Kılıcı kutsama kılıfının kökeni - I
Bekir YAKIŞTIRAN
Son zamanlarda ülkemizde cuma namazlarında özellikle minbere kılıçla çıkılarak hutbelerin okunması, kılıca yeniden kutsiyet verme çabaları olarak değerlendirilmiş ve tartışmalara yol açmıştır. Bu çalışmada da kılıca verilmeye çalışılan kutsiyetin dindeki yeri irdelenmektedir.
Genellikle İslam dininin kılıç dini olduğu şeklindeki görüş ve tanımlamalar teorik olmaktan çok iktidarların dini uygulayış biçiminin getirdiği (De facto) sonuçlardan kaynaklandığı söylenebilir. Başka bir ifade ile tarih boyunca iktidarların tebliği ve fetih bahanesiyle izlediği yayılma ve yağma politikalarının haklı olarak halklarda oluşturduğu somut pratiklerdir. Oysa tarihsel gelenekte otoriter ve totaliter sultanların hiçbir zaman iltifat etmedikleri Muhammed-Ali’nin İslam anlayışındaki realite, muktedirlerin heveslerini kursaklarında bırakacak niteliktedir. Nitekim ünlü Arap lügati uzmanı İbn Manzûr (ö.1311) "selm" kökünden gelen İslâm kelimesinin etimolojisini yaparken şu sözcükleri öne çıkararak tanımlamaya çalışmıştır: İslam; es-Selam (barış, rahatlık, esenlik), es-selamet, afiyet (sağlık içinde olma) ve el-beraet (temiz olma) içinde tâbi ve teslim olmak demektir (1405:XII/289-290).
Kur’an’da da "İslâm" sözcüğünün etimolojik anlamıyla uyumlu, barış ve esenliği öne çıkaran hatta dinî adeta bir rahmet ve esenlik olarak tanıtan ayetlerin öne çıktığını görüyoruz. Örnek vermek gerekirse Allah, Muhammed’in bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiğini açıkça beyan eder ( 21/107). Bir başka ayette de: "-Ey Peygamber! Allah’tan bir rahmet olarak sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet ve bağışlanmaları için dua et" (3/159). Ayrıca, hür irade, düşünce ve inancı esas alan: "Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (18: 29), "Dinde zorlama yoktur" (2: 256), "Sizin dininiz size, benim dinim bana" (109:6) gibi pek çok ayet sıralanabilir.
İslâm’ın zorunlu şartlara bağlı olarak gerektiğinde kılıç kullanma yetki ve izni ise, " Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez" (2: 190) ayeti gereğince tümüyle meşru savunmaya dayalı olup, yayılmacı (sömürgeci) ve yağmacı heveslerin önünü kesmiştir.
Ne var ki, tarih boyunca "İslâm" etiketiyle kurulmuş çeşitli rejimlerin yukarıda sıralanan İlâhi ilkeleri göz önüne almadıkları ve Saray ulemasının verdikleri sözde fetvalarla; iktidarların çıkarına uygun bidatler ihdas ederek, fetih adı altında yağma ve talanda sınır tanımadıkları da bilinen bir gerçektir. Bunun için de kılıç kutsanmış ve hatta cennetin, kılıçların gölgeleri altında olduğu rivayetleriyle adeta şiddet ve tehdidin simgesi olan kılıç, cennetin üstünde tutulmuş, uydurma rivayetlerle hatibin hutbe okurken kılıca dayanması, Peygamber’in sünneti olduğu bidati ihdas edilerek şöyle denilmiştir:
"Müslümanlar ve özellikle Osmanlılar kılıca ayrı bir saygı göstermişlerdir. Bunda, Buhârî ve Müslim’in "Cihad" bölümünde geçen, "Cennet kılıçların gölgesi altındadır" hadisinin etkili olduğu anlaşılmaktadır" ( Bozkurt, DİA, 2002:25/405-408).
Gerçekten de Peygamber (a.s), Cenneti himayesine verecek kadar kılıcı kutsamış mıdır? Oysa İslam’a uygun olan Cennetin, kutsanmış kılıcın gölgesinde değil, takvanın, adalet ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin gölgesinde olmasıdır. Bilindiği gibi Arapça bir kelime olan ve Arapçada genellikle kök itibariyle "helâk etmek" anlamına gelen seyf yani kılıç sözcüğünün çoğulu; asyaf, suyûf ve asyüf şeklinde olup, şiddet ve cinayeti çağrıştıran bir alettir (İbn Manzûr, 1405:IX/166).
Şimdi mezkûr hadis kaynaklarında geçtiği üzere Cennetin, savaş ve şiddetin aleti olan kılıcın gölgesinde olduğu iddia edilen rivayetleri cerh ve tadil usulüne göre değerlendirerek söz konusu rivayetlerin sıhhatine (güvenilirliğine) bakalım.
Sahih-i Buhari’de cennetin, kılıçların gölgesi altında olduğu şeklinde geçen rivayet, senediyle birlikte şöyledir:
"Abdullah b. Muhammed-Muaviye b. Amr-Ebu İshak-Musa b. Ukbe ve Ömer b. Ubeydullah’ın himayesinde bulunan Salim Ebi Nadr’dan tahdis edilmiştir. Ömer b. Ubeydullah’ın kâtibi olan Salim dedi ki, Abdullah b. Ebi Evfa, Ömer b. Ubeydullah’a gönderdiği mektupta; Peygamber’in şöyle buyurduğunu aktardı: " Cennet kılıçların gölgeleri altındadır" (Buhari, 1315: 3/208).
Yukarıda verilen ayni rivayetin Sahih-i Müslim’deki versiyonu de şöyledir:
"Muhammed b. Rafi- Abdurrazzak- İbn Cüreyc- Musa b. Ukbe, Ebu Nadr’dan o da sahabeden olan Eslem kabilesi mensubu Abdullah b. Ebi Evfa denilen kimsenin kitabından aktararak haber verdi. Bu Abdullah b. Ebi Evfa, Haricilerin üzerine gitmekte olan komutan Ömer b. Ubeydullah’a mektup yazarak şöyle dedi: Peygamber: " Cennet, kılıçların gölgeleri altındadır" buyurdu (Müslim, 2003:878).
Buhari ve Müslim’de yer alan her iki rivayetin senedinde de yer alan ortak raviler özellikle Musa b. Ukbe ve Salim Ebu Nadr’dir. Ayrıca Buhari’nin açtığı: "Cennet Kılıçların Gölgeleri Altındadır" bölümünün hemen başlangıcında; ilk rivayetin ravisi olarak Muğire b. Şu’be ile başlatması, son derce talihsiz bir giriş olmuştur. Zira cerh ve tadil usulü açısından Buhari’nin mezkûr bölümün başında yer verdiği bu Zatı kısaca tanıttığımızda konu anlaşılacak ve bu kişinin rivayet ettiği haberlerin aslında güvenilmez olduğu anlaşılacaktır. Şimdi cennetin, kılıçların gölgeleri altında olduğunu rivayet eden söz konusu ravilerin hadis bilginlerince nasıl bilindiğine bakalım:
I. Muğire b. Şu’be (ö. 670)
Sahabeden sayılan Muğire b. Şube, Hudeybiye Barışı(628) yılında Müslüman oldu (Belazurî,1996: 13/344). Ancak Müslüman olması düşünerek ve iman ederek karar verme şeklinden çok, yol arkadaşlarını (13 kişi) öldürüp mallarını gasp ederek gerçekleşmiştir. Şöyle ki, Muğire, Sakif ve Malik Oğullarından bazı kimselerle Mısır’dan Mekke’ye dönerlerken yolda içki içilip sarhoş olduktan sonra uyuyan yol arkadaşlarından on üç kişiyi öldürmüş ve mallarını gasp ederek zorunlu olarak Medine’ye gelip Müslüman olmuştur. Zorunlu, zira Mekke’ye dönseydi öldürdüğü kişilerin kabileleri tarafından öldürülürdü. Allah Resûlü, Muğire b. Şube’nin Müslüman olmasına prensip olarak itiraz etmedi, edemezdi. Ancak Muğire’ nin öldürdüğü müşrik arkadaşlarının mallarını da kabul etmedi ve Muğire’ ye, "Bu mallar gadirdir; haince aldatma, kandırma ve kıyma sonucu elde ettiğin mallardır. Biz bu maldan bir şey almayız"(İbnü’l-Cevzi,1995:5/237-239) buyurdu. Zira savaş dışında müşriklerin mallarına dokunulamazdı. Muğire, haince ve kandırarak yol arkadaşlarını katletmiş ve mallarını gasp etmişti.
Halife Ömer (634-644), Muğire’ yi Basra valiliğine atadı ve Muğire, Basra’da zina suçu işlemekle suçlanıncaya kadar burada valilik görevini sürdürdü. Zina suçundan sonra Ömer, bu defa Onu Kufe valiliğine atadı ve Halife Ömer katledilinceye kadar Muğire, bu şehirdeki valilik görevini sürdürdü (İbnü’l-Esir, 1970: 5/248).
Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Kufe valisi olan Muğire b. Şube, Kufe camiinde her Cuma günü hutbede Ali b. Ebî Talip’e söverek hutbe okurdu (el-İsfahanî, 1997:1/96). Valinin bu meşum fiilinden cesaret alan cahil insanlar da camilerde açıkça Ali’ye sövmekten çekinmiyorlardı. Örneğin, Rebah b. Haris’ten gelen bir rivayet göre; Muğire b. Şube, Kufe’ nin en büyük camilerinin birinde etrafında insanlarla otururken, Said b. Zeyd de gelip topluluğa katıldı. Orada oturanlardan biri küfürler savurmaya başladı. Said, Muğire’ ye bu adam kime sövüyor deyince, Muğire, " Ali b. Ebî Talip’e küfrediyor" dedi. Bu cevap karşısında Said b. Zeyd: " Ey Muğire b. Şube! Senin katında Hz. Peygamber(a.s.)’ın sahabelerinden birine küfrediliyor ve sen sesini çıkarmıyorsun, buna müdahale etmiyorsun" diyerek sert tepki gösterdi (İsfahanî, 1997: 1/95).
Muğire b. Şube, sadece Ali’ye küfreden bir Sahabi olarak tarihe geçmemiş aynı zamanda rüşvet almakla da ünlü bir vali olarak tarihteki yerini almıştır (Doğrul, 1975: 5/27).
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Muğire b. Şube, en son Peygamber’den ayrılanın kendisi olduğu iddiasını dillendirdiğinde Hz. Ali: " Muğire, yalan söylüyor, en son ayrılan Kusam b. Abbas’tır" buyurmuştu (İbn Sa’d, 1968: 3/286).
Yukarıda kısaca belirtilen bu tür nedenlerden ötürü olacak ki, İmam Şafiî (ö. 819), adalet sahibi olmadıkları gerekçesiyle şahitliklerini makbul görmediği Sahabeden biri de Muğire b. Şube’dir (Ebu’l-Fida, 1997:1/259).
II. Ömer b. Ubeydullah et-Teymî (ö. 701)
Ömer et-Teymî’ ye geniş yer veren İbn Asakir’ e (ö. 1176) göre; başlangıçta Abdullah b. Zübeyr’ in Basra valiliğini yapan bu zat, Mus’ ab b. Zübeyr’ in öldürülmesinden sonra Emevi rejiminin himayesine girmiştir. Emevi rejiminin en acımasız tiranlarından biri olan Mervan oğlu Abdülmelik’in (685-705) daveti üzerine Şam’a giden Ömer b. Ubeydullah, burada rejimin bekçiliğini yapmış ve Abdülmelik’in yakın tetikçisi olmuştur. Ömer et-Teymî, Tiran Abdülmelik’in emriyle Bahreyn’e gitmiş ve burada Emevi rejimine muhalif çevrelerle çatışmalara girerek, rejim muhaliflerini acımasızca bertaraf etmiştir ( İbn Asakir,1995: 45-291). Nitekim İbnü’l-Esir (ö.1232), Ömer et-Teymî’ nin Bahreyn’de teslim olan altı bin rejim muhalifini kılıçtan geçirdiğini belirtmiştir ( el-Kamil, 1987: 4/130). Herhalde eli kanlı bu gibi Emevi rejimi tetikçilerinin Peygamber’den hadis rivayet ettiğine inanmak safdillik olur.
Bu arada Kılıcın kılıfı olarak sunulan "cennet kılıçların gölgesindedir" hadisini Ebu Nadr’ın Ömer b. Ubeydullah’a gelen mektuptan aktardığı ileri sürülmekte ise de gerçekte Ebu Nadr, Ömer et-Teymî’ den hiç hadis rivayet etmediği bilinmekte (İbn Asakir, 1995: 45/286-295), bu da aslında böyle bir mektubun varlığından bile söz edilemeyeceğini göstermektedir.
III. Ebu Nadr (ö. 108/727).
Asıl adı Münzir b. Malik el-Abdî olan Ebu Nadr; Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri her iki rivayetin de ortak birinci ravisidir. Peki, "Cennet kılıçların gölgeleri altındadır" rivayetini Sahabi Abdullah b. Evfa’dan aktardığı iddia edilen Ebu Nadr’ı hadis bilginleri nasıl değerlendirmişlerdir? Kısaca irdelemeye çalışalım:
En eski rical bilginlerinden olan İbn Sa’d (ö.845); Ebu Nadr’ın aktardığı haberlerin delil olamayacağını belirtmiştir (1968:7/208). Bir diğer ünlü rical bilgini Ebu Cafer el-Ukaylî ise (ö. 933), açıkça bu râvinin aktardığı haberlerin güvenilmez olduğunu belirterek, " Ebu Nadr, hadis aktarmada zayıftır" demiştir (Kitabu’d-duafai’l-Kebir, 1984: 4/199-200). Rical bilgini İbn Hibban’a (ö.965) gelince O, Ebu Nadr’ı başka bir yönüyle eleştirmekte ve Onun rivayetleri aktarırken çok hata yaptığını vurgulamaktadır (Kitabü’s- Sikat, 1998:3/52).
IV. Musa b. Ukbe (ö. 758):
Muhaddisler, Ebu Nadr’den hadisi duyduğunu ileri süren diğer bir râvî olan Musa b. Ukbe’yi cerh ve tadil açısından ta’n etmişlerdir. Bu kapsamda rical bilgini İbn Main’in (ö. 848), Musa b. Ukbe hakkındaki değerlendirmesi; onun güvenilir olmadığı yönündedir. Şöyle der İbn Main: " Musa b. Ukbe’de zayıflık vardır" ( Mizzi,1996: 29/115; Zehebi, 1963: 4/214).
V. İbn Cüreyc (ö.767):
Rivayet metninin isnadında yer alan ve asıl adı Abdülmelik b. Abdülaziz b. Cüreyc olan bu râvinin nasıl değerlendirildiğine bakalım. Hanbeli mezhebinin İmamı olan Ahmet b. Hanbel, İbn Cüreyc’ın rivayet ettiği hadislerde uydurma olanlar vardır (Mizan, 1963: 2/659) diyerek rivayetlerine dair kuşkularını açıkça dile getirmiştir.
İbn Cüreyc’in belki de tenkidi en çok hak edecek yanı, Onun bir "müdellis" (tedlis yapan) olmasıdır. Peki, hadis ilminde müdellis ne anlama gelir? Kısaca tedlis yapan muhaddise denir. Daha açık bir ifade ile bir râvî görüşmediği veya görüştüğü halde hadis almadığı bir hadis âliminden bizzat rivayet etmişçesine hadis rivayet ederse buna müdellis denir. Örneğin, İbn Cüreyc, (A) ile hiç görüşmediği halde onunla görüşmüş gibi izlenimini vererek ondan hadis rivayet ettiği için müdellis olur ve hadis ilminde müdellisler, zayıf raviler kategorisinde değerlendirilirler.
Nitekim başta mezhep İmamlarından Ahmet b. Hanbel (ö.855) olmak üzere Kütüb-i Sitte muhaddislerinden İmam Nesaî (ö.915) ve Yahya b. Said el-Ensari gibi hadis bilginleri yaptığı tedlis nedeniyle İbn Cüreyc’i cerh etmişler ve onu tedlis yapmakla ta’n etmişlerdir. Hele Sünen yazarlarından Darekutnî (ö.995), İbn Cüreyc için: " Tedlisin en şeririni İbn Cüreyc yapmıştır" diyerek ona olan güvensizliğini net bir ifade ile beyan etmiştir ( el-Irakî, 1995:69).
Sahih-i Buhari’yi şerh eden İbn Hacer el-Askalanî’nin (ö.1448) değerlendirmesi de kayda değer. Her iki rivayetin de mimari sayılan Ebu Nadr için şöyle der el-Askalanî: " Ebu Nadr, Abdullah b. Evfa’dan (ö. 706) hadis işitmemiştir" (Fethu’l- Bari, 1409: 6/26). Oysa Buhari ve Muslim’in rivayetlerinde; Abdullah b. Evfa’nın, Ömer b. Ubeydullah’a söz konusu hadisi aktardığını ileri süren Ebu Nadr’dir. Ebu Nadr ise, Abdullah b. Evfa’yı görmediğine ve ondan hadis işitmediğine göre, "cennetin kılıçların gölgesi altında olduğu" hadisinin güvenilirliği (sahihliği/doğruluğu) de kendiliğinden yok olmaktadır.
Sonuç olarak Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’de yer alan, "Cennet kılıçların gölgeleri altındadır" şeklindeki hadisin isnadında yer alan raviler, hadis uydurmak, güvenilir olmamak ve tedlis (olmamış bir şeyi olmuş gibi göstermek) yapmakla suçlandıklarından söz konusu hadisin cerh ve tadil ilmine göre sahih (doğru) olmadığı açıktır. Dolaysıyla mezkûr rivayet, Hz. Peygamber’e mal edilemez, onun sözü olarak değerlendirilemez. Bu sonuca göre, kılıcın kutsaması amacıyla uydurulmuş kılıfın de Kuran ve sünnet anlamında dayanaktan yoksun olduğu gerçeği açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu sonuç da gösteriyor ki, kılıcı kutsayan sahte kılıf, kanlı ve ırkçı Emevi rejiminin kirli dönemini aklama amaçlı olarak imal edilmiştir. Zaten rivayette de görüldüğü gibi mezkûr mektubun muhatabı olan Ömer b. Ubeydullah et-Teymî (ö.701) de bir Emevi tetikçisidir.
Hz. Muhammed’e izafe edilen: " Cennetin, kılıçların gölgesi altında olduğu" şeklindeki rivayet, Kur’an’ın özü ile de çelişmektedir. Zira Kuran’da bir kez olsun bile adı geçmeye değer bulunmamış Seyf (kılıç) kelimesinin, cennetin ve cennet ehlinin başında bir Demokles kılıcı gibi sallanması, rahmeti öne çıkaran, adaleti esas alan ve takvayı önceleyen dinin nüzul sebebine ve gayesine de aykırıdır. Dolaysıyla anlatılanı tek cümle ile ifade edersek; kılıcı kutsama inancının Kuran ve Sünnette referansı yoktur dayanak, Emevi rejiminin kutsanmasıdır.
Kaynakça:
Kur’an-i kerim Açıklamalı Türkçe meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-2002
El-Askalani, İbn Hacer, Fethu’l-Bari, Daru İhyai’t-türasi’l-Arabi, Beyrut-1409
Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, Daru’l-Fikr, Beyrut-1996
Bozkurt, Nebi, Kılıç, TDVİA, Ankara-2002
Doğrul, Ö. Rıza, Asr-ı Saadet, Eser Neşriyat, İstanbul-1975
Ebu’l-Fida, el-Muhtasar fî Ahbari’l-Beşer, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1997
El-Irakî, Ebû Zür’a Ahmed b. Abdürrahim, Kitabü’l-Müdellisîn, Daru’l- Vefâ, yer yok-1995
İbn Asakir, Tarihu Medineti’d- Dmaşk, Daru’l- Fıkr, Beyrut- 1995
İbnü’l-Cevzi, el-Muntazam, Daru Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1995
İbnü’l-Esir, Usdü’l-Ğabe, Kitabü’ş-Şa’b, yer yok-1970
El-Kamil, fî’t- Tarih, Daru’l- Kütübi’l- İlmiye, Beyrut- 1987
İbn Hibban, Kitabü’s-Sikat, Daru Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1998
İbn Manzûr, Lisanü’l- Arab, Edeb el-Havz, Kum/İran-1405
İbn Sa’d, Tabakat, Daru Sadr, Beyrut-1968
İsfahanî, Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, Daru Kütübi’l-Arabî, Beyrut-1997
Mizzî, Tehzibü’l-Kemal, Müessesetü’r-Risale, Beyrut-1996
Sahihu Buhari, Daru Tıbbati’l-Amire, Riyad-1315
Sahihu Muslim, Daru’l- Fikr, Beyrut-2003
Zehebî, Mizanü’l- İ’tidal, Daru’l- Fikr, Yer Yok, 1963