Kapitalizm üzerine düşünmek

Kapitalizm üzerine düşünmek
Bazı ülkeler işçiler için sağlık, emeklilik gibi alanlarda avantajlar barındırıyor. ABD gibi bazı ülkelerde ise özellikle sağlık alanındaki haklardan işçilerin faydalanabilmesi mümkün değil

Can YILMAZ


Kapitalizm bugün dünyanın her yanına yayılmış bir üretim biçimi olarak görülmekte ve bazıları tarafından onun insanlığın tümünü yok etmenin eşiğine getirdiğinden bahsedilmektedir. Yine bazı çevrelerce kapitalizmin özellikle 1. Dünya Savaşı'ndan beri insanlık açısından yıkıcı bir toplumsal güç olduğu vurgulanmaktadır.

Bugün en "ileri" kapitalist ülkeler dahil dünyanın pek çok yerinde bilfiil köle olarak, ücretli kölelik demiyorum, çalıştırılan insanlara rastlayabiliyoruz. Keza, proletaryanın içinde de hiyerarşik bir yapı olduğu söylenebilir. Örneğin dünyanın neresine gidilirse gidilsin, göçmenlerin –özellikle göç edilen ülkeye gittikleri ilk yıllarda- çok kötü koşullarda yaşadığını biliyoruz. Kadınları, bazı etnik grupları, göçmenleri işçi sınıfının daha alt katmanı olarak tanımlayabiliriz gibi geliyor bana. Kapitalizmin bugün dünyanın her yanına ancak eşitsiz yayılmış bir üretim biçimi olduğu düşüncesindeyim. Almanya’daki işçi sınıfının Türkiye’de tatil yapabilmek, ev ve araba alabilmesi gibi şeyler, 19. yy proletaryası için düşünülmeyecek şeylerdi. Kapitalizmin dünyanın her yerinde homojen bir ilişkiler bütünü yaratmamış olması sebebiyle kapitalist ülkeler için ayrı tanımlar yapmaya (ileri kapitalist ülkeler gibi) ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Her ülkenin refah rejimi de farklılıklar içeriyor. Bazı ülkeler işçiler için sağlık, emeklilik gibi alanlarda önemli avantajlar barındırıyor. Keza ABD gibi bazı ülkelerde ise özellikle sağlık alanındaki haklardan işçilerin faydalanabilmesi mümkün değil. Yani işçi sınıfının homojen bir yapıda tanımlanması da bana problemli gözüküyor. (Almanya’da yaşayan bir işçinin ekmek kavgası ile Türkiye’de yaşayan bir işçinin ekmek kavgası arasında ciddi farklılıklar olduğunu sanıyorum. Çünkü Almanyalı işçi kendi ülkesinde olmasa da Türkiye’de neredeyse bir burjuva gibi yaşayabiliyor.) Çünkü kapitalizmin dünya ölçeğinde eşitsiz geliştiğini, ülkeler özelinde özgüllükler barındırdığını, bunun da işçi sınıfı içinde ayrımlar ortaya çıkardığını düşünüyorum. (Bunun en önemli sonucu ise reformizmin işçi sınıfı içinde yaygın bir eğilim olması…)

Kapitalizmin insanlığın tümünü yok etmenin eşiğinde olduğu iddiası ise izaha açık bir nokta bence. Kapitalizme burada özne rolü atfedilmiş ancak kapitalizmi işler kılan bir sınıf, devletler, bu devletlerin paralı askerleri var. Burjuvazinin, bir sınıf olarak varlığını sürdürdüğü müddetçe insanlığın tümünü yok etmeye doğru götürmesi iddiası biraz temelsiz gözüküyor bana. Evet, salgınlar var ancak mesela salgın çıktıktan bir sene sonra bu salgına karşı aşı geliştirilebiliyor. Evet, aşılara erişim açısından da ülkeler birbirinden farklılaşıyor, özellikle geri kapitalist ülkeler açısından aşıya erişim ciddi bir sorun. Ancak kapitalizm ve burjuvazi çözümsüz değil. Bilim ve teknolojiyi işe koşmak konusunda çok becerikli bir sınıf var karşımızda. Almanya örneğinden ilerlersek, Almanya aşıyı bulan şirketin başındaki Türk göçmen işçi ailesinin bir üyesine üniversitelerinde profesör olarak kadro verebiliyor, ona olanaklar sunabiliyor ve buradan da fayda sağlayabiliyor. Bu durum, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfını "eğitmek", onları "işe koşmak", "yararlı kılmak" ve onlardan "faydalanmak" konusunda ne kadar becerikli olduğunu gösteriyor. Yani sınıflar arasındaki mobiliteyi 19.yy’ye göre de çok daha esnekleştirmiş bir kapitalizm var bugün… Kapitalizmin sistemik krizini göz ardı etmemizi sağlayacak beceride bir sınıfla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Yani çok çalışırsak, bir gün bizler de pastadan pay kapabiliriz, gibi bir algıyı her daim ayakta tutan bir burjuva sınıfı var karşımızda. Bununla mücadele edebilmek için kapitalizmin niteliklerini, coğrafi olarak eşitsizliklerini yeniden tanımlamaya, detaylandırmaya, yeni kavramlar önermeye ve buradan da yeni kavrayışlar geliştirmeye ihtiyacımız olduğunu söyleyebilirim. 

Kapitalizmin özellikle 1. Dünya Savaşından beri insanlık açısından yıkıcı bir toplumsal güç olması konusu bu yıkıcılıkla ilgili bir dönemselleştirme yapma ihtiyacını göz önünde tutmayı akıllara getiriyor. 1. Dünya savaşı bu dönemselleştirmenin başlangıcı olması açısından önemli, çünkü ilk defa dünya ölçeğinde ancak muazzam yıkıcı, sadece cephede yürütülmeyen, cephe gerisinde de topyekün savaş kavramını gündeme getiren bir savaşa tanık olundu 1. Dünya savaşıyla birlikte. Burada özellikle Japonya’ya atılan atom bombalarıyla bu yıkıcılığın en üst noktaya ulaştığını düşünüyorum ben. Ancak 45 sonrasında bir daha böyle bir felaketin tekrar etmediğini biliyoruz. Karşımızda salt yıkıcı bir toplumsal güç mü var? Yoksa geçmişinden dersler çıkaran ve yıkıcılığını bir ileri aşamaya götürmekten bir şekilde çekinen, bundan sakınan bir sınıf mı var? Diğer yandan Çernobil belki de uzun vadeli yıkıcı etkileri bakımından atom bombalarından daha fazla etkili oldu? Yoksa, karşımızda yıkıcılığı daha zamanla anlaşılan bir kapitalizm mi var, gibi sorular geliyor aklıma.

Tekrar edecek olursam, kapitalizmin bu yıkıcılığının evreleri var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Mesela 45 sonrası çoğu ulus devlet bağımsızlığını kazandı. 45 sonrası düzenin ABD-Sovyetler, Batı-Doğu, bugün daha moda tabirle Kuzey-Güney arasında bölünmesi ile kapitalizmin yıkıcılığının en azından biçimsel olarak görünmez olduğunu düşünüyorum. Çünkü coğrafyalara hamilik yapan, bir şekilde geri kapitalist ülkelerin altyapılarını vs. geliştirmesine yardımcı olan iki büyük devlet vardı bu dönemde. Sovyetlerin çökmesi sonrasında liberalizmin galibiyetini ilan etmesi herhalde bir on yıl kadar bu yıkıcılığı perdeleyen bir başka dönemdi. Bosna savaşı, Ruanda vs. gibi ülkelerde olan soykırımlar işçi sınıfında yeni arkaik sözde ayrımları (İslam’a karşı Hristiyanlık gibi) gündeme taşıdı ancak bugünden geriye bakınca çok rahat görüyoruz ki bu moda ayrımlar, küreselleşme, tarihin sonu gibi söylemler on-yirmi yıl içinde terk edilmiş durumda. Bugün artık uluslararası ilişkiler akademisyenleri yeni bir soğuk savaş dönemine girilip girilmediğini (özellikle ABD-Çin rekabetini dikkate alarak) tartışıyorlar. Özetle karşımızdaki meseleler sürekli üzerine düşünmeyi, yeni bakış açıları geliştirmeyi gerektiren meseleler… Böylece -en azından komünist azınlıklar içinde- netleşme sağlamayı hedefleyen bir perspektif korunabilir.

Öne Çıkanlar