Kentteki rantsal dönüşüm öldürür
Abbas KARAKAYA
Yıllardır kentsel dönüşüm lafı duyuyoruz. Kentlerimiz daha mı yaşanır oldu? Havası daha mı temiz? Eve, işe giderken trafikte daha mı az zaman harcıyoruz? Yeşil alanlarımız mı arttı? Fay hatlarının geçtiği bir ülke olarak şimdi depreme karşı daha güvenilir şehirlerde mi yaşıyoruz? Engelli kardeşlerimiz hala evlerinde hapis değil mi? Şehrinizi yürüyerek dolaşabiliyor musunuz? Gidebileceğiniz bir kütüphane var mı yakınınızda? Yağmurda, soğukta çocuklarınızın oyun oynayabilecekleri kapalı mekânlar var mı? Sorular çoğaltılabilir. Ne var ki, sorulara verilecek 'hayır' cevabı değişmeyecek. Dönüşüm sözcüğünün olumlu çağrışımına rağmen, kentlerimiz yıllar içinde iyiye doğru gelişmedi.
Yukarıda genel hatlarıyla çizdiğim durumun vahameti sitelere, tek tek bloklara uygulanagelen kent dönüşüm pratiklerine bakınca daha iyi anlaşılacaktır. Bakacağımız yer, İstanbul ili Beşiktaş ilçesi sınırlarında bulunan Sadabat Sitesi. Site müstakil tapulu alanlar üzerine oturan dört bloktan (her blokta 31 daire var) oluşmakta. Projesi hakkında konuşacağım, içinde benim de bir dairem olan bu sitesinin üçüncü bloğu. Üçüncü bloğun kentsel dönüşüme sokulması aslında çok bilindik bir hikâye. İçeriden birinin müteahhitle belediyeden birileriyle işbirliği yapıp karot aldırıp bloğun riskli yapı ilan ettirilmesiyle başlıyor her şey. Tanığı olduğum kadarıyla bu kentsel/rantsal süreç başından beri şeffaflıktan uzak; zorlamalar, dayatmalar, yıldırmalar, yalanlarla yürütülüyor. Kentsel dönüşümü başlatan Mayıs 2018 tarihli toplantı esas ve şekil bakımlarından yanlış ve eksiklerle malul olduğundan iptal davası açıldı. Aynı toplantıda sahte imzalar da kullanıldığı için savcılığa kişiler suç duyurusunda bulunuldu.
Müteahhite kat karşılığında yeniden yaptırılacak blok inşaatı önce bahçeyi, ağaçları yok edecek. Eriğinden elmasına, elmasından kirazına, incirine bahçenin verimli toprağında, kendiliğinden bitmiş, yaz günleri insanlara gölge sunan, nispeten havasını serinleten, araba gürültüsünü emen bu meyve ağaçları bir daha dikilemeyecek. Çünkü bahçenin bulunduğu alanın altı toprak altı otopark yapılacak. Yani beton dökülecek. Betonun üstüne eklenecek 30-50 santimlik toprak tabakasına ise olsa olsa en çok süs bitkileri dikilebilir. Daha da önemlisi, yağmur suyu beton kaplamayı delip toprağa süzülemeyecek. Zemin katlardaki daireler sele, su baskına daha açık hale gelecek. Altı beton, üstü bir karışlık toprakla kaplı 'bahçenin' kullanımı da sorun kaynağı olacak. İş bunlarla bitmeyecek, otopark üstünden sızacak, otopark içine girecek, birikecek atık suların dışarı için mutlaka pompalar kullanılacak. Çünkü otopark seviyesi kanalizasyon seviyesinin altında kalacak. Ayrıca, otoparkta birikecek egzoz gazlarının dışarı atılması için fanlar yerleştirilecek. Atık su ve fan motorları da elektrik kullanacak. Kısacası, iklim krizi, küresel ısınma, kuraklıkla karşı karşıyayken, yeni bina iklim krizi yangınına odun taşımış olacak. İklime, ekolojik dengeye verilen bu geri dönülmez zararlardan başka daha tıkış tıkış, küçük, kullanışsız dairelerde yaşamak zorunda kalacağız. Hesap ortada. Söz konusu blokta 31 daire var. Bu sayıyı müteahhite verilecek 12-14 daire ile kırkın üstüne çıkacak. İmar artışı olmayacaksa, ki belediye olmayacak diyor, o zaman dairelerin küçülmesi kaçınılmaz. Daire büyüklüklerinden fire vermek istemezseniz, o zaman balkonlarınızı feda edeceksiniz. Ki öyle olacak. Özgün halinde ara dairelerin iki, köşe dairelerin üç balkonu var. Blok yeniden yapıldığında her daireye tek bir, o da çok küçük, kümesimsi bir balkon düşecek. Covid19 salgının ev mimarisinde balkonun önemini ve değerini hatırlatmış olmasına rağmen.
Şüphesiz, bu tür projelere mahkûm değiliz. Başka çözümler tabii ki mümkün. Şimdilik şunu not ederek devam edeyim: Riskli yapı ilanından sonra binanın yıkılmasını durdurmanız neredeyse imkânsız. Çünkü 6306 numaralı kentsel dönüşüm yasası müteahhitleri kollayan, önceleyen bir yasa. Avukatlık, bilirkişi ücretleri, yargının çok yavaş işleyişi alternatifler çözümler düşünenlerin önündeki ciddi engeller.
Şirket ve şirketle irtibat halindeki vekiller heyeti, yukarıda değerlendirdiğim projeyi insanlara göstermeden punduna getirip daire sahiplerinin çoğuna sözleşmeyi imzalattılar. Projeyi göstermeden, diye yazdım, çünkü üçte ikiden biraz fazla daire sahibi 2019 sonbaharı itibarıyla sözleşmeye imza atarken ortada proje yoktu. Israrla talep etmemiz sonucunda, belediye benim de içinde olduğum, o zamana kadar imza atmamış altı kişiye projenin kopyalarından ancak 2020 Temmuz'unda verdi. Dolayısıyla, 2019'da imza atanların neye göre imza attıkları muamma. Çünkü bize verilen projenin üstündeki onay tarihi Haziran 2020. Ayrıca, 2107 yılında imzalanan ön protokole göre, sözleşmeyi imzalamadan önce, her kat malikinin kendine tahsis edilecek daireyi proje üstünde görmek hakkı, dahası, şirketin görsel araçlarla daireleri gösterme mecburiyeti vardı.
Şirket ve şirket elemanı gibi çalışan kat malikleri vekiller heyetinin göstermediği şeffaflık ve açıklığı belediye sağlayabilirdi. Bu yönde adımlar atabilirdi. Bunu belediyeden bekledik. Aslında beklemedik, belediyeye öneriler götürdük, dilekçeler sunduk. Hiçbiri dikkate alınmadı. Dilekçelerimize yasal süresi içinde cevap da verilmedi. Belediye başkanına ulaşma çabalarımız duvara tosladı. Belediye bildiğini okudu. Yaşayarak gördük ki belediyenin ekoloji, altyapıya binecek yük, ilçenin geleceği, yeşil alan, hak, hukuk, kanunlara uygun iş yapmak, yaptırmak gibi bir derdi yok. Aynen 6306 numaralı kanunu çıkaran, sürekli olarak müteahhitlerin lehine değişiklikler yapan merkezi idare gibi. Aksi olsaydı, belediye imar müdürü, bir yıl boyunca projesi olmayan bir sözleşmeye imza atmamız konusunda, zaman zaman nezaketi elden bırakarak ısrar etmezdi. Aslında, ülkede belediyeciliğin imar rantı üzerinden zenginleşmenin, çok paralar yapmanın bir yolu olduğunu düşününce, her şey yerli yerine oturuyor. Dolayısıyla, şirketle belediyenin aynı tarafta olduklarını, buna göre davrandıklarını görmek zor değil.
Sürecin şeffaflıktan uzak, komşu haklarını hiçe sayan; usulsüzlükler, yıldırma ve yalanlar ve rant hesaplarıyla yürütüldüğünü gören biz altı kişi sözleşmeyi uzun bir süre imzalamadık. Yukarıda belirttiğim gibi, sahte imzayı, toplantıdaki kanunsuzlukları yargıya taşıdık. Kuvvetle muhtemel mahkemeler lehimize kararlar verecek. Komşu sandığımız insanlara apartman tamamen boşaltılmadan kalorifer kazanını devre dışı bırakmanın, tamir ettirmemenin gayri-ahlaki olduğunu, sosyal demokrat olduğunu söyleyen belediyenin salgında, soğukta insanları suyunu ve doğalgazını kesme tehditlerinin insan hakkı ihlali olduğunu şifahen ve de yazılı olarak anlatmaya çalıştık. Biz altı kişi mücadele ettik. Bilinçli yurttaşlar olarak hakkımızı, hukukumuzu aradık. Böyle davranmanın haklı gururunu yaşadık. Ancak süreç yorucuydu. Karşı taraf daha çoktu. Kanun da müteahhitlerden yanaydı. Üçlü kuşatmayı yaramadık ve 3 Kasım 2020'de notere giderek sözleşmeyi imzaladık. İmza atmasaydık, evlerimiz komşularımızın tiksindirici gayretkeşliğiyle yok pahasına, değerinin çok çok altına satılacak, elimizden kanun marifetiyle alınacaktı.
Birlikte mücadele ettiğimiz komşularımızdan Selahattin Polat 3 Kasım 2020'de notere imza atmaya gelemedi. İki önce, yani 1 Kasım 2020 pazar günü akşamı Covid 19 tanısıyla hastaneye yatırılmıştı. Eşi ve iki kızı evde karantinaya alınmıştı. Onu temsilen gelen avukatı sözleşmeye imza atamadı, çünkü vekâletname bu yetkiyi vermiyordu. Bunun farkına o gün varıldı. Bu durumda ne olacaktı? Polat'ın ailesi ile oturagelediği ev, kış ortasında satılıp aile sokağa mı atılacaktı?
Belediye satışı erteleme yetkisini tereddüte düşmeden kullanamadı. Bocaladı. Önce sağlık, önce insan diyemedi. Önceden imza atmış komşular, vekiller heyeti Polat'ın hastaneye yatırılmasını bir geciktirme taktiği olarak görmüş olmalılar ki imzanın bir an önce alınması ya da Polat'ın evinin satılması için belediyeye baskı yaptılar. Kim, hangi akıl nasıl düşündü, bilmiyorum, hastaneye oğlu diye bir noter gönderilip imza almaya bile teşebbüs edildi. O zamana kadar ortalıkta görünmeyen müteahhit hastalıkla cebelleşen Polat'ı telefonla arayıp 'geçmiş olsun' diyecek kadar insanlık gösterdi! Polat'tan 'ben can derdindeyim, siz evimin peşindesiniz' cevabını aldı.
Selahattin Polat hastaneye yatırıldıktan birkaç gün sonra, yukarıda yazdıklarımdan haberli olarak, yoğun bakım servisine alındı, entübe edildi ve tedavi amaçlı uyutuldu. Ancak bir daha uyanamadı. Hastanede geçirdiği kırk gün sonra, 10 Aralık 2020'de aramızdan ayrıldı. Ruhu şad olsun. Polat'ın ölümü ile kentsel dönüşüm sürecinde yaşadıkları arasında bire bir, doğrudan bir ilişki var denemese de, bu süreçte (evini kaybetme, sokağa atılma korkusuyla yaşamak) ve özellikle, hastaneye yatmak zorunda kalması, hastanedeki ilk üç dört içinde yaşadıkları; maruz kaldığı haysiyet kırıcı davranışların hastalığının seyrini olumsuz etkilediği, ağırlaştırdığını; bağışıklık sistemini zayıflattığını, hastalıkla mücadele gücünü azalttığını ve dolayısıyla ölümünü hızlandırdığını söylemek yanlış olmayacaktır.