olan kadın istihdam oranı 2018'de yüzde 25'e düştü. Gerçekten de kadınlar, köylü ortamında ev içi emeğin önemli bir bölümünü oluştururken, kırsaldan şehre göçün onları zorladığı büyük şehir koşullarında, vasıfsız oldukları için, kendilerini birdenbire evlerine hapsolmuş olarak buldular.
İlk şiddet mağduru kadın sığınma evinin İstanbul’da belediye tarafından açılmış olmasını, kadınların statüsünden sorumlu bir Devlet Bakanlığı oluşturulmuş olmasını, üniversitelerde kadın sorunuyla ilgili Araştırma Merkezleri kurulmasını ve bir Kadın Kitaplığı açılmış olmasını, kadının eşitlik mücadelesinde bir dönüm noktası olarak gören anlayış, ülke gerçeklerinden kopuk bir anlayıştır.
Çünkü Aile Bakanlığı, sığınma evleri, Araştırma Merkezleri, hastalığı proaktif olarak önlemek bir yana, onun sadece semptomlarını tedavi etmeye çalışıyorlar.
Ülkemizde kadına yönelik, fiziksel, cinsel, ruhsal eril şiddetin, her lanetin arkasında kadını görmek, "çocuk ve kariyeri aynı anda yapamazsın" diyerek kadını sosyal statülerden mahrum bırakmak, "akşam karanlığına kalma, iti, kopuğu, uğuru, uğursuzu var!" diyerek sosyal alanını daraltmak, sürekli arkasına bakarak onu bir "güvercin ürkekliğinde" yaşamaya, dincinin ya da feodal magandanın dikkatini çekmemek için giyimde ve davranışta kendini sansürlemeye zorlamak, özür dileterek sürekli savunma pozisyonlarında kalmasını sağlamak, şehir dışında okuyan kıza önyargılarla yaklaşmak, başörtülüye "bidon kafa", başı açık olana "kaşar", kızını üniversiteye yollayan babaya tu kaka demek, "kadın için en ideal meslek öğretmenliktir " diye buyurmak, regl olmayı bir ayıp gibi duyumsatmak ve bunu saklamak zorunda bırakmak, tacize karşı bile, "beni annenin, kardeşinin yerine koy" diyerek eril, ataerkil, feodal argümanlarla kendisini savunmaya zorlamak, "İzmirli" olana ve alkol kullanana "yollu" demek gibi, gizli açık habis-muhafazakâr sürümleri bulunuyor.
Kısacası Türkiye, sevgilisine güvendiği için kesilip çöpe atılan Münevverlerin, ailesi akşam yemeğe beklerken okul çıkışı dolmuştaki son yolcu olma "kadersizliğine" yakalanan Özgecanların, kendisini diğer erkeklere pazarlayan kocasını öldüren Çilemlerin katledildiği, trans bir birey çalıştırmak yüzünden mağazaların yakıldığı, trans Handelerin diri diri yakıldığı, "kocasını elinde tutamamış bakımsız Kezban" diyerek aldatan kocaya destek çıkan hemcinslerin sayıca kalabalık olduğu, "bir kadın olarak sen sus, fosforlu Cevriye" diyen siyasi dinozorların iktidarda olduğu, erkek kardeşleri okutulurken kendilerine çocuk evliliği reva görülen mutsuz kız çocuklarının sonsuza kadar yüzlerinin gülmediği, işten sonra yemekle, çamaşırla, ütüyle, çocukların ev ödevleriyle ilgilenmek zorunda kalarak, evdeki sömürünün kurbanları annelerin nerdeyse nüfusun yarısını oluşturduğu, evlilik veya çocuk düşünen kadının istihdamda tercih edilmediği, diğer yandan üç çocuk diye bağıran siyasal İslamcı tayfanın yaklaşık 20 yıldır iktidarda olduğu, hamile kadını son dakikaya kadar işte tuttuktan sonra doğum iznini kullanmasın diye onu doğumdan sonra kovan patronların olduğu, evlilik öncesi cinselliği tercih etmeyen kadına geri kafalı diyerek baskı kuran, fakat kendi kız kardeşinden bunu şiddetle esirgeyen, eş seçerken bakire olmasını tercih eden "uygar barbarlardan" geçilmediği, kadınların güzelliğini ve beden ölçülerini puanlayan eril, dişi kapitalist reklamcıların çokça olduğu bir kadın distopyasıdır.
Bu iç karartıcı gerçeklikte, isterse bir değil bin tane Kadın Bakanlığı, kadın Başbakan ve Cumhurbaşkanı olsun ya da 8 Mart resmi bayram olarak kutlanıyor olsun, tanrı aşkına siz söyleyin neye yarar?
Bir uygarlığın seviyesini ölçmek isterseniz, derhal kadının hayat şartlarına bakın demiş düşünürün biri
8 Mart bence, ülkemizde, her yıl sadece bir gün vicdanını kurtarmaya çalışanların siyasi olarak iyileştiği bir tarihtir.
1910'da Kopenhag'daki uluslararası sosyalist kadın konferansı Kadınlar Günü’nü yarattığında, bunun trajik bir şekilde 2021’lerde bile hâlâ faydalı ve işlevsel olacağını tahmin etmemişti
Kadına yönelik şiddetle gerçek anlamda mücadele için, cinsiyetçilik karşıtı bir politikanın sürdürülmesi ve yaptırım gücü yüksek yasaların çıkarılması gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin tam olarak uygulanması bu açıdan yaşamsal bir öneme sahip bulunuyor.
Gezegendeki son kadın, cinsiyetçiliğin ve ayrımcılığın etkilerinden mustarip olduğu sürece, kadınların mücadelesi meşru olmayı sürdürecek.
Bunun acil olarak elzem olduğunu bir kez daha iddia etmek için 8 Mart bir fırsat olabilir. Ve çok yaşa Dünya Kadınlar Mücadele Günü!