'Mustafa Suphi Osmanlı'da federalizmi ve Ermeni, Kürt, Laz gibi halklara özerklik verilmesini savunuyordu'
Kazım GÜNDOĞAN*
ARTI GERÇEK - 100 yıl önce 16 komünist!..
Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının, Kemalistlerin merkezi bir planıyla Türkiye’ye gelmesinin koşulları oluşturulur ve daha sonra 15’i de Karadeniz’de öldürülür.
16. kişi olan Maria (Suphi) ise "ganimet" rehin ve seks kölesi olarak katiller tarafından alıkonulur ve birkaç yıl sonra trajik biçimde öl(dürül)ür…
Ne yazık ki bu trajedi 100 yıldır gerçek boyutlarıyla açığa çıkarılabilmiş değil ve bir enkaz olarak omuzlarımızda durmaktadır.
En önemli ve utanç verici olan da şudur: TKP ve M. Suphilerden bahsedilirken Maria’nın unutulmasıdır. Bunu kabul edilemez buluyor ve bu nedenle "16 Komünist" olarak her yerde düzeltilerek yazılmasını öneriyorum.
Kemalistler bu politik cinayetle Komünistlere karşı tutumunu son derece açık biçimde ortaya koymuşlardır. Ancak devrim, sosyalizm ve komünizm adına yola çıkanların bu net tutumu görmek istememeleri ve Kemalizmden devrimcilik, ilericilik üretme çabaları bir trajediye dönüşmüştür.
Öte yandan, Sovyetler Birliği ve Komüntern’in pragmatik politikalarının kurbanı olan başka ülkelerin komünistlerine en iyi örnek M. Suhpi ve TKP olsa gerek…
TKP (Türkiye Komünist Partisi) Merkez Komite üyesi Ahmet Kardam ile Mustafa Suphi’nin biyografisi, İttihatçılıktan Komünistliğe dönüşüm sürecini, Müslüman Komünistler ve Bolşeviklerle ilişkisini, Kemalistlerle yazışmalarını ve onların katledilmesinde M. Kemal’in doğrudan rolünü, Sovyetlerin ve Komüntern’in sessizliğini, Ermeni ve Türk komünistlerin ilişkileri ve Suphilerin devrim programı hakkında uzunca bir söyleşi yaptık.
Bu söyleşinin kapsamı ve konuların detayları için A. Kardam’ın "Mustafa Suphi; Karanlıktan Aydınlığa" kitabına bakılabilir…
‘BEN MİR BEDİRHAN’IN BEŞİNCİ KUŞAK TORUNUYUM. AİLEMDE TÜRK OLMADIĞINI, AMA BENİM KUŞAĞIMIN TÜRK OLARAK YETİŞTİRİLDİĞİNİ ANCAK 50 YAŞIMA GELDİĞİMDE ÖĞRENEBİLDİM’
Sizi kişisel olarak tanımakla başlayalım. Nasıl bir aileden ve toplumsal yaşamdan geliyorsunuz? Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kurucusu ve ilk Başkanı Mustafa Suphi hakkında araştırma yapıp kitap yazdınız. Bu ilgi ve ilişki hakkında neler söylemek istersiniz?
Baba tarafımın anne tarafı Kürt ve Rum. Babaannemin annesi Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan’ın torunu; böylece ben de Mir Bedirhan’ın beşinci kuşak torunu oluyorum. Babaannemin babası ise Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda Osman Bey’le işbirliği yapmış olan Bizans tekfuru Mihal Bey’in (Köse Mihal) soyundan gelen Mihalzade Ali Galip Paşa. Annem baba tarafından Boşnak, anne tarafından Abhaz. Ailemde Türk olmadığını, ama benim kuşağımın Türk olarak yetiştirildiğini ancak 50 yaşıma geldiğimde öğrenebildim. Bedirxan Beyin torunu olduğumu öğrenince Osmanlı Arşivine girip Bedirxan Bey hakkında 800 küsur sayfa belgeyi inceleyerek iki cilt kitap yazdım. TKP’nin kurucu başkanı Mustafa Suphi üzerinde çalışmamın nedeni ise bu partinin üyesi olmam ve Merkez Komitesi üyeliğinde bulunmamdır. Yani kim olduğumu araştırdığım, kendi geçmişimle hesaplaştığım söylenebilir.
‘1917 EKİM DEVRİMİ SONRASINDA TAHLİYE OLUNCA GİTTİĞİ MOSKOVA’DA RUSYA KOMÜNİST PARTİSİ’NE (BOLŞEVİK) ÜYE OLUR’
Mustafa Suphi ve TKP Türkiye sosyalist ve komünist hareketi için bir milat olarak kabul edilir. Siz "Mustafa Suphi; Karanlıktan Aydınlığa" kitabınızla kapsamlı bir çalışma yaptınız. Kimdir Mustafa Suphi? Nasıl bir aileden geliyordu? Dönemin düşünsel akımlarının neresinde yer alıyordu? Komünist fikirlerle tanışması, görüşlerinin olgunlaşması ve parti kurma sürecine kadar olan gelişimini anlatır mısınız?
Mustafa Suphi 1879 veya 1882 Giresun doğumludur. Buna göre, 28/29 Ocak 1921 gecesi Karadeniz’de katledildiğinde 40 yaşına yeni girmiş çok genç bir insandı. Babası Erzurum, Konya, Kudüs, Şam, Edirne gibi vilayetlerde mutasarrıflık ve valilik yapmış Mevlevizade Ali Rıza Efendi; annesi ise Samsun eşrafından, Belediye Reisi Halil Hilmi Efendi’nin kızı Memnune Hanımdır. Suphi ilk eğitimini babasının görevi gereği bulunduğu Kudüs ve Şam’da, orta ve lise eğitimini Erzurum’da, yüksek eğitimini İstanbul Hukuk Mektebi’nde tamamlamış, 1907’de doktorasını yapmak üzere Paris’e gitmiştir. 1908 İkinci Meşrutiyet Devrimi gerçekleştiğinde Paris’te öğrenci ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önce yandaşı, sonra üyesidir.
1910’da doktorasını tamamlayarak İstanbul’a döner, Yüksek Ticaret Mektebi’nde, Yüksek Öğretmen Okulu’nda ve Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde hukuk, ekonomi ve sosyoloji dersleri verir. İttihat ve Terakki’nin 1911 sonbaharında yapılan dördüncü kongresinde delegedir. Ama aynı yılın sonunda bu cemiyetten ayrılır, Türk Yurdu dergisi ve Türk Ocağı çevresiyle yakınlaşır, Rusya’daki 1907 gericiliğinden kaçarak İstanbul’a sığınmış Tatar Yenilenmeci (Cedid) hareketine mensup Yusuf Akçura, Ahmet Agayef, Sadri Maksudi gibi aydınlarla ilişki kurar, onların görüşlerinden etkilenir. Temmuz 1912’de kurulan, İttihat ve Terakki’ye muhalif Milli Meşrutiyet Fırkası’nın kuruluşunda yer alır, bu partinin yayın organı İfham gazetesinin sorumlu yazı işleri müdürlüğünü yapar.
İttihat ve Terakki’nin yönetime el koyduğu Bâb-ı Âlî baskınından 4,5 ay sonra sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi bahanesiyle tüm muhalif aydınlarla birlikte Mustafa Suphi de 18 Haziran 1913 günü Sinop’a sürgün edilir. Bir yıl kadar sonra Sinop’tan kaçarak Sivastopol’a, oradan Bakü ve Batum’a gider. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte önce Kaluga’ya sürgün edilir, ardından 1915 sonbaharında Uralsk esir kampına gönderilir.
Bir yandan esir kampındaki ağır sömürü koşullarının etkisi, öte yandan Kazan merkezli Müslüman Komünistlerin esir kampına sokabildiği yayın organının etkisiyle sosyalizmi benimser. 1917 Ekim Devrimi sonrasında tahliye olunca gittiği Moskova’da Müslüman Komiserliği’nde, esas olarak Türk savaş esirlerine yönelik olarak Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başlar ve o arada Rusya Komünist Partisi’ne (Bolşevik) üye olur.
‘PARTİ PROGRAMI’NDA: (A) TÜRKLERİN SAHİP OLDUKLARI AYRICALIKLARIN KALDIRILMASI; (B) "HÜR MİLLETLERİN HÜR BİRLİĞİ" TEMELİNDE FEDERATİF DEVLET BİÇİMİNİN KABULÜ; (C) AYRILMA HAKKININ TANINMASI HÜKÜMLERİ YER ALIR. BU PROGRAM SUPHİ’NİN TÜRKİYE KOMÜNİST HAREKETİNE BIRAKTIĞI MİRASIN EN ÖNEMLİ UNSURLARINDAN BİRİDİR’
Mustafa Suphi hakkında çok fazla belge var, ama bunların gereken dikkat ve özenle incelendiği söylenemez. Türkiye’de gerek resmi tarih yazımında gerekse sosyalist tarih anlayışında Mustafa Suphi nasıl anlatılmakta ve anlaşılmaktadır? Sözgelimi; Türkiye’de bazı çevreler Mustafa Suphi’nin "Türkçü" hatta "İttihatçı" olduğu görüşündeler. Buna birkaç neden gösterilmektedir: Birincisi; onun İttihat ve Terakki Cemiyet içinden gelmesi… İkincisi; Osmanlı Ermeni Komünistleri (Hınçak Partisi, Paramaz ve yoldaşları) ile ilişkisinin olmaması, üçüncüsü; 1915 Süryani, Ermeni soykırımı ve 1919 Rum Pontus soykırımı konularında bilinen bir tavrının olmaması… Bu eleştirilerin doğru yanları olduğunu düşünüyor musunuz? Değilse neden?
Mustafa Suphi hakkında çok sayıda belge olduğu ama bunların araştırmacılar tarafından gereken dikkat ve özenle incelenmediği biçimindeki düşüncenize katılıyorum. Bu dikkatsizlik ve özensizliğin Mustafa Suphi konusunda yanlış kanaatlerin oluşmasına neden olduğu görülüyor. Bunlardan birincisi, onun "ömrünün sonuna kadar Türkçü ve milliyetçi olduğu" biçimindeki iddiadır. İkincisi ise 1920 Kasım’ında Türkiye’ye M. Kemal’den aldığı "icazet"le döndüğü ve amacının M. Kemal’le "işbirliği" yapmak olduğu, M. Kemal’e "güvendiği" biçimindeki her türlü dayanaktan yoksun iddialardır. "Türkçülük", "milliyetçilik", "İttihatçılık" gibi iddialar konusunda şunları söyleyebilirim:
Mustafa Suphi 1912 yılı itibariyle İttihat ve Terakki Cemiyeti ve onun lider ve taraftarlarıyla olan her türlü ilişkisini koparmış ve yaşamının sonuna kadar İttihatçılığın her türüne karşı mücadele etmiştir. 1908-1911 yıllarında İttihatçılara muhalefet edenler arasında İttihatçılıktan gelmeyen kim vardır ki! İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı siyasal yaşamının ve dolayısıyla, Türkiye siyasal yaşamının "Büyük Patlaması (BigBang)"dır. Bütün siyasi partilerin anası İttihat ve Terakki’dir.
"Türkçülük" ve "milliyetçilik" meselesine gelince… 1915 öncesinde, yani henüz sosyalizmi benimsememiş olduğu yıllarda, Mustafa Suphi "Türk" kimliğinin "Osmanlıcılık" ile "İslamcılık" arasına sıkışmasına, öylelikle silikleşip yok olmasına karşıydı. Osmanlının bütün Hıristiyan millet ve milliyetleri gibi Türklerin de bir milli uyanış yaşaması gerektiğini savunuyordu. Bu görüşleri itibariyle "Türkçü"ydü. Ama onun Türkçülüğü, Türklüğü diğer etnisitelerden daha üstün gören ırkçı, şoven-milliyetçi bir Türkçülük değildi. Onun Türkçülüğü "minimalist" veya "demokratik" bir Türkçülüktü. Türk kimliği için hangi hakları talep ediyorsa, aynı hakları, ayrım gözetmeksizin, bütün diğer milletler ve milliyetler için de talep ediyordu. Osmanlı devletinin bekası için Arapların, Kürtlerin, Ermenilerin üstüne sık sık seferler düzenlenmesine karşıydı. Osmanlı toprakları üzerinde dört federatif bölge ve bunların içinde de ayrı özerk bölgeler kurulmasını savunuyordu. İmparatorluğun Rumeli topraklarında biri "Makedonya", ötekisi "Arnavutluk" olmak üzere iki federatif bölge; Anadolu’da "Türkiye" ve Asya topraklarında ise "Arabistan" olmak üzere iki federatif bölge kurulması, ayrıca Ermeni, Kürt, Laz gibi halklara da özerklikler verilmesi gerektiğini savunuyordu. Hem dışarıda hem de imparatorluk içinde huzur, istikrar ve barış ancak böyle sağlanabilirdi. Bütün bu gerçekleri yok sayıp Suphi’nin İttihatçı olduğunu ve İttihatçıların Türkçülüğünü savunduğunu iddia etmek ya bilgisizliğin ya da art niyetin ürünü olabilir. 1915 öncesinde henüz komünist olmayan Suphi’nin o tarihlerde Osmanlı Ermeni komünistleriyle ilişki kurmamış olması onun bir İttihatçı-Türkçü olduğunu kanıtlamaz.
1915 Süryani, Ermeni soykırımı ve 1919 Rum Pontus soykırımı konularında bilinen bir tavrının olmaması meselesine gelince… Gerek Ermeni soykırımı sırasında gerekse Pontus Rum kırımı sırasında Rusya’dadır. Pontus-Rum kırımı konusunda bilgisi olup olmadığına ilişkin herhangi bir veriye sahip değilim. Ermeni soykırımı konusu ise özellikle 1918’de, Bakü’deki "Mart günleri" olarak anılan Müslüman katliamı dolayısıyla Yeni Dünya gazetesinde gündem olur. Aynı konu Temmuz 1918’de Moskova’da toplanan Türk Sosyalistleri Konferansı’nda da gündeme gelir. O konferansta Suphi, Ermeni komünistlerine büyük umut bağladığını, Ermeni komünistleriyle birlikte hareket etmek gerektiğini savunur. Konuya ilişkin tartışma, Yeni Dünya gazetesinin sayfalarında 1918 sonuna kadar sürer. Bu tartışmalar sırasında Suphi’nin, Ermeni sorununun nedenini Avrupalı emperyalist devletlerin Müslüman ve Ermenileri birbirilerine karşı kışkırtmalarına bağladığı, karşılıklı kırımların ilk başlatıcısının "Ermeni burjuvazisi" olduğunu savunduğu görülüyor. Sorunun tartışıldığı o günün koşullarının ürünü olan bu bakış açısı elbette bugün sahip olduğumuz bakış açısından çok geridir. Ama Ermeni sorununu yaratan nedenler konusundaki düşüncelerini değil de genel olarak ulusal sorunun pratik çözümüne yönelik programatik görüşlerine baktığımızda bambaşka bir tabloyla karşılaşırız. Gerek Temmuz 1918’de Moskova’da toplanan Türk Sosyalistleri Konferansı’nda gerekse 1920 Eylül’ünde toplanan TKP’nin kuruluş kongresinde kabul edilen program tartışmalarında Suphi, 1912-1913 yıllarında da savunduğu "federatif devlet" ilkesini delegelere kabul ettirmeyi başarır. 1920’de kabul edilen Parti Programı’nda: (a) Türklerin sahip oldukları ayrıcalıkların kaldırılması; (b) "hür milletlerin hür birliği" temelinde federatif devlet biçiminin kabulü; (c) ayrılma hakkının tanınması hükümleri yer alır. Bu program Suphi’nin Türkiye Komünist hareketine bıraktığı mirasın en önemli unsurlarından biridir. Ama ölümünden sonra, bütün diğer fikirleriyle birlikte, "hür milletlerin hür birliği" ilkesine dayalı bu "federatif cumhuriyet" fikri de karartılacak, Türk komünistlerinin belleğinden uzun yıllar boyu silinecektir.
‘SUPHİ, MÜSLÜMAN KOMÜNİSTLERLE UYUM HALİNDE, BOLŞEVİK PARTİSİ’NE PROGRAMATİK OLARAK BAĞLI AMA ÖRGÜTSEL OLARAK ÖZERK, AYRI BİR KOMÜNİST PARTİSİ KURMAYA TEŞEBBÜS EDER AMA BOLŞEVİK PARTİSİ İZİN VERMEZ’
Mustafa Suphi gibi tarihsel ve siyasal bir kişilik için merak edilen en önemli noktalardan biri de şudur: O’nun gerek Komünist düşüncelerinin şekillenmesinde, gerekse TKP’nin kuruluş sürecinde Rusya Komünist Partisi’nin (Bolşevik) ve Lenin’in etkisi, rolü veya ilişkilerinin niteliği konusudur. Bilinenlerin aksine, araştırmanızda nasıl bir tablo gördünüz?
Mustafa Suphi’nin komünist düşünceleri benimsemesinde ve 1918 yazında Türkiye Komünist Teşkilatı’nı kurmasında Bolşevik Partisi’nin ve Lenin’in dolaysız bir etkisinin olmadığı anlaşılıyor. Kuruluş çalışmaları 1920 Mayıs’ından Eylül’üne kadar Bakü’de süren Türkiye Komünist Partisi’nin kurulmasında, 750 kişilik bir Türk Kızıl Alayı’nın oluşturulmasında ise Bolşevik Partisi’nin her bakımdan büyük desteğini görmüştür.
Suphi’nin komünist düşünceleri, 1915 sonbaharından 1917 Ekim Devrim’ine kadar, yaklaşık iki yıl boyunca kaldığı Uralsk esir kampında benimsediği anlaşılıyor. O esir kampına en yakın büyük merkez Kazan’dır. Kazan, 1917 Ekim’ine kadar, Tatar Cedid hareketinin en önemli merkezlerinden biridir. 1917 Şubat devriminden sonra bu hareket, sosyalist devrimi destekleyenler ile destekleyemeyenler olarak ayrışır. Mollanur Vahidov ile Sultan Galiyev’in liderleri arasında yer aldığı sosyalist devrimi destekleyen kanadın kurduğu Müslüman Sosyalist Komitesi’nin çıkardığı Kızıl Bayrak gazetesinin Uralsk esir kampına, dolayısıyla Mustafa Suphi’ye de ulaştığı ve Suphi’nin Tatar Cedid hareketi içindeki ayrışmada sosyalist devrimi savunanların görüşlerini benimsediği, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından tahliye olduğunda Moskova’ya gidip, orada Mollanur Vahidov ve Sultan Galiyev’in liderliğindeki Müslüman Komünistlerin egemen oldukları Merkezi Müslüman Komitesi’nde çalışmaya talip olduğu, Nisan 1918 Nisan’ından itibaren o komiteye bağlı olarak Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başladığı ve Türkiye’ye döndüğü 1920 sonbaharına kadar Müslüman Komünistlerle kader birliği yaptığı anlaşılıyor.
Suphi, 1918 yazında, Müslüman Komünistlerle uyum halinde, Bolşevik Partisi’ne programatik olarak bağlı ama örgütsel olarak özerk, ayrı bir komünist partisi kurmaya teşebbüs eder ama Bolşevik Partisi böyle özerk bir parti kurulmasına izin vermez. Suphi, 1920 Eylül’ünde Türkiye Komünist Partisi’ni (TKP) kuruncaya kadar, siyasi çalışmalarını Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ne bağlı, başkanlığını Sultan Galiyev’in yaptığı Doğu Halkları Merkez Bürosu’nun çatısı altında sürdürür. Türkiye’ye dönüşünün arifesinde, Sultan Galiyev’e yazdığı veda niteliğindeki mektubunda, 1918’den 1920 sonbaharına kadarki üç yıllık "ortak çalışma"ya atıfta bulunarak, bundan dolayı Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ne değil Tatar komünistlerine teşekkür etmektedir.
‘BOLŞEVİK PARTİSİ VE KOMÜNİST ENTERNASYONAL MUSTAFA SUPHİ VE BERABERİNDEKİ 15 YOLDAŞINI YALNIZ BIRAKMIŞ, KARADENİZ’DEKİ KATLİAM KARŞISINDA SUSKUN KALMIŞ VE KATLİAM SONRASINDA MUSTAFA SUPHİ’NİN ÖRGÜTLEDİĞİ TKP’NİN KURULUŞ KONGRESİNİN YOK HÜKMÜNDE OLDUĞUNA KARAR VERMİŞTİR’
Eylül 1920’deki kongresiyle Türkiye Komünist Partisi (TKP) kurulurken Türkiye’ye dönme kararı da alınır. Sanırım iç içe geçen bir süreç… Bu süreçte Bolşeviklerle Kuva-yi Milliyeciler, Mustafa Suphiler ile Kuva-yi Milliyecilerin ilişki ve çelişkileri incelendiğinde bu durumun Türkiye’ye gelme kararında nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz? Komünist Enternasyonal ile Bolşevik Parti’sinin TKP’nin kuruluşuna ve Türkiye’ye gelme kararına karşı tutumu ne oldu?
Bu soruyu yanıtlamaya sondan, yani Bolşevik Partisi ile Mustafa Suphi’nin ilişkilerini ele almakla başlayayım. Suphi’nin Bolşevik Partisi ile ilişkilerinde üç büyük kırılma vardır. Bunlardan ilki "Doğu sorunu" ile ilgilidir. Müslüman Komünistlerle kader birliği yapmış olan Suphi, Sultan Galiyev’le birlikte, Bolşevik Partisi’ni ve Komünist Enternasyonal’i, Ekim Devrimi’nin kaderini "Batı proletaryasından gelecek devrim" umuduna bağlayıp Doğu’ya önem vermemekle eleştirmektedir. Örneğin, Aralık 1918’de Moskova’da düzenlenen uluslararası mitingde yaptığı konuşmada şöyle demektedir: "Yoldaş Lenin’in Doğu hakkındaki çağrısından taşan yüce ümit ve emelleri Asya’nın hudutsuz çöllerinde kaybolup gitti; çünkü Bolşevik Partisi Doğu’ya layık olan önemi vermedi." Doğu sorununun bir başka cephesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına ilişkin olarak Bolşevik Partisi yönetimin uygulamadaki tutumuydu. Suphi bu konuda da Müslüman Komünistlerle birlikte Bolşevik Partisi yönetimini eleştiriyordu. "Doğu Sorunu" konusundaki bu tutumu yüzünden Bolşevik Partisi yönetimindeki bazı çevreler tarafından "milliyetçilik"le suçlanıyordu.
İkinci kırılma noktası, Bolşevik Partisi yönetiminin 1920’nin bahar aylarından itibaren Türkiye konusunda Enver Paşa’yı ve diğer İttihatçı paşaları muhatap almaya başlamasıyla ortaya çıkar. Suphi Bolşevik Partisi yönetiminin bu tutumunu sert bir biçimde eleştiriyordu.
Üçüncü kırılma noktasını, Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ne bağlı Kafkas Bürosu’nun, Azerbaycan’daki devrim sırasında kendisiyle işbirliği yapmış Dr. Fuat (Sabit) ve savaş esiri Süleyman Nuri gibi muhalif unsurları destekleyip Suphi’ye karşı kışkırtması oluşturuyordu.
Sonuç olarak, Bolşevik Partisi yönetiminin Suphi’nin Türkiye’ye dönüşünü özel olarak desteklediği söylenemez. Fakat belirgin bir karşı çıkışla, dönüşü engelleyici bir tutum aldığı da söylenemez. Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye dönüş kararı Stalin’in onayıyla hayata geçmiştir. Ne var ki, Bolşevik Partisi yönetimi ve Komünist Enternasyonal dönüş sırasında Mustafa Suphi’yi ve beraberindeki 15 yoldaşını yalnız bırakmış, Karadeniz’deki katliam karşısında suskun kalmış ve Komünist Enternasyonal yönetimi de katliam sonrasında Mustafa Suphi’nin örgütlediği TKP’nin kuruluş kongresinin yok hükmünde olduğuna karar vermiştir.
Mustafa Suphi’nin Kuvay-i Milliye hareketi ve başlamış olan "Milli Mücadele" konusundaki görüşlerine gelince… Suphi 1919 baharında başlamış olan bağımsızlık mücadelesini en başından beri destekler. Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasından ve kendisinin Türkiye’ye dönmek üzere Bakü’ye gelişinden sonra, Mustafa Kemal’e bir kurye eliyle gönderdiği 15 Haziran 1920 tarihli bir mektupla, Türkiye’ye dönmesi durumunda komünistlerin yasal olarak faaliyet göstermesine imkân tanınıp tanınmayacağını sorar. Mustafa Kemal bu mektuba verdiği 26 Ağustos 1920 tarihli yanıtta, ne yapılacaksa hükümet eliyle yapılması gerektiğini, komünistlerin bağımsız faaliyet göstermesinin uygun olmayacağını belirterek, "tam yetkili bir heyetin" bu koşulla Ankara’ya gönderilmesini ister. Bu yanıt Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne Eylül 1920’nin son günlerinde ulaşır. Ama partinin Merkez Komitesi Mustafa Kemal’in yanıtını beklemeden, dönme kararını çoktan, kuruluş kongresinin hemen ardından, 17 Eylül 1920 tarihli toplantısında zaten almıştır.
Mustafa Suphi, Kuvay-i Milliye’nin toplumsal bileşiminin Türkiye’de demokratik bir devrimi gerçekleştirmeye, halka dayanan, halkı ülke yönetiminde söz ve karar sahibi yapacak yerel meclislere dayalı bir demokratik devlet yapısı oluşturmaya uygun olmadığını düşünüyordu. Komünistlerin etkin müdahalesi ve katılımı olmadığı takdirde, kurulacak cumhuriyetin tepeden inme oligarşik bir hükümet yapısına sahip olacağını düşünüyordu. Aynı zamanda, Kuvay-i Milliye’nin zaferden sonra İngiltere ve diğer İtilaf Devletleriyle işbirliğ iyapacağı görüşündeydi. O nedenle, TKP yönetiminin en kısa zamanda Türkiye’ye dönmesini, yasal çalışma imkânına sahip olmasını, süren bağımsızlık mücadelesine aktif şekilde katılmasını, bu mücadele içinde güçlenmesini, zaferden sonra, sıra cumhuriyetin kurulmasına gelince, o süreçte duruma müdahale edebilecek güce kavuşmuş olması gerektiğini, meclise girip sol kanadı oluşturmasını, bağımsızlık mücadelesine fiilen katılmış bütün güçlerin ittifakına, halkın aktif katılımına dayalı alttan bir devrimle kurulacak, henüz sosyalist olmayan ama halkın rızasına dayalı sosyalizme evrilme imkânını da barındıran demokratik bir cumhuriyet kurulmasını savunuyordu.
‘M. KEMAL’İN BU PLANA VERECEĞİ ONAY BEKLENİRKEN, O ARADA ANKARA’DA KOMÜNİSTLERE KARŞI OPERASYONLAR BAŞLAR. M. KEMAL’İN BU PLANI ONAYLAMASI ÜZERİNE SUPHİLERE YÖNELİK OPERASYONU 18 OCAK 1920 GÜNÜ BAŞLATILIR. M. KEMAL "ÖLÜM YOLCULUĞU"NUN BÜTÜN AŞAMALARINI TELGRAF BAŞINDA İZLER’
Türkiye’ye gelme süreci; yazışmalar, hazırlıklar, beklentiler, hedefler, amaçlar… Ve bir karşı planla 16 Komünistin esir alınarak 15’inin öldürülmesi ve Maria Suphi’nin ise esir tutularak daha sonra öldürülmesi var… Bu plan ve cinayette M. Kemal’in rolü konusuna gelelim… Belgelerdeki hakikat nedir?
Mustafa Suphi’nin savunduğu biçimde, yerel meclislere dayalı demokratik bir cumhuriyetin kurulması olasılığı bir hayal değildi. Eylül 1920 başında mecliste, Mustafa Kemal’i destekleyen mebusları muhalefette bırakabilecek sayıda mebusa sahip bir Halkçı Zümresi vardı. Bu zümrenin hazırladığı, yerel meclislere dayalı bir yönetim tarzını öngören program meclisin onayını alabilmişti. Mustafa Kemal’in kendisine mal edip meclisten geçirdiği 1921 Anayasası’nın ilk temelleri Halk Zümresi’nin programıyla atılmıştı. Halk Zümresi’nin arkasında Yeşil Ordu teşkilatı vardır ve silahlı kuvvetlere sahip Çerkez Ethem bu teşkilatın mensubuydu. Ayrıca Ankara’da, Yeşil Ordu’yla da ilişkileri olan, Mustafa Suphi’den bağımsız olarak kurulmuş ama onun kurduğu TKP’ye bağlılığını ilan eden bir Komünist Partisi vardı.
M.Kemal Eylül 1920 başında bu bileşenlerden oluşan tüm muhalefeti tasfiye etmeye karar verir. Bu kararın ve planın bir parçası olarak, 18 Ekim 1920 günü kendi denetimi altında bir Komünist Fırkası kurdurur. Dönüş yapacak olan Suphi ve beraberindekiler, Ankara’daki komünist teşkilatı, Yeşil Ordu Teşkilatı, Çerkez Ethem, vb., yani tüm muhalefet bu Komünist Fırkasına üye olmak zorunda bırakılacak ve bu fırkayla birlikte hepsi tasfiye edilecektir.
Mustafa Suphi, üç Merkez Komitesi üyesi ve diğer heyet üyeleri, 19 Aralık 1920 günü Bakü’den yola çıkarak 28 Aralık 1920 günü Kars’a varırlar. Onları karşılayan Kazım Karabekir’e daha önce verilen talimat, heyetin Ankara’ya gönderilmesi şeklindedir. Fakat aynı günlerde Çerkez Ethem’in isyan edeceği kesinlik kazanmıştır. O koşullarda M. Suphi ve beraberindekilerin Ankara’ya gelmeleri "sakıncalı" olacağından planda değişiklik yapılır. Mustafa Kemal, Kazım Karabekir’e bir telgraf çekerek M. Suphi’nin ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesi ve Sovyet Rusya’yı rahatsız etmeyecek şekilde "Suphi’den kurtulmayı sağlayacak uygun bir plan" hazırlayıp, onaylanmak üzere kendisine sunulması talimatını verir.
Kazım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit Bey’le haberleşerek böyle bir plan hazırlayarak 5 Ocak 1921 günü M. Kemal’in onayına sunar. Bu plan uyarınca M. Suphi ve beraberindekiler önce Erzurum’a gönderilecekler; orada "halkın" şiddetli protestosuyla karşılanmaları sağlanacak; Ankara’ya gönderilmeyip Trabzon’a doğru yola çıkarılacaklar, yol boyunca protestolar sürecek, aç ve açıkta bırakılacaklar; protestolar Trabzon’da da sürecek ve oradan denizyoluyla Batum’a doğru sınır dışı edileceklerdir. Erzurum’dan Trabzon’a uzanan bu güzergâh tamamıyla İttihatçıların ve Ermeni tehcirini örgütleyen Teşkilatı Mahsusa’nın örgütlü olduğu coğrafya üzerindedir. M. Suphi’ye diş bileyen Enverci İttihatçıların kontrolünde gerçekleşecek bu "sınır dışı" operasyonunun bir katliamla da sonuçlanabileceğini hem planı yapan Kazım Karabekir hem Erzurum Valisi Hamit Bey ve kuşkusuz M. Kemal gayet iyi bilmektedirler.
M. Kemal’in bu plana vereceği onay beklenirken, o arada Ankara’da komünistlere karşı operasyonlar başlar. M. Kemal’in bu planı onaylaması üzerine Suphilere yönelik operasyon 18 Ocak 1920 günü başlatılır. M. Kemal, "ölüm yolculuğu"nun bütün aşamalarını telgraf başında izler. 27 Ocak 1921 akşamı Trabzon’a varan heyet, İttihatçı ve Enverci militan, kayıkçılar kâhyası Yahya tarafından örgütlenmiş bir motora bindirilerek Karadeniz’e doğru yola çıkarılır. Ankara Hükümeti ve Meclis bu katliam konusunda hiçbir soruşturma açmaz. "Üç maymun" oynanır. Önce kayıkçılar kâhyası Yahya, Topal Osman tarafından, sonra Topal Osman da Ankara’da üzerine gönderilen askeri birliklerle girdiği çatışmada öldürülür. Bu operasyonla eş zamanlı olarak bir yandan Çerkez Ethem, öte yandan Ankara’daki komünistler ve Yeşil Orducular, kısacası Suphi dışında kalan tüm muhalefet de tasfiye edilir.
Bütün olay eksiksiz bir "derin devlet operasyonudur." Nasıl ki "rüşvetin belgesi" olmazsa, böyle bir derin devlet operasyonunun belgesi hiç olmaz; ama "sır" olan bir şey de yoktur.
Sovyet Rusya’nın, tam da Suphi ve yoldaşlarının Türkiye’ye döndükleri tarihlerde, başta İngiltere olmak üzere kapitalist dünya ile barış içinde bir arada yaşamasına imkân verecek diplomatik ve ticari ilişkiler kurma arayışında olmasıdır.
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesinde Kuvay-i Milliyecilere tavır almayan bir Sovyetler Birliği ve Komünist Enternasyonal gerçekliği var. Bunun Komünistler açısından bir utanç ve enkaz olduğunu düşünüyor musunuz? Bolşevik Partisi "iki Mustafa" arasında bir tercih mi yaptı? Mustafa Suphi yerine Mustafa Kemal mi tercih edildi? Böyleyse neden?
Bolşevik Partisi ile Komünist Enternasyonal yönetimlerini ve Sovyet Devleti’nin Suphi’nin ve beraberindeki 14 yoldaşının katledilmesi ve eşi Maria’nın önce seks kölesi yapılıp sonra öldürülmesi karşısında suskun kaldığı doğrudur. Bunun benim tespit edebildiğim nedeni, arkasında büyük bir yıkım bırakarak sona ermiş olan üç yıllık iç savaşın enkazını kaldırabilmek amacıyla, Sovyet Rusya’nın, tam da Suphi ve yoldaşlarının Türkiye’ye döndükleri tarihlerde, başta İngiltere olmak üzere kapitalist dünya ile barış içinde bir arada yaşamasına imkân verecek diplomatik ve ticari ilişkiler kurma arayışında olmasıdır. İngiltere’nin ticaret anlaşması imzalamak karşılığında Sovyet Rusya’ya dayattığı koşul, İran ve Türkiye’de İngiliz İmparatorluğu aleyhinde propaganda ve örgütlenme yapılmayacağı garantisini vermesidir. TKP’nin Türkiye’ye döndüğü dönem, Bolşevik Partisi yönetiminin bu koşulu kabullenip İngiltere’yle müzakerelere başladığı dönemle çakışır. Suphilerin katli karşısındaki suskunluğun nedeni budur. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir trajedi değildir. Biçimi ve zamanlaması farklı olmakla birlikte, özü itibariyle aynı trajedi İran’da da yaşanmıştır.
Bolşevik Partisi yönetiminin bu suskunluğunu mazur gösterecek bir gerekçesi olması gerekiyordu. O nedenle, katliamdan hemen sonra Mustafa Suphi’nin bir maceracı olduğu, Türkiye’ye dönmeye kendi başına karar verdiği, Bolşevik Partisi’nin bu dönüşe taraftar olmadığı ve benzeri karalayıcı suçlamalar üretilir. Komünist Enternasyonal yönetimi de Suphi’nin örgütlediği TKP’nin kuruluş kongresini yok sayarak bu karartma çabasına katılır. Bu karartmanın yarattığı karanlık nedeniyle Suphi’nin siyasi görüşleri ve Türkiye’ye dönüşünün politik hedefleri ve programı belleklerden silinir, bu mirastan geriye hiçbir şey kalmaz.
‘MUSTAFA SUPHİ, LAİKLİĞİ SAVUNAN ATEİST BİR LİDERDİ. AMA AYNI ZAMANDA İSLAM’LA BARIŞIK BİR KOMÜNİSTTİ. ONUN KAYBIYLA BİRLİKTE, TÜRKİYE KOMÜNİST VE SOSYALİST HAREKETİ İSLÂM’LA BİR DAHA HİÇ BARIŞAMADI’
1915 Ermeni soykırımı ve Paramazların idam edilmesi, 1919 Rum soykırımı ve 1920 Mustafa Suphi ve yoldaşlarının aynı karanlık devlet aklıyla katledilmesi bu ülke halklarına ve tarihe nasıl bir enkaz bıraktı?
Ermeni komünistlerinin tarihini özel olarak incelemiş değilim. Fakat Ermeni komünistlerini de içeren tehcirin yarattığı yıkımın faturası ortak vatanımız açısından çok ağır. Aynı şey kaybettiğimiz Rum nüfus için de geçerli. Bu soykırımlarla Anadolu uygarlığı telafisi imkânsız, çok ağır kayıplara uğradı. Bu kayıpların içinde her iki halkın komünistlerinin bizzat kendileri, mücadeleleriyle yarattıkları değerler de yer alıyor.
Mustafa Suphi’yle birlikte kaybettiklerimiz konusunda daha ayrıntılı şeyler söyleyebilirim:
Mustafa Suphi’nin kaybıyla gerçek bir enternasyonalist politikacıyı yitirmiş olduk.
Suphi, emekçi halkı ülke yönetiminde söz ve karar sahibi yapacak, doğrudan demokrasinin temel dayanağı olan yerel meclislere dayalı, sosyalizme evrilme imkânına sahip, demokratik bir halk cumhuriyetinin kurulmasını savunuyordu. Onun kaybıyla Türkiye Komünist Partisi bu vizyonu da kaybetti. Suphi’nin kaybıyla birlikte komünist-sosyalist hareket uzun yıllar boyu Kemalizm’in devrimciliğini, çeşitli aşamalı devrim modellerini tartışıp durdu.
Mustafa Suphi, ulusların kaderlerini tayin hakkını, "hür milletlerin hür ittihadı" esasına dayalı "Federatif bir Cumhuriyeti" savunan bir liderdi. Onun bu yönünün belleklerden silinmesinin yarattığı tahribatın büyüklüğünün sembolü, TKP’nin Şeyh Sait isyanına, Ağrı isyanına ve Dersim katliamına karşı takındığı yüz kızartıcı tutumdur. Ermeni soykırımı konusundaki suskunluğunu da buna eklemek gerekir.
Mustafa Suphi, laikliği savunan ateist bir liderdi. Ama aynı zamanda İslam’la barışık bir komünistti. Onun kaybıyla birlikte, Türkiye komünist ve sosyalist hareketi İslam’la bir daha hiç barışamadı.
Katledilmeyip Ankara’ya ulaşabilseydi ve Bolşevik Partisinin ve Sovyet Rusya’nın desteğini alabilseydi, anti-komünizm daha en baştan "devlet politikası" haline gelmeyebilir, komünizm yasallığa sahip olabilir, her türlü demokrat/ilerici muhalefetin uzun yıllar boyunca "komünizm" suçlamasıyla bastırılması mümkün olmayabilirdi. Suphi’nin kaybıyla Türkiye, henüz çok dar bile olsa, birinci Meclis’teki muhalefet yelpazesini ve o yelpazeyi genişletme imkânını, demokrasiyi, çoğulculuğu kaybetti.
‘MUSTAFA SUPHİ, TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ’NİN KURULUŞ KONGRESİNE SUNDUĞU RAPORU OKURKEN KEŞKE "BİZİM BUGÜN TUTTUĞUMUZ YOLDAN DAHA DÜN OSMANLI ERMENİLERİ YÜRÜMEYE BAŞLAMIŞLARDI" DİYEBİLSEYDİ!’
Türkiye Komünist hareketin tarihi Mustafa Suphilerle başlatılır. Oysa daha öncesinden ve aynı dönemlerde önemli bir halka olan Paramazlar var. Birincisi; alternatif tarih yazımı için ne tür olanaklar var? İkincisi; Paramazlar ve Suphilerin mirası nedir ve nasıl sahiplenilmelidir?
Bir önceki soruda belirttiğim gibi, Ermeni Komünistlerinin bu topraklardaki mücadelesi konusunda genelleme yapabilecek kadar bilgi sahibi değilim. Hem Ermeni, hem Rum hem diğer milletlerden komünistlerin bu topraklardaki mücadelelerinin tarihi üzerinde de daha ayrıntılı çalışmalar yapılmasına ihtiyaç var. Suphi konusunda sahiplenilecek başlıca noktalara yukarıda genel hatlarıyla değinmeye çalıştım. Bu vesileyle 1915 yılının 15 Haziran’ında, sabaha karşı saat 3.30’da İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda 19 Hınçak Partisi üyesiyle birlikte idam edilirken, "Bedenimizi ortadan kaldırabilirsiniz, fakat inandığınız sosyalizmi asla" diye haykıran Paramaz’ı (Madteos Sarkisyan) özellikle anmak isterim. Mustafa Suphi 10 Eylül 1920’de, Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş kongresine sunduğu raporu okurken keşke "Bizim bugün tuttuğumuz yoldan daha dün Osmanlı Ermenileri yürümeye başlamışlardı" diyebilseydi! Onun sadece "federatif devlet biçimini" öngören programı değil, bu sözleri de o değerli mirasının parçası olurdu.
AHMET KARDAM KİMDİR?
Ahmet Kardam 1945 yılında İstanbul’da doğdu.
1969’da ODTÜ İdari İlimler Fakültesi Ekonomi Bölümü’nden mezun oldu ve aynı bölümde asistanlık yaptı.
12 Mart 1971 askeri darbesi sonrasında siyasi sığınmacı olarak Hollanda’ya gitti, gıyabında 10 yıla mahkûm oldu.
1974 genel affıyla Türkiye’ye döndü. Çevirmenlik, redaktörlük, yayıncılık ve Politika gazetesinde genel yayın yönetmen yardımcılığı yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Federal Almanya’ya gitti. Yayıncılık faaliyetlerinden ötürü gıyabında 7,5 yıla mahkûm oldu.
Batı Berlin’de yayımlanan Türkiye Postası gazetesinde genel yayın yönetmeni ve köşe yazarı olarak çalıştı.
Türkiye Komünist Partisi ile onun yerine kurulan Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nde Merkez Komitesi üyeliği yaptı. Türk Ceza Yasası’nın 141. ve 142. maddelerinin kaldırılması mücadelesi çerçevesinde, Kutlu ve Sargın’ın ardından, 1989 yılında, Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi üyesi sıfatıyla Türkiye’ye döndü. Nisan 1991’e kadar tutuklu kaldı.
1993-1998 yılları arasında Veri Araştırma Şirketi’nin Ankara bürosu müdürü ve bilgi işlem merkezi sorumlusu olarak çalıştı. Türkiye’deki siyasi parti seçmenlerinin nitelikleri, kimlikleri ve eğilimlerini konu alan dört siyasi araştırmanın tasarımında, bulgularının değerlendirilmesinde ve raporlaştırılmasında görev yaptı.
1998-2007 arasında BZD Yayınları’nda çevirmen ve yazar olarak çalıştı. Çevirileri ve makaleleri dışında yazdığı kitaplar:
CHP Nedir Ne Değildir (1976),
Türkiye’de Siyasi Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları (Sezgin Tüzün’le birlikte, 1998),
Eğrisi Doğrusu (Ayşe Bilge Dicleli ile birlikte, 2005),
Mevlâna: Hamdım Piştim Yandım (2007),
Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan: Direniş ve İsyan Yılları (2011),
Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan: Sürgün Yılları (2013).
2020 yılında İletişim yayınlarından çıkan "Mustafa Suphi; Karanlıktan Aydınlığa" kitabının yazarı…
*Araştırmacı, Yazar