Milli oyun
Kamil ERDEM
Biz ilkokuldayken, sonraları adının folklor, halk oyunları veya halk dansları olduğunu öğreneceğimiz geleneksel danslara, "milli oyun" derdik. Daha doğrusu, bize böyle öğretilmişti. Kendi çevremde yaptığım "mini" ankete göre akranlarımın hepsi değilse de bir kısmı hala bu tabiri hatırlıyor. Gene de o yıllarda ne yaygınlıkta kullanıldığını bilemiyorum. Bildiğim, anam da babam da "bugün milli oyun oynadık" dediğimde anlamaz anlamaz yüzüme bakmış, ben de ses etmemiş ama şaşırmıştım; bunlar "milli" bir şeyi nasıl bilmez diye.
Bu tabir belli ki bizden önce yoktu, biliyorum ki sonra da pek uzun ömürlü olmadı...
Okul yılının sonuna doğru havalar ısınınca, kız erkek bahçeye doluşur, sadece bu amaçla okula gelen Aziz Öğretmen’in öğrettiği basit bazı hareketlerle el ele, kol kola, bir yandan da "oy madımak..." diye türkü söyleye söyleye "milli oyun" oynardık. Yıl sonunda da cepkenli, şalvarlı müsamere. Atmışların sonuydu...
Tabii ki o zamanlar değil, ama çok sonraları düşünmüşümdür, neden bu oyun "milli" diye. Öyle ya, ortaoyununa "milli tiyatro", türkülere "milli müzik" demiyorduk da, milli formayı neden bu oyunlara giydirmiştik? Bu soru zihnime takıldı kaldı...
Derken ortaokullu olduk. Ortaokul boyunca "milli oyun"un ne lafını duydum, ne oynandığını gördüm. Ama okulumuzun lise kısmında durum farklıydı. Elazığ, Antep, Bitlis gibi ekiplerin birinde oynuyor olmak pek havalı bir şeydi. Tek farkla ki, oynadıklarına artık "milli oyun" değil, "folklor" deniyordu. Liseli abi ve ablalarımız güzel gösteriler yapar, liseli olunca keşke biz de bir folklor ekibine girebilsek diye heveslenirdik. Ama o yaşlarda üç yıl uzun süredir. Nitekim üç yıl geçip de liseye başladığımızda folkloru çoktan unutmuştuk.
Gerçi biz unutmuştuk unutmasına da, hatırlatan da olmamıştı. Daha üç yıl önce okulun gözde etkinliklerinden olan folklor, nedense biz lisedeyken gözde olmak bir yana, kimsenin aklına bile gelmiyordu.
Ama hayat okuldan ibaret değil; tek kanal da olsa, siyah beyaz da olsa, tv evimize gireli epey olmuştu. Ve okulda göremediğimiz folkloru tv’de, hem de sıkça görebiliyorduk; "Hoy-Tur" adını da bu vesileyle duyduk. İsimleri bugüne kadar aklımda kalmışsa, o yıllarda, artık 70’lerdeydik, demek ki Hoy-Tur hafızalara kazınacak sıklıkta ekranda yer bulabiliyormuş. Nitekim internet sitelerindeki tarihçede de 1970’te kurulduktan hemen sonra "onlarca tv programında düzenli yer aldıklarından" bahsediliyor. O zamanlar tv demek, devlet demektir; not düşelim.
Hoy-Tur’un adındaki "Hoy" hecesi "halk oyunları"ndan geliyor diye aklımda kalmış, oysa resmi isimleri Hoy-Tur Halk Dansları Topluluğu olarak geçiyor. Ama ister "oyun", ister "dans", aynı onyıl içinde aynı şeyin karşılığı olan üçüncü ismi duyuyorduk; çocukluğumun "Milli Oyun"u, ergenliğimin "Folklor"u, artık "Halk Dansları" olmuştu... Ha, bir de gene Hoy-Tur’un sitesinde "ulusal halk danslarımız" tabiri kullanılıyor...
Hoy-Tur 1988’de Çankaya Belediyesi bünyesine katılıyor ve bu birliktelik halen devam etmekte. Böylece döneminin en etkili tanıtım desteği tv’den sonra kurumsal destek de sağlanmış oluyor. Ama devletin bu yıllarda halk danslarına olan ilgisi sadece böyle dolaylı desteklerden ibaret değil; 1975’te Kültür Bakanlığı Devlet Halk Dansları Topluluğu (DHDT) kuruluyor.
DHDT’nin "geleneksel Türk kültür ve sanatının doğru bir şekilde tanıtılmasını gaye edindiği" belirtiliyor. "55 ülkede 1500 civarında" temsil vermişler. Gerçi yıllık program bilgilerine göre 2009’dan bu yana, yani son on iki yılda sadece bir ülkenin bir şehrinde (Ankara/Türkiye), toplam 120 civarında temsil vermiş görünüyorlar. Ya site güncellenmiyor, ya da hayli sert bir düşüş var demektir. İkincisi doğruysa, uluslararası ilgide pek de süreklilik olmadığı anlaşılıyor.
Fakat bütün bunlar bir yana, Hoy-Tur’un ve DHDT’nin gösterilerine gidemeseniz de videolarını izlemenizi öneririm. Ulaştıkları dinamik ve estetik bütünlüğün arkasındaki sanatsal birikim, emek, deneyim ve profesyonel disipline ancak saygı duyulabilir. Her ikisi de çok seçkin topluluklar.
Peki, o halde sorun nedir?
Hâşâ, sorun zaten yok da, soru çok!
Devlet Halk Dansları Topluluğu’nun adıyla başlayalım...
Burada Devlet’i anlıyorum, Dans’ı ve Topluluk’u görüyorum da "Halk" bu işin neresindedir, ne anlıyorum ne de görebiliyorum! Bunu farklı bir mecradan örnekle biraz açalım...
"Türk Halk Müziği" de sonradan konulmuş bir isimdir, hatta bazı müzikologlar bu tür isimlendirmeleri doğru bulmaz. Ana enstrümanı bağlamadır; bunda kuşku yok. Ve virtüözünden yeni başlayanına, ülkede onbinlerin elinden düşürmediği bir "Anadolu Türk" sazıdır; bunda da kuşku yok. Müzikolojik olarak tanım doğrudur, yanlıştır; ama Türk "Halk" Müziği’nin halkta, hem de sadece dinleyip sevme değil, enstrüman çalma düzeyinde, binlerce, onbinlerce karşılığı vardır!
Peki, Hoy-Tur ya da DHDT’nin gösterilerindeki dansların da halkta bir karşılığı var mıdır? Biliyorum, bunlar otantik dansların "çağdaş" yorumlarıdır, denecektir... Artık bir sahne sanatı olmuştur; bu da tamam...Ama DHDT’nin sitesinde "geleneksel danslarımızın özünü, biçimsel formlarını bozmadan..." vurgusu yapıldığına göre, ortada bir "öz" var demektir. Şu halde, dansların ait olduğu yörelerde bir grup kadın ve erkeği, mesela bir düğünde bu "öz"ü oynarken görebiliriz.
Sahi, görebilir miyiz?
Çoğu düğünde kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı oturup eğlendiği, lokantalarda, çay bahçelerinde "aile salonumuz"un olduğu, kadın erkek ayrı plajları olan beş yıldızlı tatil köylerinin bu özellikleriyle tercih edildiği bir toplumun geleneğinde kadınlarla erkeklerin birlikte dans etmesi..?
Lütfen dikkat! Yukarıda saydıklarım toplumumuzla ilgili birtakım vakıalardır. Ne iyidir diyorum, ne de kötü... Sadece tespitle yetiniyorum ki, konu ilgisiz bir yöne sapmasın.
Bu arada, Kızılay’ın herhangi bir "türkü barında" ya da Kadıköy İskele Meydanı’nda halay çeken, kolbastı oynayan gençler, dansların halktaki karşılığı olarak görülmesin... Zira bu, Anadolu’dan şehirlere yansıyan kadim bir kültür falan değil, şehrin kenarlarından merkezlerine yansıyan bir pop kültürdür olsa olsa. Genellikle şehirli nüfusun düğünlerinde gördüğümüz takım elbiseli, gece kıyafetli halay çekmeleri, göbek atmaları kültürden sayan zaten yoktur herhalde...
Hoş, biz ne anlatıyoruz ki... İşin uzmanına kulak verelim. Halkbilimci Mehmet Özbek, hem de ta 1981’de, neredeyse 40 yıl önce, "bu dansların kendiliğinden ve kendi ortamlarında icra edilme biçimlerindeki doğallığın giderek kaybolduğunu", "genel bir eğlence biçiminden çıkıp, birer gösteri unsuru haline geldiğini, halk dayanışma ve özdeşiminin bir parçası olmaktan çıkarak yabancılaştığını" yazmış.
Eh, 40 yıl önceki "yabancılaşma" süreci, 40 yıl sonra çoktan "başkalaşmaya" evrilmiş olsa gerektir. Maraş’ın, Kars’ın, Kırklareli’nin, Burdur’un -ve tabii daha nicelerinin- kültürü, "devlet katında" bir araya getirilince belki allanıp pullanacak, gösterişle süslenecek, ama yöresel kimlikler de yerini "merkezi bir kimliksizliğe" bırakacaktır.
Mehmet Özbek, halk danslarını "ilk çıkış kaynağı bilinmeyen ve bu nedenle anonimleşmiş toplu veya bireysel bir dans biçimi" olarak tanımlıyor. İlginçtir; Özbek, Kültür Bakanlığı’nın portalında yer verilen yazısında bu tanım ve tespitleri yaparken, aynı bakanlığa bağlı DHDT’nin resmi sitesinde, topluluğun "millet olarak eriştiğimiz yüksek kültür ve sanat düzeyimizi" yansıttığından bahisle, bir "millilik" vurgusu yapılıyor. Bize de, bir kültür mirası hem anonim hem milli nasıl olabilir, bu bilmeceyi çözmek kalıyor. Tabii "yeni başlayanlar için" önce bunun bir bilmece olduğunun idrak edilmesi meselesi de var!
Halk danslarının üç neslin öğrencilik yıllarını kapsayan kısa bir tarih kesitindeki seyri de ilginç... Dedeler, nineler hiç duymamış; oğullar, kızlar değişik isimler altında kâh çok önemsendiğine, kâh hepten unutulduğuna tanık olmuşlar; torunların zamanında ise dekoruyla, ışığıyla, kostümüyle bir sahne sanatına "evrilmiş"! Peki, madem bir gelenek, nesilden nesile süreklilik nerede? Teşbihte hata olmaz; sanki tarlada yürürken hazine bulunmuş da, ne yapılacağına bir türlü karar verilememiş!
Kafa karıştıran bir ayrıntı da THOF; Türkiye Halk Oyunları Federasyonu... Bildiğimiz, hakemleri, antrenörleri olan bir spor teşkilatı... İyi de, bu bir sanat deği miydi? Herhalde Halk Oyunları ile Halk Dansları farklı şeyler... Oyun olunca spor, dans olunca sanat oluyor; ben başka açıklama bulamadım. Bolşoy Balesi dünyaca ünlüdür, acaba Rusya’da da bir bale federasyonu var mı?
Devam edelim... Halk danslarının yörelere göre gösterildiği bir haritaya bakıyoruz. Halay, horon, bar, karşılama, lezginka (Kafkas), zeybek, çiftetelli, hora, farklı yörelere özgü danslar. Hem müzik hem de hareketleri bakımından birbirlerinden çok farklı olmaları, bütünde büyük bir çeşitlilik sağlıyor.
Nitekim etimolojik sözlüklerden dansların kelime kökenlerine baktığımızda da aynı çeşitliliği görüyoruz: Halay, Kürtçe... Horon, hora, Yunanca... Bar, Ermenice... Karşılama, Türkçe... Lezginka zaten başlı başına bir Kafkas kültürleri karışımı...
Eh, burası Anadolu... Yüzlerce, hatta binlerce yıldır onca kavim gelmiş geçmiş, gelmiş kalmış, kalmış göçmüş... Kalan da, geçen de, göçen de hem bir şeyler almış, hem bir şeyler bırakmış...
O zaman bu danslara acaba Kürtler’in, Rumlar’ın, Ermeniler’in, Gürcüler’in, Abazalar’ın kültürleri, gelenekleri de yansıyor mudur diye düşünecek oluyoruz, ama Kültür Bakanlığı böyle bir "kuşkuya" yer olmadığını belirtiyor: "Topluluğun repertuarında ülkemizin değişik yörelerine ait Türk halk danslarından seçkin örnekler bulunmaktadır"...
Bu ifadeyle danslar -münhasıran- Türkler’e izafe edilmiş oluyor ve gene bu çeşitlilikten de şöyle söz ediliyor: "Ülkemizin geleneksel dansları yapı özellikleri bakımından çeşitlilik göstermektedir. Bu çeşitlilik diğer ülkelere nasip olmayan bir zenginliktedir."
Evet, nasip meselesiymiş ve hamdolsun, bize nasip olmuş!
***
Sorun yok, soru çok demiştik...
Soru gerçekten de çok...
Atmışlarda, yetmişlerde birdenbire "hatırlanması", soru...
Halkta karşılığının olup olmadığı, soru...
Ne kadar benimsendiği, soru...
Öğrenim hayatımızda kâh o isim kâh bu isim altında bir görünüp bir yok olması, soru...
Spor mudur, sanat mıdır, soru...
Sanatsa, otantik bir halk sanatı mıdır, sofistike bir koreografi sanatı mıdır, soru...
Ve ne kadarı keşiftir, ne kadarı icat; bu da asıl soru!