Kutsanmış Bir Öğretmenliğin, Kutsal 24 Kasım'ı

Kutsanmış Bir Öğretmenliğin, Kutsal 24 Kasım'ı
Öğretmene kutsal bir kimliğin inşacısı ve devletin öteki saydığına karşı mevzilendirilen yüceleştirilmiş bir kültürün, propagandisti olması arzu edilir.

Medet KAYA


Öğretmenler gününü, UNESCO, İLO, UNICEF, UNP, Eğitim Enternasyonali gibi uluslararası kuruluşlar ile yüzden fazla ülke 5 Ekim’de, bizde ise 24 Kasım’da kutlanır. 24 Kasım Öğretmenler Günü, 80 darbesini yapanlar tarafından belirlenip,1981 yılından itibaren kutlanmaya başlanır. Bu tarihlerin tespitinde, Atatürk’ün doğumunun 100.yılı ve başöğretmenlik ünvanını aldığı tarihler esas alınır. Darbecilerin, böyle bir günü tarihi olaylarla ilişkilendirip, kutlama kararı almasının nedenlerinden biri; temel hak ve özgürlükleri rafa kaldırdıkları için doğabilecek meşruiyet krizini aşmak olabilir. Çünkü; öğretmen sendikalarının kapatılıp binlerce öğretmenin işten atılması yetmezmiş gibi, insan haysiyetiyle bağdaşmayacak ağır suçlar  işlenir.Kutlama kararı alınmasıyla güne ilişkin hem meşruiyet sorunu giderilip, hem de güne ideolojik bir mana eklemiş oluyordu.

Bu ideolojik mana,1981’den beri her 24 Kasım'da ve eğitim meselelerinde farklı biçimlerde ifade edilse de kutsallık metaforu ana tema olur. Her ne kadar öğretmenlerin yaşadığı sosyo-ekonomik sorunların resmi açıklamalarıyla itiraf edilmesinden, eğitime ilişkin tarihsel ve politik boyuta kadar geniş bir söylem düzeneği olsada, mesleğin kutsallığı temel vurgu olur. Teolojik kavramların ağırlığından yararlanarak, bir mesleği diğer mesleklerle adeta hiyerarşik bir düzene yerleştirme anlatısı, ister istemez bazı soruları sormamızı gerekli kılıyor. Neden diğer meslekler değil de öğretmenlik yapma işi, iş  olmanın ötesinde uhrevi anlamlarla tanımlanır? Eğitme-öğretme işi kutsallık kavramıyla neden bu kadar kolay irtibatlandırılır? 

Eğitimin kutsallık kavramıyla olan ilişkisi, dinin gündelik hayata hükmetmesiyle başlar. Aydınlanma felsefesinin, eğitim politikalarına şekil vermesiyle de devam eder. Özellikle ulus devletlerin kuruluş dönemlerinde, hatta sonrasında da eğitim politikalarının çıkmaza girdiği durumlarda dini kavramlar tedavüle tekrar tekrar sokulur. 

Aslında bu bir devir teslim sürecini andırır. Adına ister Modernizm isterse Aydınlanma Dönemi diyelim, bu sürece kadar dini kurumların tekelinde olan eğitim - öğretim faaliyeti bizzat ulus devletlerin aygıtına dönüşür. Bir bakıma devletin, çocukları eğitsel yollarla biçimlendirip, kendine tabbi bir yurttaşlar topluluğu oluşturmayı hedeflemesidir. Bunu yaparken dini kurumları sadece ibadet faaliyetleriyle sınırlandırmak ister. Dünyevi olana dair her ne var ise bunu bilimin kapsamına dahil eder. Amiyane bir tabirle dini gündelik hayattan kovmak ister. Ancak dinin yerine geçen milliyetçilik mitosunun, tek başına devlete sadakat duyan bir yurttaşlar topluluğunun oluşmasına yeterli olmadığı anlaşılır. Kapıdan kovulan dini kavramlar eğitim faaliyetiyle geri döner. Ama devletin izin verdiği ölçüde ve kıvamda. Milli bir heyecanı ve duyguyu yaratacağı dozda.
Devlet aklı güçlenip eğitime abandıkça,bilimsel eğitim ile geleneksel eğitim (Büyük oranda dinsel eğitimi içerir.) arasındaki felsefi farklılıklar söylem düzeyinde kalır. Bu yoğun çaba pratikte farklılıkları törpüleyip, iki farklı eğitim anlayışını birbirine yaklaştırır. Uygulamada hiçbir zaman geleneksel eğitimle bağ kopmaz. Dinin zengin mirasından, ihtiyaç duydukça payını almaya devam eder.

Aydınlanma düşüncesinden etkilenen bütün ulus devletler, kendinden önceki geleneksel eğitimin otoriter bir yapı olduğu iddiasında bulunur. Bu eğitimin; itaatkar bireyler yetiştirdiği, özgürleşme fikrini boğduğunu ve dünyevi olanın önemsizleştirildiğini sıklıkla ifade eder. Bu eleştiriler ne yazık ki devlet güdümündeki bilimsel eğitimin, özgürlükçü bir anlayışa evrilmesini sağlamaz. Örneğin günümüzde en demokratik ülkelerde bile öğrenci, gözetleme, denetleme gibi disipline edici tekniklere maruz kalır. Öğrenci, iktisadi - siyasi düzenin istekleri doğrultusunda belli yeteneklerle ve  bilgilerle donatılır. Ancak öğrenci, gözetleme ve denetleme gibi disipline edici tekniklerle güç içerikli yapılara; iktidara, kuruma, kanunlara dine, bir vatana, millete bağlanıp,tabii kılınır.Uyumlu ve uysallaştırılmış bir  toplum tasarlanır. Hiçbir zaman öğrenci eğitimin öznesi olamaz.Tıpkı eleştirilen geleneksel eğitimde olduğu gibi.Kimliklere bağlama ve disipline etme eylemini yapan bir zamanlar din adamları iken, artık öğretmenler devlet adına yapar. Bir farkla, bilimin görünen formasyonuyla ve bireyi devletin makbul saydığı kimliklere bağlayarak.
Devletin bilimsel eğitimi, bazen kendi doğrularını eleştirel akıldan muaf tutarak, doğmatizme kapıyı açar. Geleneksel eğitimle olan bir başka benzer nokta burası. Özellikle sosyal bilimlerin ilgi alanına giren bazı konular nesnel bir şekilde analiz edilmez. Konular, devlet aklına veya iktidarların siyasi beklentilerine uygun bir şekilde yorumlanıp öğretmenler tarafından öğrencilere aktarılır. Bu durum, bilimsel eğitimin süreç içinde kendi hakikatini devlet erkinin hakikatine tabii tutup, eğilip bükülebilir bir hal aldığını gösterir. Bunun bizdeki örnekleri: Biyoloji dersinin müfredatına yapılan müdahale, Türk Dili ve Edebiyatı dersinde bazı okuma metinlerinin yalnızca politik kaygılarla yer alması, Tarih dersinin gerçeklikle kurduğu bulanık hal gibi. Bu durum, öğretmeni zaman zaman nesnel olmayanın ve yanlış olanın da anlatıcısı yapar. Ögretmen öğrencilere neyi hangi amaçlarla ve bunu nasıl öğreteceğinin karar vericisi değil. Buna siyasi erk karar verir. Öğretmen, hazırlayıcısı olmadığı müfredatı öğrenci üzerinde deneyleyen ve uygulayandır. Kutsal sayılan bir devletin kutsal amaçları için seferber edilendir.

Ulus devletlere ait eğitim politikalarının, aydınlanma felsefesine ve  bilimsel anlayışa ne kadar denk düştüğü tartışılır. Ancak tartışma götürmeyecek kadar milli bir karaktere sahip. Bu milli nitelik bünyesinde dinsel öğeler de barındırır. Başka bir ifadeyle devlet sahip olduğu eğitim aygıtıyla milli değerlerin dinselleşmesine, dinsel değerlerinde millileşmesine olanak sunar. Geleneksel eğitimle olan benzerliğin en görünür olduğu ve kutsal meslek temasının en çok tezahür ettiği alan burası.

Devletin işlevi; yalnızca çocukları eğitip donatarak, üretim ve tüketim gibi ekonominin temel dinamiklerine katkı sağlayacak bireyler yetiştirmekten ibaret değil. Aynı zamanda ulus, millet, devlet gibi kavramlarla dini değerlerin birbirlerini ikame edebildiği ve beslediği bir alan yaratmak. Hatta, sentezlenen bu değerler paketi yeterli bulunmadığı durumlarda devletin gözetimi ve denetimi altında ayrıca bir din eğitimi de verilir. Tıpkı bizde olduğu gibi. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin verilmesi zaten bir sorun iken, Alevi çocuklara bile zorunlu tutulması aslında söylemek istediklerimizin pratikteki örneği. Peki bütün bu zorlamaların ya da birbiriyleriyle çelişkili bilimsel ve dinsel değerlerin uzlaştırılmasının gerekliliği neden? 

Okullara hazır gelen yada burada üretilen semboller, hikayeler, söylemler, ayinsellikler, tarihsel anılar, imajlar, repertuarını zenginleştirmek. Bunlar vasıtasıyla öğrencilere milli ve dini kimlik edindirip, topluma bağlamak. Bireysel farklılıkları bastırıp ortak değerler etrafında aynılaştırmak. Devlete sadakat duyan bir topluluğu inşa etmek. Ayrıca devletin varlığını ve ulusun bekasını bu kimliklerle sağlanabileceğine toplumu inandırmak. Buna ilişkin rıza üretmek. İşte kutsallık temasının dayanağını, bu amaçlar oluşturur. Amaçların kutsallığı öğretmenin yaptığı işe ulviyet katar. Bu kutsal işe kutsallık katan başka bir şeyde; hedeflerin gerçekleşmesinde kullanılan araçlardır. Semboller, mitleşen hikayeler, soyut kavramlar gibi araçlar dinle ilişkilendirilir. Örneğin vatan, millet, Bayrak, gibi milli semboller dinle harmanlanır, ruhaniyet kazanıp her çeşit eleştirinin dışında tutulur. Öğretmene düşen görev, kutsallık bahşedilen bu değerlerle öğrenciyi terbiye etmek. Bu değerlere adanmışlığın yüceliğini benimsetmek.
 Ancak kültürel çeşitlilik,evrensel değerler gibi unsurlar öğretmenin işini zorlaştırır. Farklı kültürleri kötücül gösterip, bu gerilimi sürekli kılmanın eğitsel yükünü öğretmen taşır. Çünkü, farklı kimlikler ülkenin bütünlüğünü bozma ve sosyal değerlerini aşındırma potansiyeli taşıdığı inancını zihinlerde canlı tutması istenir. Bir yandan da görevi,öğrenciyi bu zararlı ve gayri milli ilan edilen değerlere karşı korumak, kollamak olur. Öğretmene burada; kutsal bir kimliğin inşacısı ve devletin öteki saydığına karşı mevzilendirilen yüceleştirilmiş bir kültürün, propagandisti olması arzu edilir.

Bir başka zorluk; günümüzde milli ve dini değerlerin, tüketim kültürünün değerleriyle girdiği rekabetten kaynaklı. Tüketim kültürü öğretmenin milli rolünü yontuyor, yaptığı işin  kutsallığını bozuyor. Öğretmenin, öğrenciye kavrattığını, aktardığını sorgulanır hale getiriyor. Tekelinde tutuğunu sandığı bilgiler kimi zaman önemsizleşerek, gündelik hayatta bir karşılık bulamıyor. Okullarda, ideolojik bir boyut kazanan milli-dini değerler, sosyal hayatta; imaja, statüye, psikolojik hayatta; faydaya ve piyasada birer metaya dönüşüyor. Eğitimle verilen değerlerin kimliklerin yerine dijital hayatın sağladığı sanal kimliklerin cazibesi artıyor. Okulun bilgini olan öğretmen artık klavye bilginlerinin kudreti karşısında kutsal görevi ve konumu sarsılıyor.

Her şeye rağmen, Avrupa’ya kıyasla bizim gibi geleneksel toplumlarda sarsılma sanırım daha yavaş gerçekleşiyor. Bu sebeple kutsallık temasının büyüsü bozulsa da halen bazılarının elinde elverişli bir araç.

Kutsallık gibi imgelerin öğretmenlik mesleği için kullanılmasının kaynağının özetinden sonra, biraz da bu kavramın eğitimciler üzerindeki etkisine bakalım.

Bu kavram fazlaca kullanışlı. Ülkedeki ögretmen yetiştirme eğitiminin yapısal sorunlarının üstünü örter.Adeta ontolojik hale gelmiş, eğitimin en temel problemlerini normalleştirir. Kimi zamanda öğretmenlerin  nesnel sorunlarına çözüm  getiremeyen yetkililerin, sorumluluktan kaçarak sığındıkları bir kavram olur.

Kutsallık metaforu, bazen öğretmenlerin içinde bulundukları ekonomik şartların ağırlığı karşısında tıpkı 24 Kasım'da olduğu gibi onları teselli etme seanslarında  kullanılan bir araç olur. Bazen ise yaptıkları işe manevi anlamlar yükleyerek psikolojik yüklerini geçici de olsa hafifletir. Kutsal meslek tanımıyla; kimi  öğretmen onur duyar, kimisi de içinde bulunduğu zor iktisadi şartlarla itirazsız bir şekilde yaşar. Büyük çoğunluğu da kendi ekonomik- sosyal koşullarını, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki öğretmenlerle kıyaslamak yerine, yoksul ülkelerdeki öğretmenlerin yaşam şartlarına bakarak  şükreder.

Kutsal meslek temasının bolca vurgulanması öğretmenlerin eleştirel pedagoji tartışmalarına mesafeli durmasına da yol açar. Kutsallık ve bununla ilişkili kahramanlık, fedakarlık gibi kavramlar pedagojik açıdan fazla değer taşımaz. Hem de kutsallık, fedakârlık gibi özellikler taşımayan mesleklerinde olabileceği düşüncesini doğurabilir. Güçlü- güçsüz, kutsal olan- olmayan, önemli-önemsiz gibi ikilikler üzerinden meslekleri ve insanları kategorize etmeye götürür. Hâlbuki eleştirel pedagoji anlayışı, meslekler arasında dayanışma ve paylaşmayı önceller. İnsanlar arasındaki etkileşimde eşitliği temel alır.

Kutsallık teması birazda doğmatik öğeler içerdiği için, öğretmenin otoriter bir eğitim anlayışını uygulamasına kolaylık sağlar. Öğretme sınıf ortamında otoriter olmaya heveslenebilir. Eleştirel pedagojiyle, alıştığı bu durumun sonlanacağını düşünür. Fikir üretmek, küresel sorunlara eğilmek; analiz, tartışma, sentez, eleştiri gibi düşünme yöntemlerini kullanmak eleştirel pedagojinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Eleştirel pedagoji; öğretmenin, eğitim politikalarının belirlenmesinden, müfredat konularının seçimine kadar tüm süreçlerde yer almasını gerektirir. Devlet aklının nesnesi olan öğretmenin, öğrencilerini bir şeylerin nesnesi haline getirme işini doğru bulmaz.Doğru olan; öğretmenin, eğitimin tüm süreçlerinin öznesi olup, öğrencilerini de özne kılmak.

Kutsallık, fedakarlık, kahramanlık gibi kavramların bu kadar kolay kullanımı öğretmenin kendi sorunlarına yabancılaştırır. Kendi sosyo-ekonomik durumunu ve eğitim problemlerini siyasetin gündemine taşımak yerine, politika yapanların gündemine esir düşer. En temel hakları için birlikte mücadele etmek yerine üst siyasetin kısır tartışmalarının, görüş ayrılıklarının çoğunlukla tarafı ve taraftarı olur. Yoksa bir milyondan fazla eğitim çalışanın olduğu bir ülkede halen grev ve gerçek manada bir toplu sözleşme hakkı elde edemeyişleri neyle açıklanabilir? Siyasi partilerin himayesine giren bazı eğitim sendikalarının parti büroları gibi çalışmaları nasıl izah edilebilir? Kendi sorunlarına çözüm getiremeyen bir siyasi anlayışa harcadıkları enerjiyi, yaptıkları işin iyiyi, doğruyu kapsaması için neden harcanmaz? Öğrenciyi, hayatta değil,elemeye,ayıklamaya dayalı sınavlara hazırlayan; bir eğitim sisteminden kurtulmanın alternatifini üretebilecek, pedagojik bir zemini bile sağlayamamalarını nasıl açıklayabiliriz? Ne yazık ki bu sorular uzayıp gider.

Son olarak; öğretmenlerin sorunları ne resmi beyanatlarla, ne de 24 Kasım’ı tüketim ağırlıklı  bir şölene ve dijital mesaj yığınağına dönüştürmekle  çözülür. İçinde bulundukları sosyo-ekonomik şartların  dramatize edilmesiyle de hafiflemez. Öğretmenlerin en başta grev ve doğru düzgün bir  toplu sözleşme hakkı elde etmek için birlikte mücadele etmesiyle iktisadi şartları düzelebilir. Dayatmacı, disipline edici eğitim anlayışını, özgürleştirici ve dünyevi kanallara dönüştürme uğraşıyla, sorunlar azalabilir.Belki mesleğin kutsallığı kalmaz ama özgür bir eğitim yeterli itibarı sağlar.


Medet KAYA
Mail: [email protected]
Twitter: medetkaya2012

 

Öne Çıkanlar